RÜŞTÜ TAFRAL AĞABEY KİMDİR?

“Hasların hayatı, Risale-i Nur’a aittir” diyen Üstad Bediüzzaman Hazetleri’nin talimatı dairesinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve bütün vaktini hakaik-i Kur’aniyeye  hasreden ve son nefesine kadar Risale-i Nur mesleğinin fedakar ve sadık bir hizmetkarı olarak yaşayan Rüştü Tafral ağabey Risale-i Nur’un tashih ve neşir vazifesi, Zübeyir ağabeyin istemesiyle Hizmet Rehberi ve Gençlik rehberinin genişletilmesi1, İttihad-ı İslam vb. derleme kitapların hazırlanması yanında Abdullah Yeğin ağabeye Risale-i Nur’un Büyük Lugatının hazırlanmasında yardımcı oldu. Risale-i Nur İndex&Fihristi, Esasat-ı Nuriye, İslam Prensipleri Ansiklopedisi eserlerini ve istikameti kaybeden bizlere sonsuz yardımcı yüzlerce ders ve derlemeyi emanet bıraktı. Allah Ondan ve O’na yardımcı olan tüm ağabeylerimizden razı olsun...

2006 Yılında Rüştü Tafral Ağabey ile yapılmış bir röportaj:

-Kaç yılında doğduğunuzu biliyor musunuz?

Rüştü Tafral: Nüfus kâğıdımda 1935 yazıyor. 1935 senesinde Rize vilayetinin Pazar kazasının Balıkçı köyünde doğdum. Ve 1950 sonrasına kadar çocuktum zaten, yaşımı tam bilmiyorum, sakal tıraşı olmuyordum, 15-16 civarında olabilir bilmiyorum, merhum Mehmet Birinci bizden yaya olarak yarım saat uzakta bir köyde onun evinde kalan iki zattan biri, Risale-i Nur’u da güzel anlamış bir zat, evinde kalıyordu. Remzi dayı diyorduk bu zata…

-Okul okudunuz mu?

Rüştü Tafral: İlkokul beşi bitirdim.  Okumaya meylim fazla idi. İlk mektebi başarı ile bitirdim. Başöğretmen illa “devamını okuyacaksın” dedi. Benim bir hacı annem vardı İstanbul’da. Çok fazla okumaya arzulu olduğumu öğrenince ısrarla “bana gönderin” dedi. Orada okutacak, biz de bir şey bilmiyoruz, tatildeyiz. Yaz tatili bitince annem beni kardeşine yani hacı annemize gönderecek. Teyzem İstanbul Göztepe’de oturuyor. Memleketimizde merhum Şaban dayı dediğimiz ihtiyar bir zat var. Biraz hocalıkla da alakalı ve otuz, otuz beş sene kadar İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı ile karşı sahil arasında kayıkçılık yapmış. Onun için Dolmabahçe’deki birinci reisin durumunu çok iyi biliyor ve de fazlasıyla muarız.

Konuşurken asabileşiyor, ağzından köpükler çıkarıyor. Neyse uzatmayayım. Bir dere var Küçükyalı’da. Doğu tarafında kum durumu var, batı tarafında da çakıllar. Biz çocuklar orada oturmuşuz. Şaban dayı cemaatini, ihtiyarları topladı, dehşetli bir şekilde konuşuyor. Ben böyle şeyleri severim. Fıtraten ilme merakım var. Görünce hemen gittim.

Çocuklar oynuyorlardı onları bıraktım. Oturdum onun halkasında, diğerleri ihtiyar ben daha çocuk. O birinci reisin aleyhinde veryansın ediyor ama açık ifadelerle. Çekinmeden anlatıyor. Onun o anlattıkları bana çok tesir etti. Onun üzerine ben kendi kendime, “mektebe gitmeyeceğim ve böyle bir okulda okumayacağım” dedim. Karar verdim kendi iç dünyamda. Hemen eve çekildim. Birkaç dakika içerisinde eve çıkılır, yalıdayız çünkü. Ama anam asabi ve döver de… Ben şimdi anama desem ki “okumayacağım” sopadan geçirecek beni. Korkuyorum haliyle ama ne olursa olsun karar verdim. Gideceğim anama diyeceğim ki, “okumayacağım.”   Bakalım ne yapacak? Gittim eve. Baktım anam elinde süpürge avluyu süpürüyor. Gözümü kapadım, çocuğum ya manzarayı görmeyeyim. “Ana ben okumayacağım” dedim. Doğruldu, “ah çocuk” dedi. Kaale almadı yani. Ama ben ağırlığımı attım. Okumayı bıraktım ama bende boşluğa düşmek gibi bir psikolojik hal meydana geldi. Tabi o yaşta lise, üniversite kitapları buldum, felsefe kitaplarını, metafizik kitaplarını, hayli kitap topladım. Onları okuyacağım da bu mektebin boşluğunu dolduracakmışım kendime göre. Fakat tabi o kitaplar bize ne verecek? Bayağı bir boşlukta bulunma hali oldu. İki sene devam etti. İki sene dediğim 1950’den sonrası yani Demokrat senesinin başlangıcı. O iki sene içerisinde biz bayağı eziyet, sıkıntı çektik.

-Çocuk yaşta ortaokul, lise kitapları ve felsefe kitaplarına başladınız. Peki, ilk defa Risale-i Nur’u ya da Bediüzzaman’ı ne zaman ve nasıl duydunuz?

Rüştü Tafral: O mektepten biz ayrıldık iki sene geçti aradan. Mektep arkadaşlarımdan ikisi yakın arkadaşlarım. Mehmet Birinci’nin köyünde idi. Bizden altı ay gibi bir süre önce Risale-i Nurlarla, evinde nurcu bir zat var elli yaşlarını geçmiş, Remzi dayı dediğimiz bir zat. Risale-i Nur’u biliyor ve de iyi anlıyor. O, Mehmet Birinci ile beş-altı ay meşgul oluyor, aynı evde kalıyorlar. Epey ilerledi Mehmet Birinci. Kelimeleri, kitapları var yazdırdı. Haberim yok hiçbir şeyden. Mehmet Birinci bu beş-altı aylık devreyi geçince iki arkadaşıma Asa-yı Musa’yı verdi. O zaman teksir Asa-yı Musa vardı. Saman kâğıt yok, pelür kâğıt yok. Yok, o zaman bir şey. Zımbalanmış bir kitap. Onu gönderdi bana. Onlar da fazla bir şey bilmiyorlar yani. Benim mektep arkadaşlarım. Bunu okusun dediler bana, onlar köylerine döndüler. Baktım Asa-yı Musa’ya bir şey anlamadım. Çok ağır geldi bana.

Hemen onların köyüne gittim. Yalıda bir oda var, eski bırakılmış yıkık bir şey. Orada bunlar bulunuyorlar, Mehmet Birinci, iki tane de benim mektep arkadaşım. Bazen eve de çıkıyorlarmış. Bu sefer oraya gittim. Kitap yanımda. Verdim Mehmet Birinci ağabeye. Açtım bir yer, burasını oku, dedim. İştahlı iştahlı okuyor. Bu sefer durduruyorum, kelimeyi soruyorum, mevzuyu soruyorum. Bir sayfa böyle okuduk. Aldım kitabı elinden, işaret koydum oraya, doğru eve. Kitabı odamda okurum. Doğru odama gittim, aynı yeri bir daha okudum. Baktım anlar gibi oldum. Devamını okudum yine de anlar gibi oldum. Tamam, dedim. Hemen Asa-yı Musa’yı baştan aldım. Sonuna kadar bilmediğim kelimeleri de bir kâğıda yazdım ve makasla kestim, alfabetik sıraya dizdim. Aynı kelimeden bir tane beş tane elli tane çıkabiliyor, onların bir tanesini aldım diğerlerini bıraktım. En sonda a’dan z’ye kadar geldikten sonra bu kelimeleri temiz bir deftere yazdım. Manası ne olacak?

-Kaç yaşınızdasınız?

Rüştü Tafral: Henüz daha sakalım yok. Yani yaşımı bilmiyorum ki soruyorsun.

-15 varmı?

Rüştü Tafral: Var. 15-16’ya yeni girmiş olabilirim. 16 diyelim biz, sağlam olsun biraz. Evet, ama 16 yaşında bir genç, Karadeniz’de Asa-yı Musa’yı eline alıyor, okuyor ve bilmediği kelimelerin manasını anlamak için adeta bir lügat çıkarıyor.

Lügat çıkartıyorum ama bir saydım, yazdığım kelimelerin miktarını tam 3000 kelime, Asa-yı Musa’ya ait. Neyse. Cami hocasına gidiyoruz. Bir Ahterî-i Kebir’i vardır. Arıyor arıyor, uşak yok bu kelimeler Ahtar’de. Tek kelimeler var ama sağlam bir lügat. Yani belli bir zaman içerisinde yüzde 80 kadarını tespit ettim lügatin. Tabi o zaman aradan beş-altı ay geçti. Kelimelerle haşir neşir olunca, tabi gençlik zekâ da iyi Allah’a şükür, kelimeleri aşağı yukarı anlar duruma geldim. Ondan sonra bana ders yaptırmaya başladılar, orada birkaç tane has nurcu var. En nihayet 1956 Martında askere gittim. Beş senelik nurcuyum. Askerde Risale-i Nur’u okumaya devam ettim.

-Nerede yaptınız askerliğinizi?

Rüştü Tafral: Erzincan. Uçaksavar taburunda idim. 24 ay askerlik yaptım. Ve orada beğendiler beni. Tabur komutanı olsun yüzbaşı olsun, bizi adeta elde tutuyorlardı. Orada bir ders vardı moral eğitim. Onu din dersi olarak tabur komutanı yazdırdı. Eskiler ve yeniler olduğu için 200 kadar asker var bölüğümüzde. Din dersi için askeriyenin malından bir kitap getirdiler. Baktım nedir diye, sonra kapattım. Çavuş al bunları götür, aldığın yere koy dedim. Risale-i Nur’dan ders yapmaya başladım. İki yüz kişiye ders yapıyorum. Tabi anlamaları için de biraz daha dikkat ediyorum. Askerliği o şekilde iyi manada bitirdim. 1958’de köye döndüm. 1959 Martında İstanbul’dan çağırdılar. Tamam, senin artık işin bitti, sen Süleymaniye’ye gel ve burada hizmete gir. Gittim ama anama demedim ben vakıf olacağım diye. Ne dedim ya, “hacı anneme gidiyorum” dedim. Hacı annem zengin, anam da seviniyor “hacı annesinin yanında zengin olacak, iş adamı olacak” diye.

Nihayet vakıf olarak Süleymaniye’de kaldık.

-Siz geldiğiniz zaman Süleymaniye’de kim vardı?

Rüştü Tafral: Ahmet Aytimur ağabey vardı. Fırıncı vardı. Hakkı vardı. Üzeyir vardı. Orada zamanla bize küçük bir oda verdiler.

-Ne yapıyordu Aytimur ağabey o zaman?

Rüştü Tafral: Aytimur ağabey Kiğili pasajında küçük bir ticaret yapıyordu. Kur’an basıyordu. Fazla bir şey yaptığı yoktu dünya bakımından ama dershanede kalıyordu tabi. Biz ise doğrudan doğruya vakıf olarak geldik. Küçük bir oda verdiler bana, ikiye iki, dört metrekare bir odunluk. Niye? Bazı yazılacak mektuplar vs. var, o işe bizi koydular. Bilen kişi kabul ettiler.

