LESSONS / Compilations

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

AYET - 1

 

Eser, Kimsenin inkar edemeyeceği açık delil, Nişan, Alamet, İbret, menzil, Kur’an-ı Kerimdeki her bir cümle, manen uyanmaya sebeb olan her tür hadise. Bir tefsirde şöyle geçiyor “Kur’an da geçen ayet kelimesi mucize manasındadır. Her şey alametiyle tanınır ve hakikat ayatıyla bilinir, onun için insanların ilimdeki kabiliyet ve mertebelerine göre kendisinden yapabileceği tefekkür ve teemmül nisbetinde mütefavit marifetlere sebeb olan alaim (alametler) ve delailin hepsine de ayet denilir. İ.P.A.

 

---“Evet, “Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünki muhatabların ekserisi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besatet-i efkârını okşamak için tekrar ile, semavat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor. O büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Meselâ: Semavat ve arzın hilkati ve semadan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedahe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebire içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nâdiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler. Hem üslûb-u Kur'anîde öyle bir cezalet ve selaset ve fıtrîlik var ki: Güya Kur'an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur'an, kâinat kitabının kıraatıdır ve nizamatının tilavetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuunatını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezalet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve  قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ âyetleri gibi fermanları dinle!.” LEMALAR-128

 

---“… birtek şeyden herşeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek, hem basit bir yemekten bütün cihazât-ı hayvaniyeyi icad etmek; bununla beraber herşeyi birtek şey yapmak, yani, zîhayatın yediği gayet muhtelifü'l-cins taamlardan o zîhayata bir lâhm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar, Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin sikke-i hassasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklit edilmez bir turrasıdır. Evet, birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir.” 8.SÖZ-38

 

---“Evet, zaman-ı hâzırdan, ta iptida-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-ı mazi, umumen vukuattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı birer satırdır, birer sahifedir, birer kitaptır ki, kalem-i kader ile tersim edilmiştir; dest-i kudret, mucizât-ı âyâtını onlarda kemâl-i hikmet ve intizamla yazmıştır. Şu zamandan ta kıyamete, ta Cennete, ta ebede kadar olan zaman-ı istikbal, umumen imkânattır. Yani, mazi vukuattır, istikbal imkânattır. İşte, o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse: Nasıl ki dünkü günü halk eden ve o güne mahsus mevcudatı icad eden Zât, yarınki günü mevcudatıyla halk etmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez. Öyle de, şüphe yoktur ki, şu meydan-ı garaip olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve harikaları, bir Kadîr-i Zülcelâlin mucizâtıdır; kat'î şehadet ederler ki, o Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinâtın icadına, bütün acaibinin izharına muktedirdir. Evet, nasıl ki bir elmayı halk edecek, elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir. Bir elma bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musağğarıdır. Hem san'at itibarıyla koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibarıyla öyle bir  harika-i san'attır ki, onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halk eden, kıyamet gününü halk edebilir ve baharı icad edecek, haşrin icadına muktedir bir Zât olabilir. Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemâl-i hikmet ve intizamla takıp gösteren, elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir.” SÖZLER-78

 

---“İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis  edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvât ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zîhaşmet ve zîkudret sahibidir….

…. Ve o iki fırka ise: Burada birisi ehl-i imandır ki, kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur'ân-ı Hakîmin şakirtleridir…” SÖZLER-123

 

---“Evet, Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata "mânâ-yı harfî" nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. "Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor" der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.” SÖZLER-131

 

---“Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dair âyât-ı tekvîniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zât-ı Zülcelâlin bütün evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliyesine de şehadet eder ve kusursuz ve noksansız kemâl-i Zâtîsini ispat ederler. Çünki bedihîdir ki, bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise, ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe'n-i zâtînin kemaline ve şe'nin kemali, o zât-ı zîşuunun kemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delalet eder.” Sözler ( 306 )

                                                        