-Sizi Birinci ağabeymi tavassut etti?

Rüştü Tafral: Birinci ağabey ile aynı köydeyiz ki. Birinci “İstanbul’a gel” dedi biz de gittik. Birinci ile bir akrabalığımız da var gibi. Anamlar söylüyordu ben bilemiyorum tabi nasıl bir akrabalıktı. Kitapları tashih ile başladık.

-Sizin bazı hatıralarınızı okudum. Mesela Tahiri ağabey odaya girer hizmet ederdi, Sungur ağabey odaya girer hizmet ederdi, diyorsunuz. Nedir hizmet etmek?

Rüştü Tafral: Üstadın işlerine bakarlardı. Abdest aldırmıştık dedi bana Tahiri ağabey. Bazı beşeri ihtiyaçları için yardım ediyorlardı.

-Bizim bugün hizmetten birinin bir yerde bir şekilde koşturması gibi anlıyoruz. Ama anladığım kadarı ile siz Risale-i Nur okumaya hizmet diyorsunuz. Ben onu sormak istiyorum.

Rüştü Tafral: Evet, doğru. “Hizmet nedir?” dendi bana. Ben dedim, “biz yolda giderken büyükşehirlerde, levhalar görüyorum. Bankacılar da, hizmetin hududu yoktur falan diyorlar. O zaman hizmet, Risale-i Nur’da tavsiye edilen şey neyse onu yapmaktır, hepsi bu kadar.

Başka bir hizmet bizim Risale-i Nur dairesi içinde anlaşılmaz. Tebliğ, Risale-i Nurların neşri, Risale-i Nurların muhtaçların eline geçmesi için gereken yoldan yürümek. Gezmek tozmak değil de, medrese münasebeti dairesinde.

-Süleymaniye’de kaç sene kaldınız?

Rüştü Tafral: Beş-altı sene kaldık herhalde. 1967’de galiba öyle hatırlıyorum, Zübeyir ağabey ayırdı.

-Siz geldiğiniz zaman Zübeyir ağabey yoktu. Ne zaman geldi?

Rüştü Tafral: Evet, yoktu. 1961-62’de geldi.

-Ondan sonra Zübeyir ağabey ile kaldınız…

Rüştü Tafral: Aynı yerdeyiz, Süleymaniye. Başka medrese yok zaten.

-Bediüzzaman’ı niye görmediniz? 1959’da Süleymaniye’ye geldiğiniz zaman Üstad hazretleri sağdı. Merak etmediniz mi Üstadı?

Rüştü Tafral: Çok merak ettim fakat memleketteyken de nurcuyuz yani. Altı sene memlekette nurcuydum tabi. Fakat Üstada bizim bakışımız değişik. O zatın yanına gitmek için de çok fazla kalbi cesaret lazım. Onun için ben şöyle düşünüyordum. Yani İstanbul’a gittikten sonra bir cemaatin aralarına katılıp, o cemaatle Üstadın ziyaretine gitmek. O sorarsa o zat kimdir diye, o zaman beni söylerler Üstada. Çünkü ben, Üstada bakışımda bayağı heyecan yaşarım.

Hatta şimdi bile bu yaşımda Üstad sağ olsaydı yine gitmekten endişe ederdim. Yani Üstadın manevi şahsiyetinden çekiniyordum.

-Üstad ile hiç mi diyalogunuz olmadı?

Rüştü Tafral: Mektup yazdım. O zaman dediler ki, madem gitmiyorsun Üstada mektup yaz.

-Neredeydiniz mektup yazdığınızda?

Rüştü Tafral: Memleketteydik.

-Üstad hazretleri neredeydi?

Rüştü Tafral: O zaman Emirdağ’daydı. Üstad mektubumuzu dinleyince hemen mektup yazdırdı. Celal ağabeyin yazısı bu… Yani büyük bir adammış, anlayışlı bir adammış manasında. Henüz ben gencim. Risale-i Nur’un Mısır’da radyoda dersi yapıldığını anlatıyor, bize dua ettiğini yazıyor. Bu mektubu bir arkadaş sakladı da, benim şimdi yanımda var mı yok mu bilmiyorum. O arkadaştan aldım ben kaybettim mektubu.

-Üstad hazretleri o mektupta ne diyor size?

Rüştü Tafral: Dua ediyor.

-Eminim ki sizin ezberinizdedir o mektup

Rüştü Tafral: O mektubu okumakta zorluk var, hatırımda kalmadı. Yani dua ettiğini hatırlıyorum. Risale-i Nur’un bazı haberlerini yazdığını hatırlıyorum. Bunu iyi hatırlıyorum, ben şunu yazmıştım mektubun başlangıcında “Zülfikar-ı maneviyeyi tutan ellerinizden öperim.”

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ النُّورِ

Çok aziz müşfik Üstadım Hazretleri !

Evvelen Şuhuru-u Selase;Leyle-i Kadir ve bayramlarınızı ruh-u canımla tebrik eder eşrat-ı makbuleye mazhar dualarınıza âmin der, Zülfikâr-ı maneviyeyi kullanan ellerinizden hurmetle öperim. Arz ediyorum.

Kur'an-ı Hakim'in ayinedarlığında bulunup o envar-ı muazzamadan alem-i insaniyete aksettirdiğiniz nur ehl-i iman için muzmer hakaik-ı kevniyenin vuzuhan görülmesine ziya ve hakaik-ı gaybiyenin bakiyane müşahedesine dürbün; insanlık mertebelerinin a'lâ-yı iliyyin derecelerine sür'atle nurdan bir zat buyuruyor ve bid'alar zulûmatı içinde ve istilâsı anında cadde-i Kur'aniyeyi gösteren ve güneş altında birer projektör olmuştur. Ve tadadla bitmez.

Tavsifinden bizzarure aciz kaldığımız meziyetleri havi külliyatından bizi ayıracak beşeri kuvvet yoktur. Allah ebediyyen siz Üstadımızdan razı olsun. Evet Üstadım Hazretleri Nur külliyatı kainatın manasını; hilkatın gayesini ve marziyat-ı İlahiyeyi Kur'an hazinesinden öğretiyor. Bu külliyat canımız; cananımız; ona hizmet etmek en büyük gayemizdir.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 Duanıza çok muhtaç ve müştak talebeniz

Rüşdü Tafral

Bütün udebaların tavsifinden aciz kalacakları Nur külliyatı hakkında söz söylemekten çekiniriz. Siz üstadım Hazretlerine dersimden bir nebze arz ederim.

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşimiz Rüşdü,

Güzel mektubunuzu hasta olan Üstadımıza okuduk. Size çok selam ve dua ediyor. Siz de Üstadımıza dua ediniz. Elhamdülillah nurların futuhatı her tarafta fevkalededir. Hatta Mısır'da Hutbe-i Şamiye yirmi beş bin nüsha olarak basılmış. Şam radyosu da bayramın birinci günü yirmi dakika kadar Risale-i Nur'dan ve Üstadımızdan bahsetmiş. Bunları müjde olarak yazıyoruz. Orada bulunan cümle kardeşlerimize pek çok selam ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Tahiri, Zübeyr, Ceylan.

 

-Üstad hazretleri ile bir kere mi mektuplaştınız?

Rüştü Tafral: Bir kere mektuplaştık. Üstad geldi ben de İstanbul’a geldim. Görüşebilirim ama korkuyorum. Şimdi ben paşalarla görüşürüm fakat Üstadla görüşemiyorum.

-Üstad vefat edince pişmanlık duydunuz mu?

Rüştü Tafral: Zübeyir ağabey demişti ki, ‘Üstad vefat edince ağlayamadım ve merak ettim neden ağlayamıyorum.’ Ağlayamamış Zübeyir ağabey. Doğrusu bazı ağlatıcı hadiselerin içinde ağlayamama durumu da oluyor. Biz o zaman vakıfız. Arkadaşlardan parası olanlar arabayı tuttular, gittiler Urfa’ya. Biz sadece baktık çünkü para yok. Parasını bastıran gitti.

-Vefat haberini aldınız o hissiyatı hatırlayabilir misiniz?

Rüştü Tafral: Ankara’dan telefonla İstanbul’a bildirdiler. Tabi Üstad ölecek diye hiç düşünmüyorduk. Öyle bir anlayışımızda yoktu yani. Daha yaşayacak, yaşar yani Üstad diyorduk. Oldukça kötü oldu bize, yani manevi yıkılış manasına gelen bir ızdırap tarzı oldu. Fakat o kadar ezilme tarzında değil. Yani Üstadın vefat etmesi adeta doğrudan doğruya cennete gitti diye buna inancın neticesi olacak. Ondan sonra gazeteler İstanbul’da baskılar yaptılar.

-Zübeyir ağabey 1962’de İstanbul’a Kirazlımescit’e geldi. Zübeyir ağabeyi çok merak ediyorsunuz…

Rüştü Tafral: O devirde hakiki manasıyla Zübeyir ağabeyi bilmiyoruz. Mehmet Birinci’ye sordum; ‘Üstad vefat etti. Onun yerini koruyacak kime bakacağız?’ O zaman biz de yeniyiz tabi. Hatırlıyorum, ‘belki Hüsrev ağabey olur’ dedi. Sonra anladık ki Zübeyir ağabey kapalı. Kendisini kapatıyor. Sonunda anladık durumu. Süleymaniye hayatında birkaç sene kaldık. Oradan ayrılışımız 1967.

-1967’de ayrıldığınız zaman Süleymaniye’de kim vardı?

Rüştü Tafral: O zaman Süleymaniye’de oturmuş sağlam bir medrese sistemimiz yoktu.

-Ama meskûn kişiler vardır.

Rüştü Tafral: Evet. Zübeyir ağabey var, Ahmet Aytimur var, Ahmet Gümüş var. Mustafa Ekmekçi var. Eyüp Ekmekçi de var.

Fakat devamlı dershanede kalma hususu, sağa sola gitme değil de. Mehmet Kutlular bir zaman sonra geldi. Bizden sonra geldi. Süleymaniye’nin hizmet hayatını yüklendi. Sert bir zat. Medresenin nizamını kurmak cihetinde haklı bir zat. Yemeklerimizi ondan bekliyoruz. O bize yediriyor, içiriyor. Ve bazı ehl-i himmet ile de münasebeti var. Mesela biz Zeytinburnu’nda derse gidecektik, onun zamanında öyle olmuştu, Mehmet Kutlular’a takılıyorduk biz de. Çünkü yol parasını o verecek. O zamanlar böyle biraz sert mizaçlı. Ben ise öyle düşünmüyorum. Sert davranma tarzı bizim beşeri münasebetimiz dairesinde olmuyor. Biz oradan 1967’de ayrıldık.

-Niye ayrıldınız ağabey?

Rüştü Tafral: 1967’ye kadar kaldım. Zübeyir ağabey bayağı sıkıntı çekti. Gazete durumunun hareket tarzından…

-1967’de hangi gazete var?

Rüştü Tafral: İttihat, haftalık gazete. Öyle siyasi meselelere fazla girmediğinden bir derece makbul bir yoldan yürüyordu. Sonraları günlük gazeteye dönünce, merhum Zübeyir ağabey on sekiz maddelik bir yazı gönderdi. Onu Zübeyir ağabey yazdı, bana verdi. “Bunu çoğalt” dedi. Ben üç nüsha yazdım. Birinci nüshasını ben aldım, ikincisini de Zübeyir ağabeye verim. Üçüncüsünü de gazeteye gönderilmek için yine Zübeyir ağabeye verdim. Zübeyir ağabey bunu gönderdi. Sonra bir derste gazetenin genel müdürü Sabahattin Aksakal’dan sordum. Bizim bu yazıyı gönderdik, haberin oldu mu? Duydum, dedi sadece. Sen genel müdürsün orada nasıl duydun, göreceksin, bakacaksın. Yok, görmedim dedi. Göstermemişler ona. Biz o gazete hadisesinden dolayı ortaya çıkan çok dalgalanmalar oldu ama ben mümkün olduğu kadar kenara çekildim.

-Ağabey 1967’de ayrıldığınızı söylüyorsunuz Süleymaniye’den Zübeyir ağabey ile birlikte mi gittiniz?

Rüştü Tafral: Zübeyir ağabey benim odama geldi o küçük odama. Zübeyir ağabey geldiği zaman kapıyı tıklar girer. Bazen de kendi odasında ocağı var, çay yapar bana da getirir. Bu sefer geldi, diğer gelişlerine benzemiyor. Dertli, sıkıntılı biraz. “Sen gider misin?” demiyor. “Sen Haseki’deki yere git” dedi. Haseki’de de bir medrese var, boş. Oraya adam sokmuyor Zübeyir ağabey. Demek düşündükleri var. Ben hiç Zübeyir ağabeyin sözüne “neden?” diye de sormam. Eşyalarımı aldım doğru Haseki’ye gittim. Oradaki bir kat daireye yerleştim. Aradan birkaç gün geçti, kapı çaldı. Zübeyir ağabey… Dedi ki, “buraya nurcular gelmesin.” Onun üzerine Kutlular geldiğinde Zübeyir abinin yasakladığını söyledim.

Bana dedi ki; “niye biz nurcu değil miyiz? Niye biz dershaneye gelemiyoruz?” “Bana ne söylüyorsun git de onu Zübeyir ağabeye söyle” dedim. Bu yasağı koyan ben değilim ki. İki-üç gün sonra Zübeyir ağabey geldi. Kapıyı açtım. Yattığım yere geldi, yatakta oturdu. Baktı, “kardeş burada sakatlı oda hangisidir.” Yani az rutubet, rutubet çok orada. “Burasıdır” dedim. “Peki, ben de burada kalsam olmaz mı?” “Olur” dedim. Hemen benim yatağımı öteki tarafa aldım. Ona o yatağımı verdim.

Sonra Süleymaniye’den çağırdı. Kuş yuvası yapar gibi yavaş yavaş topladı. Eyüp Ekmekçi’yi çağırdı. Ahmet Dernekli, Ömer Yirmiyedi. Sonra Ahmet Tanyel, onu sonra aldık. Orada hizmet hayatına beraber başladık.

-O zaman mı kimse buraya gelmesin yasağı konuldu?

Rüştü Tafral: Oraya geldiğimizde Zübeyir ağabeye geliyorlar, görüşüyorlar. Zübeyir ağabeyden fikir almak değil, Zübeyir ağabey fikir vermekle, değiştirmek istiyorlar. Bu hususta çok şeylere şahit oldum.

-Bir örnek var mı?

Rüştü Tafral: Mesela bizim Tevruz’da iken orada geniş bir teras var. O zaman henüz kapalı değildi. Zübeyir ağabey de o bizim dershane dediğimiz kısmın doğusundaki odadadır.

Terastan Zübeyir ağabeyin odasının penceresi hemen görünüyor. Fırıncı geldi. Daha doğrusu üç kişi geldiler. Fırıncı, Mutkan, Birinci. Zübeyir ağabey bana dedi ki, “seni almaya gelecekler.” Nereden biliyor bilmiyorum. “Sen hacı annene geç” dedi. Ben hemen hazırlanırken, neden diye de sormadım yani, sonra tekrar geldi “geçme” dedi. İstanbul’da böyle bir gencin bırakılması iyi değil. Bu sefer tuttu “Sen odanda kal, kapıyı sen açma ben açacağım” dedi. Tamam dedim. Sonra geldiler. Zübeyir ağabey hemen kapıya gitti. O açtı, baktılar ki Zübeyir ağabey karşılarında. Mehmet Birinci sezdirmeden gitti, görünmedi hiç orada. Baktı ki Zübeyir ağabey devrede. Hemen anladı, biliyor Zübeyir ağabeyin durumunu, neler yapar diye.

Abdulvahit de içeri girdi tebessüm tarzında. Hol kısmında bulundu o da gitti. Fırıncı ise Zübeyir ağabeye takıldı. Zübeyir ağabey içeri aldı onu. Kendi odasına aldı.

Anlatıyor da anlatıyor Fırıncı. Ben de merak ettim. Dışarı çıktım oradan pencereden görürüm dedim. Gördüm. Zübeyir ağabey yatağında yatıyor, yatıyor derken uzanıyor uykuda değil yani, Fırıncı anlatıyor. Gençleri hareketlendirmek lazım, böyle lazım falan. Zübeyir ağabey de dirseğini dayıyor, biraz doğruluyor Fırıncı’ya, “ben senin dediklerini Üstadımdan işitmedim, Risale-i Nur’da görmedim, kafam çalışmaz” diyor.

Fırıncı yine kendi bildiklerini kendi anladıklarını anlatıyor. Tavrı Zübeyir ağabeye “evet” dedirtmek. Yani “bunları yapın iyidir, güzeldir.” Mümkün mü onun dediği ve yaptığı şeyler. Ben tabi sonradan gördüm bunları, işittim de.

-Sizi niye almaya geldiler? Nereye götürecekler? Ne yapacaklar?

Rüştü Tafral: Bir toplantıları var. Uhuvvet toplantısı adını vermişler. Ben tek kalacağım orada. Birkaç kişi, vakıf denen kişilerin toplanması var. “Sen niye bize katılmıyorsun da Zübeyir ağabey ile beraber yaşıyorsun” diye bizi zorlayacaklar.

-O zaman yalnız sizi mi yoksa Zübeyir ağabey ile kalanların hepsini mi?

Rüştü Tafral: Zübeyir ağabey ile kalanların derdinde değiller. Bana, seni alacaklar, dedi. Bunu nereden haber aldıysa…

-Zübeyir Ağabeyin o günkü gazeteye 18-19 maddelik bir yazı gönderdiğini söylediniz. Nedir bu maddeler?

Rüştü Tafral: Bu maddeler herkes tarafından biliniyor. Tekrar hatırlatmak isterseniz yayınlayabilirsiniz.

Madde-1: Salih Özcan imtiyaz sahibidir.

Madde-2: Mustafa Polat umumi neşriyat müdürüdür.

Madde-3: Gazetenin personelini tayin ve lüzumu halinde tebdil, umumî neşriyat müdürüne aittir.

Madde-4: Gazetenin politikası; sahibi ve umum müdürünün de dahil olduğu bir istişare heyeti tarafından tayin edilir. İstişare heyetindeki kimseler: Salih Özcan, Mustafa Polat. Abdurrahman Nuri, Halil Küçük, Ahmed Şahin, Rüştü Tafral, Mehmet Kutlular, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci’dir. Karar ekseriyetle verilir.

Madde-5: Sermaye 30 Ağustos 1968′e kadar Salih Özcan tarafından temin edilecek.. Sermayenin geri alınması, intişarın altıncı ayından sonra, ikibinden az beşbinden çok olmamak üzere çekilebilecek.

Madde-6: Gazetenin sahibi (Salih Özcan) Umumi neşriyat müdürü gibi maaş alacak ve sermaye olarak yatırdığı parayı tamamen çektikten sonra, artık para çekemiyecek. Kâr, gazetenin döner sermayesi olarak kalacak ve inkişafına sarfedilecektir.

Gazete kapandığı takdirde, sermaye ve mal durumu istişarenin kararına göre tasarruf edilecektir. Mukavelede değişiklik de ancak istişarede bulunanların kararına göre olacaktır.

Madde-7: Neşriyat Müdürünün işinden çıkarılma vesaire durumları müşaveredeki kimselere aittir.

Madde-8: Gazete Risale-i Nura aykırı neşriyat yaptığında, istişaredeki kimselerin kararıyla kapatılır. Sahibi ve neşriyat müdürü bu isimle bir gazete çıkaramaz.

Madde-9:  Kitap tanıtma işi, istişare kararıyla yapılır.

Madde-10: Gazetedeki neşriyatta, halde ve mazide Risale-i Nurun aleyhindeki kimselerin yazıları neşredilmez.

Madde-11: Risale-i Nuru devamlı mütalaa ile meşgul olup, Risale-i Nurun meslek ve meşrebiyle halen ve kalen yaşayan bir Nur talebesi, herhangi bir husus hakkında, Risale-i Nurdan ve Üstadımızdan me’haz göstererek tenvir ve ikaz edici bir şey söylerse, istişaredekiler onu kemal-i hürmetle dinleyecek ve nazara alacaktır.

Madde-12: Risale-i Nur parası, sermayesi elinde toplanan herhangi bir Nur talebesi veya Nur naşiri gerek re’sen, gerek dolayısıyla gazeteye ortak olamaz.

Madde-13: İstişaredeki kimselerden sahip, müdür ve orada memur olarak çalışandan başka biri, istişaredeki kimselerin izni olmadan gazetede maaşlı olarak çalışmayacak. Bu şahısların gazeteden maddeten istifadeleri hiç bir çeşit ve surette olmayacaktır.

Madde-14: İstişaredeki kimseler, burada (İstanbul’da) her zaman hazır oldukları için tercih edilmiştir. Bu itibarla Risale-i Nurdan ve Üstad’dan ve geçmiş hadisattan me’hazler göstererek de, herhangi bir Nur talebesi ile istişare edilebilir. Onun tenvirkâr fikirleri kemal-i hürmetle nazara alınır.

Madde-15: İstişarenin adabına son derece riayetkar olunacak. Müdavele-i efkâr ve istişare esasında cahillerin sıfatı olan laftan kuşkulanma, alınma, evham etme, kızıp tehevvüre gelme, bağırıp çağırma gibi amiyane şeylerden son derece içtinab edilecektir. Kanaatlara hürmet, muhabbet ve müsamaha bu kimselerin şiarı olacaktır.

Madde-16: İstişaredeki kimseler namına, onlardan habersiz olarak, istişare dahil bir kimse, başkalarınca sorulacak herhangi bir şeye, tek başına cevab veremez. Not alır, gelir istişare edeceklerle istişare eder.

Madde-17: İstişaredeki reyler arz ve izhar edilirken, indî, şahsî veya sair meslek, meşreb ve cereyanlardan mülhem şeyler söylenmekten kaçınılıp delil ve me’hazden, Risale-i Nurun meslek, meşreb ve tarzından ilham alınma ya çalışılacak ve rızay-ı Îlahi ile hareket edilecektir.

Madde-18: Dine hizmet gayesiyle olanlarla görüşüp konuşmalarda, başka cereyanlarda görünen iftira ve ittihamlarla, şöhretperestlik ve maddi menfaatlar gibi gayet çirkin manalar verilmiyecek. Mesleğimiz hüsn-ü zandır. Biz Müslümanız aldanırız, aldatmayız.

Madde-19: Gazetenin istişaredeki kimselerin re’yi ile çıkarıldığını halka; Mustafa Polat, Salih Özcan vesairleri tarafından suret-i kafiyede söylenmiyecek. Çünki hem gazeteye, hem hizmete darbeler gelir. Aksi takdirde istişaredeki kimseler, gazete ile alakalı olmadıklarını ilan edeceklerdir.