---“Sonra görüyor ki, bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklit edilmez sikkeleriyle, Ona mahsus hâtemleriyle, Ona münhasır turralarıyla, Ona has fermanlarıyla, bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında vahdâniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da, ona mukabil, tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz'ân ile, şehadet ile, ubûdiyet ile mukabele eder.” SÖZLER-330

 

---“Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ وَلاَ gibi pek çok âyât-ı Kur'âniye tasrih ediyor. Ve şu kâinat denilen, kudretin Kur'ân-ı Kebîrinin âyâtı dahi, şu hükm-ü Kur'ânîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekvîniyesiyle tasdik ediyor. Evet, şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır.”  SÖZLER-469

 

---“Tahavvülât-ı zerrât, Nakkâş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekvîniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır….

…Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için, mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyatları yazmak için, Nakkâş-ı Ezelî, zerrâtı kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizamla tavzif etmiştir…” SÖZLER-551

 

---“ الخ  اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ   Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette halk edip âyât-ı kibriyâsını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu'cizât-ı san'atına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyâyı okutturup, kemerbeste-i ubûdiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası olabilsin?” MEKTUBAT-232

 

---“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz şahsiyettir.

Hem san'at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan ediyor.

Hem esmâ-i İlâhiyedeki cemâl ve kemâl hazinelerini lisan-ı Kur'ân ile açmıştır.

Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâniinin kemâline delâletlerini parlak ve kat'î bir surette lisan-ı Kur'ân'la beyan ediyor.

Hem küllî ubûdiyetiyle rububiyet-i İlâhiyeye âyinedarlık ediyor.

Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki, Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever.” MEKTUBAT-304

 

---“… hem saltanat-ı Rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın” 9. SÖZ-44

 

---“Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acibesini göstermek ve şu âlemin destgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve a'mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş. Elbette, âlem-i mubsarâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihâzâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir. Nasıl ki Cennette, hikmet-i İlâhiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem Cennette cisim ruh ile beraber gider..” 31. SÖZ (MİRAC BAHSİ)-570

 

---“İ'lem eyyühe'l-aziz! Kur'ân-ı Kerim, bütün insanlara rahmettir. Çünkü herbir insanın şu hakikî âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine göre Kur'ân'dan fehim ve iktibas ettiği, (hâfızasında) kendisine has bir Kur'ân vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.

Ve keza, Kur'ân-ı Kerimin bir meziyeti şudur ki: Bütün ulemâ ve ehl-i meşrep gibi herkes hidayeti için, şifası için müteaddit sûrelerden ayrı ayrı âyetleri ahz edebilir. Çünkü, bir âyetin sair âyât-ı Kur'âniye ile pek ince münasebetleri, ittisal cihetleri vardır. Aralarında vahşet yoktur. Bu itibarla, müteaddit sûrelerden alınan âyetler küçük bir Kur'ân hükmünde olur.” MESNEVİ-140

 

Kur’an ayetlerinin mana tabakaları:

---“Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, mefâhimiyle, mânâ-yı sarihiyle ifade-i hakaik ettiği gibi, üslûplarıyla, hey'âtıyla çok maânî-yi işariyeyi dahi ifade ediyor. Herbir âyetin çok tabaka-i mânâları var. Kur'ân ilm-i muhitten geldiği için, bütün mânâları murad olabilir. İnsanın cüz'î fikri ve şahsî iradesiyle olan kelâmlar gibi bir iki mânâya inhisar etmez.

İşte bu sırra binaen, âyât-ı Kur'âniyenin ehl-i tefsir tarafından hadsiz hakaiki beyan edilmiş. Müfessirînin beyan etmediği daha çok hakaiki var. Ve bilhassa hurufâtında ve mânâ-yı sarihinden başka işârâtında çok ulûm-u mühimme vardır.” LEMALAR-34

 

“Bilirsiniz ki, her âyet için bir zahir var, bir bâtın var; bir had var, bir muttala' var. Ve herbir kıssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksatlar vardır. Binaenaleyh, muayyen bir âyet her yerde öbür münasip bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar değildir.” MESNEVİ-232

 

“Kur'ân'ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem'ası var.