-Size filozof da deniyor. Nereden çıktı bu?

Rüştü Tafral: O zaman ilk devrelerde biraz felsefe ile de meşgul oldum.

-Risale-i Nurları tanıdıktan sonra da felsefe ile meşgul oldunuz mu?

Rüştü Tafral: O zaman oldum, o nam kaldı işte. İlk ortaya çıkış sebebini şöyle düşünüyorum. Yani bu adam filozof, bunun dediğine itibar edilmez.

-Ben öyle duydum. Nitekim geldim sizi ziyarete işte söylüyorum. O zaman çok gür, kıvırcık saçlarınız vardı. Başınızda Urfa ya da Van usulü yünden bir takke vardı. Bir kere gördüm. Ben de “bu gerçekten filozof” dedim sonra geri çıktım.

Onun için geliş şekli belli muayyen bir merkez değil de yayıldı artık bir yerlere. Bu Yeni Asya’dan başladı. Yeni Asya, bu adam biliyor, söylüyor, anlatıyor ama bu adam felsefecidir diyordu.

Haseki’de ne kadar kaldınız?

Rüştü Tafral: İki sene kadar gibi hatırımda.

-Saydığınız isimler; Eyüp Ekmekçi, Ahmet, Emin, siz, Ahmet Tanyel ve Ömer Yirmiyedi. Ne yaptınız Haseki’de?

Rüştü Tafral: Kitaplar basılıyordu. Bize de tashihat geliyordu. Tashih yapıyorduk ve de onu tekrar gönderiyorduk. Bu şekilde devam etti. Zübeyir ağabey de başımızdaydı. Fakat yani yine o dalgalanmalar var. O arada ortak bir yoldan yürüyoruz ama mesleki hayattaki olan yanlışlıklar Zübeyir ağabeyi rahatsız ediyor. Hatta bir gün, Zübeyir ağabeye “seninle bir yere gittiğimiz zaman dikkat çekiyor ve damarlar kabarıyor, biz beraber gitmeyelim. Daha iyi olur” dedim, tahrik etmemek için. Tamam dedi, kendisi gitti. Yeni Asya’daki arkadaşlarla görüştü. Şu teklifi yaptı, gelince bana söyledi aynen. Onlara dedim ki, “tamam hiçbir araya girmeyeceğim, size karşı olmayacağım. Ancak bir teklifi var. Hizmet hayatını has daire, bizim dar yerdeki dediğimiz hizmetlerimizle sizin geniş yer dediğiniz hizmetleri ayıracağız” diyor Zübeyir ağabey onlara.

-Kime?

Rüştü Tafral: Mehmet Fırıncı, Mehmet Kutlular, Abdulvahit. Bir ay sonra mı 15 gün sonra mı tam bilmiyorum ne kadardır tekrar gitmiş Zübeyir ağabey, tekrar aynı şeyi teklif etmiş.

-Yani teklif Zübeyir ağabeyden mi gidiyor?

Rüştü Tafral: Evet, Zübeyir ağabeyden.

-Hizmetlerimizi ayıralım mı diyor?

Rüştü Tafral: Ayıralım. Biz neşriyat hizmetini dershanede yapalım…

-Neşriyat deyince yine akla gazete geliyor da

Rüştü Tafral: Yok hayır. Biz Risale neşriyatını yapalım siz de geniş dairede bulunun. Hiçbir iğbirar duymayacağım. Üç defa Zübeyir ağabey gidiyor, “estağfurullah” diye cevap verdiler. O zaman gitmeyi kesti, artık olmayacak. E tabi Zübeyir ağabey bu konuda epey eziyet çekti. Zübeyir ağabeyin tarzı biraz değişikti.

Bir gün Mehmet Şevket Eygi İstiklal gazetesi sahibi ile Doğu gazetesi sahibi Necip Fazıl bir kitap yazdı. Çeşitli büyük zatların tarihçelerini bir kitap yaptı. Üstadı da aldılar. Zübeyir ağabey istedi, okuduk biraz tashih ettik, bazı yanlış yerler var. Necip Fazıl’a götürdük, fakat Necip Fazıl bunu kabul etmedi. Şevket nurcu tarafı gibi görülüyor, Zübeyir ağabey üzüldü. Bu sefer bizi yazıhanede topladı. Bekir ağabeyin pasajın arka tarafındaki odasında. Orada bir konuşma yaptı Zübeyir ağabey. Şevket Eygi’nin de yanlış hareket ettiğini, yanlış yaptığını anlattı. Biz oradan çıkacağız Haseki’ye gideceğiz Zübeyir ağabey ile. Çıktık yazıhanenin birinci kapısından. Derken Şevket Eygi’nin başı göründü yukarı çıkıyor bize doğru. Zübeyir ağabey kollarını açtı bir sarıldı Şevket Eygi’ye. ‘Kardeşim ben hastayım ziyaretine gelemiyorum.’ ‘Estağfurullah efendim bizim gelmemiz lazım’ diye birbirlerine iltifat ettiler. Biz devam ettik yolumuza. Şevket Eygi de içeri girdi.

-İçerde eleştirdi ama dışarı çıkınca Şevket Eygi’nin yüzüne eleştiride bulunmadı. Bunu nasıl yorumlamak lazım?

Rüştü Tafral: Buna şu denir; mesleki hayatın kurulmasında hassas olmak fakat İslam cemaatini de toplayıcı olmak. Esas bu. Ben bunu Sungur ağabeye anlattım. Sungur ağabey öyle düşünmüyordu. Bizimkilerin yaptıkları gibi vurucu kırıcı zannediyordu bizden geliyor diye. Masaya bir yumruk vurdu Sungur ağabey, ‘vay böyle ha’ dedi. Evet, ağabey dedim. Zübeyir ağabey İslam cemaatini dağıtmak için değil ama mesleği de korumak gerekli. Sungur ağabey de, mesele çok dedi. Teyit ve tasdik etti. Derken Haseki’ye geldik.

Haseki’de devam ediyoruz. Fakat meslek hayatının dalgalanmaları devam ediyor. Zübeyir ağabey de çalışıyor, uğraşıyor düzelsin diye fakat mümkün değil.

-Dalgalanan ne? Düzeltmeye çalıştığı ne?

Rüştü Tafral: Dalgalanan, dar dairede olan bizler gibi kimselerin aleyhinde bir durumun ortaya çıkışı vs. Geniş dairede o yoldan daha fazla ilerliyorlar. Geniş dairenin sahasında daha fazla ana kadro yığıyorlar, daha fazla insanları çekiyorlar.

-O zaman sizin söylemekten imtina ettiğiniz şeyi şimdi ben söyleyeyim. Doğru ya da yanlış deyin. Dar daire dediğimiz şey, cemaat içi irtibatlarda bazı kardeşlerin, ağabeylerin aleyhlerinde sıkıntılar oluşuyor. Dışarıda da siyasi arena içerisinde, içtimai hayat içerisinde olması gerektiğinden daha fazla oluşum oluyor. Doğru mudur? Söylemek istediğiniz bu mudur?

Rüştü Tafral: Doğrudur, bu. Tabi ki dini cemaatler bundan üzülüyorlar. Karşı çıkıyorlar. Âlem-i İslam’a kadar uzanıyor bu mesele. Zübeyir ağabey de düşünüyor illa ki. Çokları tarafından bilinmiyor. İçimize siyasi cereyan tarafından girenler var. Yönlendirici. İçimize sokulanlar var. Onlar da bizim bu malum arkadaşları celp etme, ciddi imkânlar veriyor. Ve de o tarafa doğru yollar açıyor. Geniş daireye doğru yol açıyor. Bu hususta elverişli birisi… Bu şekilde genişlemeyi medrese hayatımıza kadar getiriyorlar.

-Geniş daireyi medrese hayatımıza getiriyorlar ne demektir? Bizim bu konuştuğumuz 40-45 sene önceki olaylar. Şimdi tabi siz 45 sene önceki hassasiyetle konuşuyorsunuz. Ben bunu çok iyi anlıyorum. Sizdeki dava sorumluluğu ve Risale-i Nur bilinci bazı kelimeleri telaffuz etmekte zorlanıyorsunuz. Ben bunu çok iyi anlıyorum. Allah sizden razı olsun. Ama şimdiki nesil, bu sizin söylediğiniz şeylerden hiçbir şey anlamaz. Ama sizin, bizim, şimdiki nesile bir şey vermemiz lazım. Bakın geçmişte bu böyle olduğu için şöyle bir durum hâsıl oldu. Onun için böyle yapmayın, şöyle yapın diyeceğiz. Ne demek bu?

Rüştü Tafral: Siyasetle meşgul olan Şeyh Salih ziyarete gelince, gözümün önünde olan mesele bu. Zübeyir ağabey odasına çekti, kapıyı da kapadı. Bizim oradaki malum gençler merak edecekler tabi bu zat geldi acaba ne konuşuyorlar. Zübeyir ağabey bunları hesaplıyor. Ses dışarı çıkmayacak kadar hafif konuşuyorlar.

Benim dikkatimi çeken taraf bu. Konuşmalar bitiyor, aradan bir zaman geçiyor. Merak edenlerin merakını gidermek için sesi yükseltiyor. Neymiş, yine her zaman onun demiş olduğu hizmet, fedakârlık vs.

Mustafa Polat’a söyledi; “Bak Mustafa Polat, kardeşim bizim dershaneleri herkes bilmez ama sizin yeriniz herkese açık. Size her türlü kişiler gelir. Siz orada medrese hayatına, hizmete uygun kimseleri görünce tek tük bize gönderirsiniz. Basamak yaparsınız, gerisi size kalır yani ne yaparsanız yaparsınız” diye hikmetiyle beraber anlattı.

Hâlbuki biz görüyoruz. Mesela orada medresede vakıf olan bir kardeşi çağırıyorlar. Gel İstanbul’a gazete hizmetine diye. O da geliyor çağrıldığı için. Acaba doğru mu eğri mi nedir bu diye. Zübeyir ağabeyi dinlemek istiyor o zat. Yani o desin de o zaman gelirim yoksa gelmem, medrese talebeleri oraya gelir mi? Bekir Beyin yerinde bir toplantı yaptılar. Zübeyir ağabey de geldi oraya. Ben de oradayım. Zübeyir ağabey bir konuşuyor. Öylesine konuşuyor. Yani muayyenlik vasfında değil konuşması. Konuşması arasında bir zat, bir cümle kaptı, sakladı onu. Sonra Zübeyir ağabey çıktı gitti. O kardeş sordu, ‘Zübeyir ağabey ne dedi, gel mi dedi, git mi dedi? Anlamadım’ dedi. Dediler ki, ‘o kadar uzun konuşmasından seçilmiş bir cümle var. E sen bunu duymadın mı Zübeyir ağabeyden?’ ‘duydum’ ‘tamam o zaman gel demektir’ dedi. Hâlbuki hiç alakası yok. Ben dinledim orada gelme diyor Zübeyir ağabey fakat çok kaygan bir manada söylüyor. Nihayet kardeş kanaat sahibi olmadı. Bekir Beyin orada sağ tarafta bir oda var, karanlıklı biraz. Zübeyir ağabeyi o gelen zat orada yakaladı. ‘Ne yapayım ben, siz açık söylemediniz’ dedi.

Ben de o esnada Haseki’ye gidelim diye Zübeyir ağabeyi arıyorken oraya girdim, rast geldim yani. Zübeyir ağabey ayakta o da ayakta karşısında. ‘Kardeş, böyle ne yapıyorsun benim vücudum ispat eder, anlatır size.’ Hep çekiniyor yani benim gibi olman gerekiyor, ben medresede isem sen de medresede ol. Yine anlamadı adam geldi. Zübeyir ağabeye dedim ki; ‘ağabey siz kapalı konuşmaktan iyi anlamıyorlar onun için açık söyleyin.’ Buna benzer çok hadiseler var.

-Öğrenci olayları var, mahkeme var. Nedir bu mahkeme?

Rüştü Tafral: Evet. Bir genç, nurcu dostu gibi görünüyor. Milli mücadeleci de yine bizim dairemizde gibi görünüyor. Kanlı Pazar dedikleri bir yer var. Orada bu bir arkadaşımızın mahkemesi var. Mahkemeye verilmiş, bir cinayet işlenmiş, yaptı mı yapmadı mı diye. Bizimkiler bu mahkemeyi protesto etmek için mücadelecilerin çeşitli gençleri ile toplandılar Sultanahmet’te.

Zübeyir ağabeyin haberi oldu. ‘Kardeş bir araba tut. Hastayım ben’ dedi. Yani arabayla gideceğiz oraya, mahkeme yerine. Bir araba tuttum ikimiz gittik. “Sen araba içeri girmeden in” dedi. Biz anlaşmalıyız yani. “Ben hastayım mahkemenin avlusuna kadar gideyim sen arkadan gelirsin” dedi.

İkimiz beraber görünmeyelim diyoruz. Öyle yaptık. Zübeyir ağabey benden önce bu bazılarını dışarıda gördü ve onları halka yaptı. Şiddetle konuşuyor onlara. Çok şiddetli konuşuyor.

Zübeyir ağabeyin çok hararetli bir durumu vardı. Bir resmi vardı o anın, Şahiner çekmişti. Şahiner ne anlıyor biliyor musunuz? Bana anlatıyor sonradan. Zübeyir ağabey, bu yapılan maddi hareketlerin hoşuna gidiyor o da teşvik için gelmiş, diyor. Hâlbuki Zübeyir ağabey çok rahatsız. Hatta o günün akşamında beni yatırmadı. Odasında oturduk, sabah namazına kadar kaldık.

Dertlerini açtı konuştu. Namazdan sonra yattık. Haliyle öğlene kadar yatacağız.

-Dertlerini ne konuştu?

Rüştü Tafral: Ne konuştuğu meselesini bırakacaksın.

-Tamam, ne konuştuğunu detaylı söylemeseniz de şu meseleleri şöyle konuştuk diye söyleyebilirsiniz.

Rüştü Tafral: Bu yapılan hareketlerin Risale-i Nur’a çok ters düştüğünü anlattı. Bizim işlerimiz değil onlar, medrese ehlinin işi değil. Medreselere tek tek haber verilmiş, yarın bu saatte herkes orada olsun diye. Zübeyir ağabeyin bundan bir haberi yok yalnız. Sonra Zübeyir ağabeyin haberi oluyor.

Doğru mu? Zübeyir ağabeyin haberi olunca… Tabi bizim düsturlarımızda, prensiplerimizde, Risale-i Nur’un düsturlarında yok ki öyle bir şey. Müspet hareket var. Bu da müspet hareket değil.

Silahlar var dağıtılmış arkadaşlara. Bu yol bize kapalıdır. Bu yol olmaz, bize gitmez. Öteki tarafın daha hoşuna gider yani. O zaman orada çok şiddetli bir konuşma yaptı Zübeyir ağabey.

-Ne konuştu hatırlıyor musunuz?

Rüştü Tafral: Mesela bir cümlesinden söyleyeyim ama fazla değil yani. “Siz, Risale-i Nur’un dört temeline bombalar koyuyorsunuz. Gidin gidin Risale-i Nur size muhtaç değil, gidin” diye bağırıyor. Şimdi bizim Şahiner de kendisi anlattı. Hoşuna gidiyor, Zübeyir ağabey destekliyor diye zannetti.

-Risale-i Nur’un bu dört temeli hangisidir ağabey?

Rüştü Tafral: Dört temeli derken, binanın temeline bomba atıyorsunuz demek yani. Sonra bana Zübeyir ağabeyin onun için geldiğin zannettiğini söyledi. Ben alakası yok dedim. Ben sabah namazından sonra yattım ancak öğle kalkacağım.

Zübeyir ağabey yatağıma geldi. Zaman zaman gelirdi, bir kalem kâğıt sesleri ile kaldırırdı beni konuşacağız diye. Şimdi Zübeyir ağabey geldi, kalk kalk dedi. Acaba yangın mı var dedim ben de, Zübeyir ağabeyin hiç böyle dediğini duymamıştım. Hemen kalktım. Hemen git, yazıhaneye telefon et, dedi. Kimse var mı yok mu haber getir. Ben hemen fırladım gittim. Bizde telefon yoktu. Dershaneye telefon koymadık herhalde. Dışarıda bir telefon kulübesi var. İçinde kimse yok. Kapıyı çaldım kimse yok. O zamana kadar baktım ki Zübeyir ağabey aşağıya inmiş elektrik direği var ona tutunuyor, bekliyor. Kimse yok ağabey, dedim.

“Hemen bir araba tut,” dedi. Tuttum. Gittik doğru Cağaloğlu’daki binaya. Orada da Zübeyir ağabey dehşetli bir şekilde konuştu.

-Zübeyir ağabey size bir mektup vermiş. Ne zaman verdi bu mektubu?

Rüştü Tafral: Tevruz’da iken verdi. 1970 civarında verdi. Beni içeri çağırdı. Gittik. Yatağında oturdu ben de yatağın kenarında oturdum. Bana yazdığı mektubu uzattı. Bak dedi. Bakalım ne diyorsun. Ben okudum. İçinde olan meseleler açık isimlerle, o günkü benim anlayışım -yine aynı anlayıştayım- o şekilde onlara bu şeyi bildirmek bana göre değil.

-Şimdi isimleri söylemeden mektubu bize okuyun.

Rüştü Tafral: Yok. Mektubu okumak değil de muhtevasını. Muhtevasında, aklımda kalanları söylemeyeyim de, mevcut kadronun hareketlerinin hayli yanlış olduğunu anlatan, tepki gösteren bir mektup. Ben mektubu okuyunca bana evet, tamam diyecekse yazacağım daktiloda. Tamam demeyecekse kendisine vereceğiz. Ben fazla tesirinde kaldım. Bana, ne diyorsun mektuba dedi. Ben ağzımı açıp ta bir şey diyemedim. Orada bir küçük sobası var, sobaya işaret ettim. Kapağı var üstünden, teneke soba. Ben sobayı işaret edince mektup elimde. Peki, dedi. Döndü arkasını bana doğru, denize doğru oturdu. Ben de hemen gittim kapağı açtım attım içerisine.

-Zübeyir ağabey vefat edinceye kadar Tevruz’daydı değil mi?

Rüştü Tafral: Tevruz’da. Fakat şöyle bir şey oldu. Zübeyir ağabey zaman zaman karşı tarafta meşhur bir yer var ya Çamlıca, oraya giderdi.

Birkaç gün kalırdı. Bir gün beraber geldik buraya, çürümüş bir tahta var. Ben burada kalamam, dedim. Bir akşam kaldım döndüm. Kendisi dönerken boğaz vapuru ile dönüyor. Mart, hava soğuk, vapurda gidiyor. Güvertede oturdu bir kenara. Saçı var gibi görünür ama saçı yok, dikkatli bakarsan deri görünüyor. Orada başından üşüttü. Çok üşüttü ama.

On beş dakikalık bir mesafe vapur ile geliyor. Zaten böyle direnç durumu da fazla yok. Vapurdan çıktı ancak -hususi bir arabaları yok o zaman- Süleymaniye’ye kadar gelebildi orada düştü ve komaya girdi. Oradan da ahirete göçtü.

-Zübeyir ağabey vefat etmeden önce Tevruz’da iken kim ziyaretine gelirdi?

Rüştü Tafral: Fırıncı gelirdi. Abdulvahit gelirdi. Mehmet Birinci de ara sıra gelirdi ama Kutlular’ı hiç hatırlayamıyorum. Mehmet Kutlular bütün hayatını, siyasetini, politikasını, hizmetini, fikriyatını her şeyini Zübeyir ağabey üzerine tesis ettiğini iddia ediyor. Zübeyir ağabeyin fikri yapısı hep ortada. Nasıl olacak? Mehmet Kutluların de anlayışı, yaşayışı, fiili durumları ortada. Nasıl olacak ki?

-Yani uymuyor mu birbirine?

Rüştü Tafral: Birisi tamamen has dairenin içinde, birisi de geniş dairenin merkezinde.

-Zübeyir ağabey sağlığında iken başbakanla hiç görüştü mü?

Rüştü Tafral: Hiç zannetmiyorum

-Biz demokrat değil miyiz?

Rüştü Tafral: Biz demokrata hemen düşer diye bakıyorduk. Üstad hazretleri tasviben değil de tercihen demokrat dedi. Yani bu bundan daha ehven. Daha az zararlı. Şimdi tasviben olunca onun bütün şerlerine de ortak oluyorsunuz.

-Zübeyir ağabey demokratlıktan ne anlıyordu? Siyasetten ne anlıyordu?

Rüştü Tafral: Birkaç defa Zübeyir ağabeyin dediği bir şeyi anlatayım, hepsine birden cevaptır.

Ayaktadır Zübeyir ağabey, şöyle derdi bize birkaç defa, “Demirel pamukel, öyle de olur böyle de olur.” (avucunu bir aşağı bir yukarı çeviriyor) Şimdi biz Demirel’in partisine rey veriyoruz. Zübeyir ağabey de onun partisine rey veriyordu fakat ehven-i şer olarak. Şimdi bir partinin liderine öyle de olur böyle de olur denmez ama Zübeyir ağabey Üstaddan gördüğünü söylerdi. Öyle de oldu zaten.

-Peki, o sıralar Mehmet Kutlular Yeni Asya’nın başında iken Demirel ile görüşüyordu. Zübeyir ağabeyin buna tepkisi var mıydı? Hatırlıyor musunuz?

Rüştü Tafral: Bu hadiselerde Zübeyir ağabeyin hiç razı olmadığı gözümüzle, kulağımızla bildiğimiz bir meseledir. Yeni Asya’nın ilk devrelerinde gazete yok da haftalık mecmua var. Bir dereceye kadar siyasetten daha çok ilmi meseleler gibi durumlar vardı. O zaman Zübeyir ağabey fazla muhalefet etmedi. Gazeteye dönüş yaptıktan sonra, orada fazlaca siyasi ve siyasi gruplarla mücadeleye girince Zübeyir ağabey artık olamaz dedi. Fakat fiilen ortaya çıkıp ilan etmedi.

-Neden?

Rüştü Tafral: Nedenini doğrusu Zübeyir ağabeyden sormamız lazım ama Zübeyir ağabey de berzah âleminde nasıl soracağız? Tahiri Mutlu ağabey cevşen okur ve ağlardı

-Tahiri Mutlu ağabey ile kaç sene kaldınız?

Rüştü Tafral: Zübeyir ağabeyden fazla. Zübeyir ağabeyden sonra 1977’ye vefatına kadar. Gündüz kaylule dersini yaptırdı, gece de ahirete gitti.