BİRİNCİ LEM'A: Lâfzındaki câmiiyettir. Elbette, evvelki Sözlerde, hem bu Sözde zikrolunan âyetlerden, şu câmiiyet âşikâre görünüyor. Evet لِكُلِّ اٰيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌو ,لِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ وَفُنُونٌ  olan hadisin işaret ettiği gibi, elfâz-ı Kur'âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.” SÖZLER-391

 

“Hem meselâ  اُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ    da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-i İlâhîyi rica eder. Bir kısım, rüyet-i İlâhiyeyi gaye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pek çok yerlerde, Kur'ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazf eder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun.

İşte, اَلْمُفْلِحُونَ der, neye felâh bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: "Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen Cehennemden felâh bulursun. Ey salih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rıza-i İlâhîye nail olursun. Ey âşık, sen  rüyete  mazhar  olursun."  Ve hâkezâ…

İşte, Kur'ân, câmiiyet-i lâfziye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan, herbirisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.” SÖZLER-394  

 

“Hadîste vârid olduğu gibi, "Her bir âyetin mânâ mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin  hadîsçe   شُجُونٍ وَغُسُونٍ  tâbir edilen fürûatı, işârâtı, dal ve budakları vardır" meâlindeki hadîsin hükmüyle, Kur'ân hakkında nazil olan bu âyet-i kudsiye1 fer'î bir tabakadan ve bir mânâ-yı işârîsiyle de Kur'ân ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe'nine bir nakîse değil, belki o lisanü'l-gaybdaki i'câz-ı mânevîsinin muktezasıdır.” ŞUALAR-711

                                                     

“Azizim! Kur'ân'ın herbir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir.

Birincisi: Bu, Allah'ın kelâmıdır.

İkincisi: Allah'ca murad olan mânâ, haktır.

Üçüncüsü: Mânâ-yı murad, budur.

Eğer Kur'ân'ın o kelâmı, başka bir mânâya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur'ân'ın başka bir yerinde beyan edilmişse, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür. Şayet Kur'ân'ın o kelâmı, başka bir mânâya ihtimali olan bir nass veya zâhir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lâzım olmadığı gibi, inkârı da küfür değildir. İşte, müfessirlerin ihtilâfları, ancak ve ancak şu kısma aittir.”  İşarat-ül İ'caz -66

                                                     

“cevab-ı Kur'ânîde mefhum olan zarurî hükümler ki, inkârı kabul etmez, şudur: Zülkarneyn müeyyed min indillah bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle, iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir: Zâlimlerin ve bedevîlerin def-i fesatları için... Ve Ye'cüc-Me'cüc, iki müfsit kabiledirler. Emr-i İlâhî geldiği vakit sed harap olacaktır, ilâ âhirihî. Bu kıyasla, ona Kur'ân delâlet eden hükümler, Kur'ân'ın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir. Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise, Kur'ân onlara kat'iyyü'd-delâlet değildir. Belki "Âmm hâssa, delâlet-i selâseden hiçbirisiyle delâlet etmez" kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi, "Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vech-i mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu"nun düsturuyla sabittir ki, Kur'ân onlara delâlet etmez. Fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delâile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilâfatı, nazariyetine delildir….

Vakta ki, keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikillâh derim:İtikad-ı câzim, Hüdâ ve Peygamberimizin muradlarına kat'iyen vaciptir; zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muhtelefün fîhtir. Şöyle: Zülkarneyn, İskender demem; zira isim bırakmaz. Bazı müfessir melik (lâm'ın kesriyle), bazı melek (lâm'ın fethiyle), bazı nebî, bazı velî, ilâ âhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn, müeyyed min indillâh ve seddin binasına mürşid bir şahıstır. Amma sed ise, bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir "Başka yerde cebelleşmiş" ve bazı müfessir "Sedd-i mahfîdir; inkılâp ve ahval-i âlem setreylemiştir" ve bazı ve bazı, demişlerdir, demişlerdir... Herhalde müfsidlerin def-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.” MUHAKEMAT-66

 

“hadiste denilmiş  اَنَا وَالسَّاعَةُ كَهَاتَيْنِ Yani, "Ben ve kıyamet, bu iki parmak gibiyiz." Mabeynimizde tavassut edecek peygamber yoktur. Veya hadisin muradı ne ise haktır. Şimdi bu hadis üç kaziyeyi mutazammındır:

Birincisi: "Bu kelâm peygamberin kelâmıdır." Bu kaziye ise, tevatürün—eğer olsa—neticesidir.