-Tahiri ağabey Tevruz’a ne zaman geldi?

Rüştü Tafral: Evvela Haseki’ye geldi.

-Siz Süleymaniye’den çıkınca Tahiri ağabey orada mıydı?

Rüştü Tafral: Zaman zaman geliyordu. Fakat Haseki’de teksir çalışmasının başına geçti. Biz Tevruz’a geldik. O da bir süre sonra geldi. Vefatlarına kadar bulunduk.

-Tahiri ağabeyi nasıl ifade edersiniz? Nasıl anlatırsınız?

Rüştü Tafral: Tahiri ağabey gıybetten çok kaçar. Hizmet bakımından ele alırsak, neşriyat dairesinde hep bulundu. Neşriyat dediğimiz de Risale-i Nur neşriyatı.

-İbadeti nasıldı? İbadetini çok anlatırlar sanki çok farklı ibadet ediyormuş gibi.

Rüştü Tafral: Çok dikkatli ve takvadarane idi. Bir gün Tahiri ağabeyin elinde sabunla beyaz bir bez var, mestinin boyasını çıkartıyor. “Ne yapıyorsun ağabey” dedim. “Bu boya olunca mest olmuyor dediler” dedi. 

-Bir de biri bir şey söylerse inanmazmış, tahkik ettirirmiş.

 

Rüştü Tafral: Güvendiği kimsenin dediğine inanır hemen. Su-i zanlı değil. Bir gün bir iş için odasına girdim. Oturmuş, elinde Cevşeni var, gözlerinden devamlı yaşlar damlıyor. “Sonra konuşuruz” demek istedim ve çıktım. Ertesi gün dedi ki, “çok tatlı lezzetli oluyor.” Cevşen okuyor ve ağlıyor.

-Arapçayıda biliyor muydu?

Rüştü Tafral: Hissediyordu. Katiyen aleyhte bulunmak gibi şeyler yapmazdı. Çok çekinir ve korkardı. Çok halim selim bir hayatı vardı. O’nun hayatına muttali olan kimsenin O’na hürmet etmemesi mümkün değildi. İlla ki vicdanı bozulmuş olsun. Haseki’de abdest aldım kendi odama geçeceğim. Tahiri ağabey de ortada durdu. Bana havluyu uzatıyor. Ben çekindim. Israr etti al diye. Böyleydi Tahiri ağabey.

-Üstad hazretleri Tahiri ağabey için ‘Melekler bile ondan hayâ eder’ demiş

Rüştü Tafral: Doğrudur. Risale-i Nur’un faziletinden fazlaca almış. Çünkü çok fazlasıyla itimadı var Risale-i Nur’a, Üstada.

-Zübeyir ağabey ve Tahiri ağabey ile beraber kaldınız. İkisinin beraber sohbetini hatırlar mısınız?

Rüştü Tafral: Tahiri ağabey istiyor ki ben hemen odama geçipte masa başına geçmeyeyim. Ben de öyle alışmışım. Biraz ikindi namazından sonra oturup sohbet edelim. Ben nereden bileyim ki Tahiri ağabey öyle ister. “ahi, hemen kaçıp odana gidiyorsun. Biraz otur da sohbet edelim.” Oturduk.

Lahika mevzuunu açtık. Lahikalar nedir? Çok dikkatimi çekti. ‘Parası benden hemen gidip teksir makinesi alacaksın’ dedi. ‘Ağabey akşam oldu şimdi bütün binalar kapalıdır.’ ‘Yok, Allah bizim için bir binayı kapattırmaz.’ Hemen çıktım. Bizim Erol’a gittim. Bakırköy’de bizim bir  arkadaşımız var onu buldum. Bize tüm dökümanları getirdi ve o makineyi hemen aldık. Tahiri ağabey ile lahikalar hazırladık. Lahikaları da biraz geniş tuttuk. Tahiri ağabey o günkü şartlarla zengin bir zat değil.

Bütün parasını verdi ve teksir makinesini getirtti biz de başladık. Bu herkesin yapacağı fedakârlık tarzı değil. Tahiri ağabey bir şeyin doğruluğunu anlayınca hemen onu icraata sokar.

-Bu soruyu sorunca aklımdan şöyle bir şey geçti. Tahiri ağabey ile Zübeyir ağabey karşı karşıya oturup birbirleriyle, ‘Hatırlıyor musun Üstad hazretleri…’ diye başlayan sohbet ediyorlar…

Rüştü Tafral: Yok, o tarz yapmadılar. Zübeyir ağabeyin tarzı fedakârlık… Tahiri ağabeyin ise dini hayatta samimiyet.

Zübeyir ağabeyin biraz daha farklıdır. Çağırdı beni. Odasına gittim. Elime bir gazete uzattı. Aldım oturdum. Fetih gününün İslami bir gazetesi. Birinci sayfasında Fatih hazretleri atına binmiş. Gazetenin altında baştan başa tek satır bir yazı var. Buna bak, nasıl buldun? Baktım, iyi, dedim. Bir daha bak, dedi. Bir daha yazıyı okudum, heceledim. İyi, dedim. Bir daha bak, dedi. Üçüncü defa iyi deyince sordu. ‘Bu resim kaç yaşlarında görünüyor?’ 50-55 civarında, dedim. ‘Peki, Fatih İstanbul’u fethettiğinde kaç yaşındaydı?’ 20 küsur yaşındaydı, dedim. Yatağında otururken kalktı, heyecanlandı biraz. ‘Burada parmak var. 50-55 yaşlarında bir kumandanın böyle bir fetih yapması tarihen mümkündür hatta memuldur. Fakat 20 küsur yaşlarındaki bir gencin böyle bir fetih yapması tarihen memul değildir. Bunu gizlemek için yaşını büyük gösteriyorlar burada. Ve bu gazete İslami bir gazete.’

Seyyid Kutup’u idam ettiler. Onun arkadaşlarından bir profesör İstanbul’a geldi. Kaçtı gibi duydum ben ama geldi. Nurcular ile görüşmek istiyor. Kavurmacı’nın evinde -evi biraz geniş, birkaç oda iç içe açılıyor, epey kişi alıyor- arkadaşlar doldu. Benim de dersim Zübeyir ağabey tarafından Yüksek İslam’a verilmişti. Fakat o gün ben birisini kendi yerime gönderdim profesör geleceği için. Kavurmacılar’ın dersine geçtim.

Zübeyir ağabey gelecek, gelen profesörle Zübeyir ağabey konuşacak. Nurculuk meselesinin malumatını verecek. Fakat Zübeyir ağabey yok ortada. Cemaat hep orada. Ben de merak ettim. Bakayım Zübeyir ağabey nerede. Mutfağa girdi dediler. Baktım mutfakta yuvarlak bir şeyde ağabey oturuyor. Sen buradasın dedim. Evet, dedi. Kalabalığa girdim. O zat, profesör geldi ve bir yerde oturdular. Ondan sonra Zübeyir ağabey girdi. Tabi Zübeyir ağabey girince, millet ayağa kalktı. Bu profesörün dikkatini çekti. Bu adam farklı bir adam demek ki. Herkes geliyor, oturuyor ama Zübeyir ağabey gelince herkes kalktı. Zübeyir ağabey onun dikkatini Risale-i Nur’dan istifade ettirmek için konuşacak, konuşmasında dikkat sağlıyor.

Yani, Zübeyir ağabey önceden gelip oturuyor olsaydı profesör geldiği zaman Zübeyir ağabey onun önünde kalkacaktı, hoş geldiniz diyecekti mecburen. Ama o zaman da profesör, oradaki onlarca adamdan biri gibi davranacaktı Zübeyir ağabeye. Zübeyir ağabeyin her konuşmasının da bir tesiri olmayacaktı, sıradan bir insan gibi tesir gösterecekti. Ama Zübeyir ağabey sonradan girip, bütün cemaat Zübeyir ağabeye teveccüh edince ‘Allah Allah, bu önemli bir adam galiba’ diye düşündü profesör. Ve ondan sonra Zübeyir ağabeyin her kelimesi o profesörün beynine nakş olunacaktı. Öyle de oldu zaten.

Benim çok dikkatimi çekti. İyi ki ben Zübeyir ağabey nerededir diye aradım ve O’nu mutfakta gördüm. Mesela buna benzer çok hatıralar var da hatıra gelmiyor tabi ki. Konuşurken bazen böyle tedayil oluyor. Zübeyir ağabeyin böyle ince düşünceleri vardı.

-Tahiri ağabeyin vefatından sonra ne yaptınız?

Rüştü Tafral: Yirmi gün kadar yattım, Tevruz’a yakın bir dershanede.

-Koca Mustafa Paşa’da?

Rüştü Tafral: Evet. Sonra kalktım. Zübeyir ağabey zamanında iki sene yattım ama burada yirmi gün kadar yattım öyle hatırlıyorum. Ondan sonra mutat dersimize, hizmet hayatımıza devam ettik.

-Tek başınıza mı kaldınız?

Rüştü Tafral: Hayır. O zaman yanımızda birkaç tane kardeş vardı. Bir kısmını Tahiri ağabey göndermişti. Buradan gitsinler dedi bana. Onların dershane hayatındaki yaşayışlarını beğenmedi.

-Derse nereye gidiyordunuz?

Rüştü Tafral: Benim derse gidiş şeklim şimdiki gibi. Yani derse gelsin ders yapsın diyenler var. Oraya gidiyorum. İlaveten derslere gitmiyorum.

-Yani diğer dershanelere gitmiyordunuz? Bir nevi kendinize ait bir hayat çizdiniz?

Rüştü Tafral: Kendime ait derken, Zübeyir ağabeyin anlattıkları vardı. Bir medrese hayatı nasıldı, nasıl olacaktı? O meselede -şimdi biz bunlara girmiyoruz- oldukça hassas Zübeyir ağabey.

-Medrese hayatının nasıl olması ile ilgili niye girmeyelim ki o meseleye?

Rüştü Tafral: Yirmi yedinci söz içtihat bahsinde anlatıyor Üstad. Asr-ı saadetin hayatıyla, sahabe devresinin içtimaiyatıyla, şimdiki içtimai hayatın mevcut durumunu mukayese yapıyor orada. O zaman sadece Allah Kur’an ile bizden ne istiyor diye merak ederler, bunları konuşurlardı. Muhaverat-ı İslam buydu. Ve de o cemiyette bulunan bazı müstaitler de o manada gelişiyorlardı, diye bir izahat şekli vardı. Bunun hemen devamında şimdi ise ahir zaman fitnesinde üç hastalıktan bahsediyor.

1.Hayat-ı dünyeviyenin temini

2.Siyaset merakları

3.Felsefenin hevaları

-Şimdi bu felsefe derken ben merak ettim, Üstad ne demek istiyor felsefe derken? Siyaset belli, dünya hayatı belli felsefe nedir? Birazda sizin konunuz olduğu için…

Rüştü Tafral: Evet. Baktım Risale-i Nur’da felsefe dendiği zaman, müspet fenlerin mana-i ismi ile ele alınıp düşünülmesine felsefe diyor Üstad. Yani mana-i ismi ile olunca o bahis o ders felsefi oluyor ve de şirk noktasında kapı açıyor. Esbapperestlik, tabiatperestlik gibi. Onun için medrese hayatında, Zübeyir ağabey de aynı şeyi söylüyordu, bugünkü cemiyetin üç tane hastalığı dedik ya, dünya, siyaset ve felsefi düşünce tarzı olmayacak. O medresenin medrese olması için. Varsa o zaman geniş dairede hizmetler denetlenecek, karıştırılmayacak yani. Veya yok olacak, onlar bu asrın üç tanesi olmayacak. Asr-ı Saadetin yolunda gayret edilecek. Bütün konuşmalar o olacak. Yani şimdi öyle değil. Bakın şunu astım ben medreseye, sohbetler nasıl olmalı diye. Yok. Dershaneye arkadaşlar geliyor, bakıyorsunuz kafasında ne varsa onları mevzu ediyor ders başlayıncaya kadar, susturamazsın. Biz öyle görmedik. Zübeyir ağabey de asla öyle kabul etmiyordu.

-Onun içindir ki siz, o zaman olan medreseleri kendinize uygun görmediğinizde o medreselere gitmiyordunuz.

Rüştü Tafral: Evet. Şöyle yaptık. Baktık ki bazı arkadaşlar var. Bu anlayışa deyamet gösteriyorlar, bizim dediğimiz bu manaya. Gel ders yap diyorlar, gittik oralara, derse gittik. Yoksa rastgele herkesin isteğine uymadık, uyamazdık zaten. Çünkü o şekilde oradaki havaya uygun bir yoldan yürüyemeyiz. Mesul oluruz yani.

-Tevruz’dan ayrıldınız.

Rüştü Tafral: Tevruz’dan ayrıldık, Yeni bir dershane, Medine apartmanına geçtik orada. Oradan da Fındıkzade’ye geçtik. Orada epeyce kaldık. Oradan Zeyinburnu’ya geçtik, oradan da Fatih’e geçtik.

-Peki, her ayrıldığınız dershaneyi bırakıyor musunuz, kapatıyor musunuz?

Rüştü Tafral: Arkadaşlara bırakıyoruz. Vakıflar yetişiyor, onlara emanet ediyoruz.

-Risale-i Nur ahir zaman fitnesi karşısında ıslahçı bir harekettir. İttihad Yayınevi kanalıyla yayınlanan 40'ı aşkın Risale-i Nur'da ihtisaslaşmış çalışmalarınız, eserleriniz, derlemeleriniz çıktı. En mühimmi de İslam Prensipleri Ansiklopedisi ve sanıyorum 4. baskıyı yaptı.

Şimdi bu çalışmaların ağırlıkla 2 konuda yoğunlaştığını görüyoruz. Birisi İttihad-ı İslam (İslam Birliği), ikincisi de Nur Talebelerini hatalı hizmet tarzından alıkoymak için, Risale-i Nur'un asıl temel mesleki unsurlarını hatırlatıcı, ikaz edici çalışmalar, hizmet düsturları…

Neden, siz kendinize bu iki sahayı seçtiniz? İttihad-ı İslamı tahşidad ve Hizmet Düsturlarına bağlılığı hatırlatıcı, ikaz edici çalışmalar.

Rüştü Tafral: Şimdi hepimizce malum, "vazifelerin tercihinde" hadiseler çağırır, şimdi merhum Zübeyir Ağabeyle, İstanbul'da 5-10 senelik hayatımız var biliyorsunuz. O dönemler bizim Nurculuk bünyemizde Risale-i Nurun açıkça "hayır olmaz" diye belirtmiş olduğu düsturlarımıza hizmet prensiplerimize aykırı düşen, fakat hizmet prensipleri manasında ortaya konulan durumlar oldu. Merhum Zübeyir Ağabey (Zübeyir Gündüzalp) bundan dolayı çok üzüldü.

-Yani siyasete bulaşmak, gazetecilik gibi mi?

Rüştü Tafral: Evet, yani usulsüz bir şey. Siyaset-i İslamîye olsa, pekâla diyeceğiz. Kaçmaktan başka çare bulamadım. Uzun zaman, Süleymaniye'de beraberken yani, Anadolu'daki Risale-i Nur Hareketinin beyin manasındaki merkezi olduğu halde, biz ikimiz oradan rutubetli bir eve geldik ve ikimiz orada sanki yasak bölgedeyiz, kimse bize gelmiyor, yani Nurcular gelecek diye korkuyorlar. Artık anlayınız ki Zübeyir Ağabey ne kadar üzülüyordu bu durumdan, O, mesul makamında aynı zamanda. O cihetten Merhum Zübeyir Ağabey ile olan görüşmelerimiz konuşmalarımız, istişarelerimiz bu istikamette yürüyordu. Haliyle durum bizi de düşündürüyordu, ne olacak, bu işin sonu neye varacak bu şekliyle diye. Biz ortadan çekildik Zübeyir Ağabeyle beraber. Hatta bazıları bizi bulmak için gazeteye ilan vermiş, bizim yerimizi bilene mükafat verecek. Ondan sonra biz gele gele Tevruz dershanesine geldik.. Tevruzda biraz gelme gitmeler açıldı. Fakat hizmet adına devam eden yanlış yürüyüş, giderek daha arttı. Zübeyir Ağabey 1971 başlarında vefat etti.

-Ama köşenize çekilip sessiz kalmadınız zannediyorum, 1980'lerde özellikle bu derlemeleri, İttihad-ı İslam derlemesini, hizmet düsturlarını anlatan çalışmaları, teksir makinesiyle çoğaltılıp Anadolu'daki binlerce dershanede görmeye başladık. Yani Nur Talebelerinin hizmetteki istikameti, Said Nursi Hz.lerinin esas mesleğine davet eden çalışmaları görmeye başladık.

Rüştü Tafral: Zübeyir Ağabeyden sonra Tahiri Ağabeyle biz, beraber kaldık. Tahiri Ağabey bu vaziyet karşısında bana destek verdi, hatta o zaman kendi parasıyla bana teksir makinesi aldı. İlk teknik girişimimizdi bu, onunla bu daireye -bu hizmet hareketine- geçtik, o zamana kadar böyle şeyler yoktu, yani yapardık ama imkanlar yoktu fazla..

-Tahiri Ağabey Üstad'ın en yakın talebelerinden ve Üstad "Tahiri evliya bir zattır ama Allah kendisine bunu bildirmesin" demiş öyle mi?

Rüştü Tafral: Evet, Üstad bizzat böyle söylemiş. Gerçekten de evliya bir zattı fakat kendisi bilmiyordu. Hatta Üstad kendisine "Tahiri, keramet mi istersin istihdam mı" demiş. "Üstadım istihdam isterim" demiş. Allah onu yönlendiriyor manevi cihetten. İşte Üstad o zaman demiş Tahiri Ağabeyin evliya olduğunu. Hakikaten onunla beraber vefatına kadar geçen 10 seneyi aşkın bir beraberlik sırasında onun gerçekten bir Veli olduğu kanaatine vardım. Tevazu ve ihlası, o kadar üstün derecede yani, bizzat gördük hatta zaman zaman onun o tevazuundan dolayı ağladığımda oldu.

-Neden Nur Talebelerini hizmetin asıl temel düsturlarına çağırıcı derlemeler yayınladınız?

Rüştü Tafral: Mektubat'ta var.. niye İmam Ali Hz.leri hakkında rivayetler çok da diğer sahabeler hakkında fazla yok. Çünkü İmam Ali Hz.lerine karşı hücum fazla olduğundan, alimlerimizin en çok O'nu anlatma gereği hasıl oldu yani, ihtiyaca göre hareket ettiler. E şimdi bu Risale-i Nurun meslek hayatı giderse, bu iş biter. Yani Nurculuk faaliyetinin müessiriyeti, hakikat-i aslı gider. Ne Nurculuk adı kalır, ne de adının içerisinde bulunan anlayış ve hareket tarzı da Risale-i Nur'a uygun olan bir hareket olur. O zaman biz o dershane içerisinde oturur, cehennemlik oluruz.

-Peki Nurculuk deyince ne anlamalıyız?

Rüştü Tafral: Benim Nurculuk denince ilk anladığım şey: Risale-i Nur Hareketi, ahir zaman fitnesi, beynelmilel Fitne Cereyanı malum, karşısındaki Kur'an Hareketidir… Rivayetlerde de bu şekildedir. Mesela ben merak ettim Kütüb-ü Sitte'nin son kısımlarında Kitab-ül Fiten Bölümü vardır. Tamamına baktım, yazdım, çizdim, notlar aldım, çok manidar.. Diyebilirim adeta asrımızın haritası. Yani ahir zaman fitnesinin haritası gibi geldi bana. Hatta benim bu hususta bu bilgisayarda bir derlemem var, yani senin bunu soracağını bilmediğim halde bu günlerde öyle bir çalışma içine girmiştim. Yani "Risale-i Nurun, fitne karşısındaki vazifesi ve tarzı" konulu 3 sayfa kadar bir derleme yaptım, bana da çok tesiri oldu.. belki de neşrederiz onları. Bunu bir Nurcu illa ki bilecektir ama maalesef bugünki Nurculuk dünyamızın büyük bir çoğunluğu bu manada düşünmüyor.

Risale-i Nur ahir zaman fitnesi karşısında ıslahçı bir harekettir. Bu bilinecek ve o gizli, sinsi, Fitne Cereyanına karşı, kalbinde mutlaka nefret gerekiyor. En azından bu, Kütüb-ü Sitte'de var, Risale-i Nur'da da vardır. Mesela -Dost- derecesindekileri tarif ederken, bu bid'atlara bulaşsa bile, kalben reddetmiş olacaktır, bu şart, o yoksa Dost da olmuş olmaz. Niye? Niyesi belli yani bu asırda iki tane yol vardır. Birisi İslamî hayat yolu, diğeri de ona karşı olan sinsi Münafık Cereyanın yolu. Yani bu zamanda sadece yemek, içmek, ve yatmaktan ibaret olan bir hayat, fazlasıyla basit, lakayt ve şuursuz bir durum arz eder. Bir müslümanın hali bu şekilde olamaz, hele hele bir Nurcu zaten buna karşı cihadda vazifeli.

Bu bakımdan bunu çok eksik gördük biz. Hatta bazılarında bid'at tarafını müdafaa edebilen boyutta manzaralar göründü. Eee o zaman biz duramayız ki, yani bir şeyler yapacağız, yazacağız, çizeceğiz. Ben dersleri daha çok bu istikamette yaparım. Niye? Çünkü, ihtiyaç bu yönde. Vaziyete göre ihtiyacın durumu yönlendiriyor seni böyle böyle işler yapman gerek diye. Bu bakımdan halen de aynı yoldan yürüyorum.

-Bu yaptığınız çalışmaların, derlemelerin, Anadolu'ya ve İstanbula neşredilmesi neticesinde, o bid'atlara bulaşan ve hatalı hizmet tarzına yönelmiş olan gruplarda, değişim veya bir ıslah olmuş mudur sizce?

Rüştü Tafral: Bazılarında değişim oluyor fakat bu malum Sinsi Cereyan, kimin ne yapıp ne yapmadığını biliyor. Bunlar içerisinde bazı garazkârları da çalıştırıyor aleyhimde. Bunu ben yakinen biliyorum, bu bakımdan onların bulantıları var, destek olacakları yerde köstek oluyorlar. Bu bakımından mevcut Cemaatin şu andaki durumu oldukça avami hatta avam dahi diyemiyorum, Ahir zamanda avam durumu geçerli değil, avama da tahkiki iman dersinin verilmesi lüzumunu anlatıyor Üstad Hz.leri. Bu itibarla keyfiyet önem arz eder ve sen de az olmayı esas alacaksın.