İkincisi: "Kelâmın mânâ-yı muradı hak ve sadıktır." Bu kaziye ise, mu'cizelerden tevellüd eden burhanın neticesidir.

Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden, mükâbir, kâzip olur. İkincisini inkâr eden adam dalâlete gider, zulmete düşer.

Üçüncü kaziye: "Bu kelâmda murad budur. Ve bu sadefte olan cevher budur; ben gösteriyorum." Bu kaziye ise, teşehhî ile değil, içtihadın neticesidir. Zaten müçtehid olan başka müçtehidin taklidine mükellef değildir.

Bu üçüncü kaziyede ihtilâfat feveran ederler. Kâl u kîl buna şahittir. Bunu inkâr eden adam, eğer içtihadla olsa, ne mükâbirdir ve ne küfre gider. Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefi değildir. Binaenaleyh, her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır.” MUHAKEMAT-48

 

“Evvelâ, âyetin mânâsı ayrıdır ve o mânâların efradı ve mâsadakları ayrıdır. İşte o küllî mânânın müteaddit efradından bir ferdi bulunmazsa, o mânâ inkâr edilmez. Semâvâtın yedi tabakasına ve arzın yedi katına dair mânâ-yı küllîsinin çok efradından yedi mâsadak zâhiren görünüyor. Saniyen, âyetin sarahatinde "yedi kat arz" dememiş. اَلله ُ الَّذِى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ اْلاَرْضِ مِثْلَهُنَّ   ilâ âhir.

Âyetin zâhiri diyor ki: "Arzı da, o seb'a semâvât gibi halk etmiş ve mahlûkatına mesken ittihaz etmiş." Yedi tabaka olarak halk ettim, demiyor. Misliyet ise, mahlûkiyet ve mahlûkata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.

Elhasıl: Kadîr-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semâvâtı halk edip tesviye ederek, gayet dakik ve acip bir nizamla tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer' edip ekmiştir. Madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır.

Evet, hitâbât-ı Kur'âniyenin vüs'ati ve maânî ve işârâtındaki genişliği ve en âmî bir avamdan en has bir havassa kadar derecât-ı fehimlerini mürâât ve mümâşât etmesi gösterir ki, herbir âyetin herbir tabakaya bir veçhi var, bakıyor.” LEMALAR-64-68

 

“Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'ân-ı Kerimin hitaplarına, mânâlarına, işaretlerine dikkat edilmekle, bir âmiden tut, bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe muciptir.

Meselâ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ kelimesinden bazı insanlar havâ-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir. Öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesîmî küreleri fehmetmiştir. Bir kısım da, seyyarât-ı seb'ayı fehmetmiştir. Bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde esîrin yedi tabakasını fehmetmiştir. Bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir. Bir kısım da esîrin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.

Hülâsa: Herbir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur'ân'dan hisselerini almışlardır. Evet, Kur'ân-ı Kerim, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz.” İşarat-ül İ'caz -190

                                                               

“  وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَ  مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ   قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ    İşte, yalnız mânâ-yı işârî cihetinde bu sûre-i azîme-i hârika, "Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz" Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi, mânâ-yı işârîsiyle bu acip asrımıza daha ziyade, belki zâhir bir tarzda bakar, Kur'ân'ın hizmetkârlarını istiâzeye dâvet eder.” ASAYI MUSA-85

                                                          

 مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكّعًا سُجَّدًا  ilâ âhir. Şu âyetin başı, Sahabelerin enbiyadan sonra nev-i beşer içinde en mümtaz olduklarına sebep olan secâyâ-yı âliye ve mezâyâ-yı galiyeyi haber vermekle, mânâ-yı sarihiyle, tabakat-ı Sahabenin istikbalde muttasıf oldukları ayrı ayrı mümtaz has sıfatlarını ifade etmekle beraber, mânâ-yı işarîsiyle, ehl-i tahkikçe vefat-ı Nebevîden sonra makamına geçecek Hulefâ-i Râşidîne hilâfet tertibiyle işaret edip, herbirisinin en meşhur medar-ı imtiyazları olan sıfât-ı hassayı dahi haber veriyor.” LEMALAR-30

 

وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا  فَاُولٰۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ yine âhir-i Feth'in âhirki âyeti gibi, ilm-i belâgatte "maârîzu'l-kelâm" ve "müstetbeâtü't-terâkib" tabir edilen mânâ-yı maksuttan başka, işarî ve remzî mânâlarla Hulefâ-i erbaa ve beşinci halife olan Hazret-i Hasan'a (r.a.) işaret ediyor, gaybî umurdan birkaç cihette haber veriyor. Şöyle ki: Nasıl ki şu âyet, mânâ-yı sarihi ile, nev-i beşerde niam-ı âliye-i İlâhiyeye mazhar olan, ehl-i sırat-ı müstakim olan kafile-i enbiya ve taife-i sıddıkîn ve cemaat-i şüheda ve envâ-ı salihîn ve sınıf-ı tâbiîn, muhsinîn olduğunu ifade ettiği gibi; âlem-i İslâmda dahi o taifelerin en ekmeli ve en efdali bulunduğunu ve Ne-biyy-i Âhirzamanın sırr-ı veraset-i nübüvvetten teselsül eden taife-i verese-i enbiya ve Sıddık-ı Ekberin maden-i sıddıkiyetinden teselsül eden kafile-i sıddıkîn ve hulefâ-i selâsenin şehadet mertebesiyle  merbut bulunan kafile-i şüheda الصَّالِحَاتِ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا   sırrıyla bağlanan cemaat-i salihîn ve  قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ sırrını imtisal eden ve Sahabelerin ve Hulefâ-i Râşidînin refakatinde giden esnaf-ı Tâbiîni ihbar-ı gaybî nev'inden gösterdiği gibi وَالصِّدِّيقِينَ   kelimesiyle, mânâ-yı işarî cihetinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sonra makamına geçecek ve halifesi olacak ve ümmetçe "Sıddık" ünvanıyla şöhret bulacak ve sıddıkîn kafilesinin reisi olacak Hazret-i Ebu Bekri's-Sıddık'ı ihbar ediyor….” LEMALAR-35

 

 فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمEvet, anladım ki, âyetin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi beni teselli etti ki, sükûnet buldum ve sekînet verdi.

Evet, nasıl ki mânâ-yı sarihi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma der: "Eğer ehl-i dalâlet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i'raz edip Kur'ân'ı dinlemeseler, merak etme. Ve de ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize, ittibâ edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı herşeyi muhittir; ne âsiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdat edenler medetsiz kalırlar."

Öyle de, mânâ-yı işarîsiyle der ki: "Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, herşey var.

Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarik-i hakkı takip edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O herşeye bedeldir, bütün eşya birtek teveccühüne bedel olamaz" der.” LEMALAR-51

 

 وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ "Üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin!" En'âm Sûresi, 6:121. âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz" demektir.

O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.” LEMALAR-133

 

“Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا "Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." Mâide Sûresi, 5:32.

Âyetin mânâ-yı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kàbil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.” MEKTUBAT-53

 

“Madem Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün tâifeleriyle konuşur. Elbette onlara göre müteaddit mânâları ve küllî mânâsının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarih veya vâcip veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden mânâyı tercih eder. Meselâ, bu âyette  وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ dan ehemmiyetli bir sünnet olan iki rekât teheccüt namazını ve وَإِدْبَارَ النَّجُومِ  'dan, bir sünnet-i müekkede olan sabah fecir sünnetini zikretmiş.” ŞUALAR-298

"Gecenin bir kısmında Onu tesbih et." Tûr Sûresi, 52:49.

"Ve yıldızlar kaybolurken de (Onu tesbih et)." Tûr Sûresi, 52:49.

 

الْكِتَابِ  تَنْزِيلُ  cümlesinin sarîh bir mânâsı; Asr-ı Saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübînin nüzulü olduğu gibi, mânâ-yı işârîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübînin mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i mâneviyesinden feyiz ve ilham tarîkiyle onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları iniyor, nüzul ediyor” ŞUALAR-711

 

“Evet, Eskişehir Hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsî bir tesellîye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, mânevî bir ihtarla, "Risale-i Nur'un makbuliyetine dâir eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ândır. Acaba, Risale-i Nur'u, Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acip sual karşısında bulundum.

Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan, mânâ-yı işârî tabakasında ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne, medâr-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını, bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmı, bir derece izah ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatimde hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ben de, ehl-i imanın imanını, Risale-i Nur'la muhafaza niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki, "âyetin mânâ-yı sarîhi budur;" tâ hocalar "Fihi nazarun" desin.

Hem dememişiz ki, "Mânâ-yı işârînin külliyeti budur." Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var; bir tabakası da, mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de, bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinden bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde câri bir düstur-u cifrî ve riyaziyle karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i'câz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın, nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.” ŞUALAR-682

                                                       

“Evet, madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan her asırda her ferde hitap eder bir ilm-i muhit ve bir irade-i şâmileyle herşeye bakabilir.Ve madem ulema-i İslâmın ittifakıyla, âyetlerin mânâ-yı sarîhinden başka işarî ve remzî ve zımnî müteaddit tabakalarında mânâları vardır.Ve madem  يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا   gibi hitaplarda, her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı Saadetteki mü'minler gibi dahildir. Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur'ân ve Hadis, ihbar-ı gaybîyle, ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.Ve madem hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyazî eskiden beri sağlam bir düsturdur ve kuvvetli bir emare olabilir.” KASTAMONU-186

 

“Ve madem âyetler, sâir kelamlar gibi cüz'î bir mânâya münhasır olamaz. Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten mefhum-u kelâmda dahil oluyor. Ve madem Necmeddin-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi pek çok ehl-i velâyet mânâ-yı zâhirîden başka bâtınî ve işârî mânâlarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde "Mûsâ (a.s.) ve Firavun'dan murad, kalb ve nefistir" dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur'a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir; şüphe edilmemek gerektir.” KASTAMONU- 188

 

---“Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddîn-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselerine, hattâ nefsin cüz'î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle âyâtı şahsî fikirlere âlet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hatâ eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.” ŞUALAR-419

 

---“Hem âyetin mânâ-yı işârî tabakasından riyazî ve ebcedî bir tevafukla üstadına karşı bir mânâ çıkarıp, hürmetine bir makbuliyet alâmeti olarak yazmış. Böyle şeylere yanlış denilmez ki, medâr-ı mes'uliyet olsun.” ŞUALAR-414

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 

 

 

1 “Hem Sûre-i Zümer, hem Sûre-i Câsiye, hem Sûre-i Ahkâf'ın başlarında bulunan الْحَكِيمِ تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَزِيزِ    âyât-ı azîmeleridir.” ŞUALAR-710

 

“Hadis-i şerifte varid olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve muttalaı ve her had ve muttalaın çok şücun ve gusunu vardır.  Ulûm-u İslâmiye buna şahittir. Bu meratibin herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahum yoktur. Fakat iştibak iştibahı intaç eder. Nasıl daire-i esbab daire-i akaide karıştırılsa, ya tevekkül namıyla bir betalet veya müraât-ı esbab namıyla bir i'tizali intaç eder. Öyle de, devair ve meratip tefrik olunmazsa, böyle neticeleri verir.” MUHAKEMAT- 47

Yukarı Çık