-O zaman keyfiyeti değil de kemiyeti, çoğalmayı esas alan Nur talebelerinde, bu tür hizmet esaslarından Risale-i Nur'un asıl prensiplerinden kayma, uzaklaşma durumu ortaya çıkıyor öyle mi?

Rüştü Tafral: Evet aynen öyle oluyor. Halbuki Tekasür Suresi bu mevzuyu baştan sona kadar anlatıyor. Tabi anlayanlar için. O bakımdan, Risale-i Nur'da da keyfiyyet esastır. Neredeyse bir asır önce yazılmış Muhakemat'ta iki satır var, çok dikkat çekici, bilmem senin hatırında mı, ta o zaman şöyle söylüyor Üstad:

"Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren (bu vermiş olduğu taraf düşman değil, bizim İslam dairemiz) ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât (o zamanki avamın ilmi) ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...Hem de itikadımdır ki: İstikbalde hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyettir."

Hak neşvü nema bulacaktır da, kişi çokluğunu kastetmiyor burada. Hak bütün kuvvetiyle ortada, fakat ona bağlı olan kişilerin sayısı az, hakiki manada. Ama hakikat-ı İslam dünyayı kaplayacaktır. "Eğer çendan toprakta gizlense (mecaz ifade bu, yani ahir zaman fitnesinin tahakkümü ile ortaya çıkamasa…) ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaktır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden, az ve zayıf olsalar da..." Geleceğe ait anlatıyor, e bunlar şimdi Üstadın, Üstadiyet makamından gelen sözlerdir. Hak yayıldı, biz şimdi hepsini göremiyor, bilemiyoruz.. Hak geniş manada Hakka aşık olanların eline bu imkanlar geçti. Bilhassa İnternet, hani Rüya bahsinde İnternet demiyor ama, aslında diyor, yani muhatapsız hareket, yani karşınızda kalabalıklar yok, ama neşrettiklerinizin manası Beşer Dünyası içinde.

-Yani İnternet vasıtasıyla milyarlarca insana neşredilebilir.

Rüştü Tafral: Evet. Zaten o noktada Üstad Hz.leri çok güzel açıklamalarda bulunmuş. Tabi biz Mektubattaki o dersi zaman zaman yaptık. Çok manidar geldi bana.

-Neden Nur talebelerinin bu kadar grupları varken, hatta bazıları milyonlarca Nurcu var dediği halde, neden sadece sizin gibi çok az birkaç Ağabey, İttihad-ı İslam'ı ve İslam Birliğinin ehemmiyetini ders veriyor?

Rüştü Tafral: Şimdi Üstad Hazretleri kitapta yazıyor: Bir Cereyan var mı? Var. Peki İslamî hareketi boğuyor mu? Boğuyor. Üstad diyor bakın bunu. Peki, bu boğan kuvvet beynelmilel Cereyan olarak, her türlü melaneti işleyebilecek bir vicdansızlık dairesinde mi? Evet. E o zaman siz bunlara karşı bir şeyler yaparken engel olacaklarına göre, bunlara karşı geniş dünyada, geniş dairede, kuvvetiniz yoksa maddi açıdan, siz ortaya çıktığınız zaman hedef olursunuz ona. O zaman ne oluyor, dar daire kalıyor elimizde.

-Peki İttihad-ı İslam'ın ehemmiyeti nedir?

Rüştü Tafral: İttihad-ı İslam olmazsa, içtimai hayattaki, ikinci ve üçüncü vazife tahakkuk etmez.

-İkinci ve Üçüncü vazifeler nedir?

Rüştü Tafral: İkinci vazife; Şeairi ihya etmektir yani, bid'atları izale etmektir. Yani sosyolojik hayat, İslam içtimaiyatı avamın ve herkesin İslamca düşünme, İslamca yaşama ve İslamca hislere sahip olmalarının, hatta şuurları olmadan, teminatıdır. Bu Kastamonu Lahikasında vardır, yani ecdattan bu yana gelen güzel işler, güzel ahlaklar, giderek darbelendi ve tersine çevrildi. Onun için İslam içtimaiyatı avamın ahireti kazanma hususundaki teminatıdır.

Hatta gördüğüm bir rüyayı söyleyeyim size yeri gelmişken. Çok net bir rüya. "Yeşillik, çimenlik bir yokuşta gidiyorum ben, baktım Üstad yokuşun tepesinde, eski bir somyada yatıyor. Çok hasta. Hemen ben devreye girdim, yanında kimse yok, sağa sola dönemeyecek kadar hasta, ben acı çekmesin diye, sağına soluna pamuklar koyuyorum. Ben pamukları koyduktan sonra iyileşti, kalktı bir istikamete doğru gitmeye başladı. Ben de, edeben üç adım geriden gidiyorum. Bir yere geldik, yine etraf hep yeşillik ve karşımız da bir grup var, Gençler Grubu, o kadar ki Üstadın sesini duyabilecek kadar yakındalar. Üstad konuşmaya başladı, benim de kalbim atmaya başladı, rüya olduğu halde kalbimin atışını rahatlıkla hissediyorum. O esnada Şeair hakkında bir kelam söyledi. "Şeair Haalicdir" dedi, ismi fail yaptı Ha'yı uzatarak, ama ben hiçbir şey anlamadım, lügat yazan bir kişi olarak "haalic"i anlamadım. Uzun bir konuşma yaptıktan sonra geri döndük. Haalic ne demektir sorayım Üstada dedim, adaba aykırı olmaz Üstad kendi söyledi dedim. Sağ tarafında bulunuyorum, dedim ki "Üstadım "Haalic" dediniz manası nedir acaba?" Şöyle bir baktı ve "Apansız Cennete götüren şeydir" dedi. Sosyal hayatın tesiri Şeair… derken uyandım heyecandan. Hemen orda uyanır uyanmaz "haalic'i" bir yere yazdım unutmayayım diye. Üstadın sayesinde o gece rüya yoluyla bir kelime öğrendim.

Gerçekten Şeair "Haalic" tir bilhassa avam için. Onları Cennete götüren ana sebep budur. Mesela İçtihad Bahsi 27. Söz, büyük bir mana dairesi İslam içtimaiyatıdır. Asr-bı Saadet İçtimaiyatıyla şimdiki içtimaiyatı karşılaştırıyor. Şimdikinde üç ana hastalık var diyor. Birisi malum Siyasi meraklar, diğeri Dünya hayatını birinci sıraya alma, üçüncüsü de Felsefe. Ben felsefeyi merak ettim, Külliyatta aradım, baktım nerede neyi kastediyor Üstad. Çünkü Üstadın murad manasını anlamak için kelimeleri Risale-i Nur'dan görmek gerekiyor. Felsefeyi klişeleştirdim bende. Ne dedi felsefeye, yani Külliyata istinaden diyorum bunu, "Dinden kopuk beşeri düşünce". Bu şu anda okutulan mesela fizik, kimya, aslında marifetullah dünyası.

Hatta kardeşi Abdülmecit Ağabeyin oğlu liseden sonra üniversiteye hazırlanırken vefat ediyor ve Üstad Hz.leri, kardeşine taziyenamesinde yazıyor. Bakınız Barlada, sizin dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, felsefe deyince aklıma geldi. "Vecealehu fî kabrihi muştegîylen bi RisaletinNur bedelel Felsefetissakîyma". Gördün mü, yani Üstad Hz.leri burada mektubun başında diyor ki; "Kabrinde Risalelerle meşgul etsin çalıştırsın, dünyada kalsaydı okuyacak olduğu, manevi hastalık sebebi olan Felsefe idi…" Şimdi niçin bu böyle, Ziraat dersi marifetullah olduğu halde niçin felsefe deniliyor. Çünkü bunlar mana-yı ismiyledir. Mana-yı ismiyle olunca felsefe oluyor.

-Peki ikinci vazife Şeairi ihya etmek olduğuna göre üçüncü vazife nedir?

Rüştü Tafral: Siyaset-i İslam'dır. Fakat bu basit bir kuvvetle olmaz. İkinci vazife de basit bir kuvvetle olmaz, ordular lazımdır. İttihad-ı İslamın orduları gerekecek. İttihad-ı İslam olamadan İttihad-ı İslam'ın nasıl orduları olacak ki. Yalnız burada, İttihad-ı İslam hakkında bir derlememiz var elinize geçmediğini sanıyorum. Risalede geçiyor o kelimelerden "Nokta-yı Telakî". Nokta-yı Telakî'siz İttihad-ı İslam olmaz. Hürriyeti Şer'iyye olmazsa Allah hakimiyeti gider beşer hakimiyeti gelir. İnsan hakimiyetiyle İslam hayatı yürütülmez. Çünkü Hürriyet-i Şer'iyyede Allah ne hürriyetler verdiyse insan ona müdahale edip yasaklayamaz.

-Yani oy ekseriyeti var diye Cenab-ı Hakk'ın yasakladığı bir şey serbest yapılamaz.

Rüştü Tafral: Şimdi oy ekseriyeti nerededir. Risale-i Nur'da bunlar kısmen var. Devlet idaresinde başlıca bir aristokrasi var, bir demokrasi var. Demokrasi halkın çoğunluğuna dayanırken, öteki taraf ihtisas dünyasına dayanıyor. İslam ne dedi; sen mebus olmak istiyorsan müracaat et. Müracaat eder, İslam onu bir imtihandan geçirir. Kriterlerine göre mebus olabilecek ve olamayacakları belirler, ayırım yapar. Mesela 300 kişi lazım, 3000 kişiyi müracaatlardan seçer, İslam Alimleri seçmiştir bunu, avam seçmemiş. Halka döner bunlara rey vererek seçin der. İslam hakimiyeti, vahye dayanan mana ile, yani Allah'ın murad ettiği mana ile halkın kendini idare etmesi oluyor. Bunu esas almak lazım, bunu esas almayan İslam dünyasının Nokta-yı Telakîsi yok demektir. Doğru niye doğrudur niye eğridir, onu tespit edemezsiniz, kavga sebebidir. Onun için evvela bir bağlayıcı nokta, Nokta-yı Telakî dediğimiz bağlayıcı ana hükümlerdir ve müsellemedir, müşterekedir.

-Edille-i Şeriyye mi ?

Rüştü Tafral: Edille-i Şeriyye'nin inkarı mümkün olmayan kısmı. Yani buna Müsellemat diyelim. Yani gözü kapalı tamam diyecek herkes, avam, havas fark etmez burada. Müsellemata dayanan esaslar bağlayıcıdır ve Nokta-yı Telakî'dir. İyi neden iyi dir ki, bu metre, litre işi değil ki, iyiyi ona göre belirleyelim, niye iyi, neye göre iyi, felsefede niye şüphecilik esastır, neye dayanacak ki hiçliğe dayanan bir kapı. Hiçlikte sabitlik olmaz ki. O bakımdan "Vacibul Vücuddan gelecek" gelen.

Zaten şu anki imkan alemi.. Biz mesela imkanı hep dalgalı görüyoruz, aslında imkan alemi, İlmi İlahide sabittir. Ahirette sabitleştirilecektir. Şimdi kendi düşüncem yani, Mesnevide gördüm, bizler seyahat halindeyiz. Vücut elbiselerini değiştire değiştire, gittiğimiz alemlerdeki layık olan elbiseleri giye giye, biz aslında İlmi İlahiden ebede doğru uzanan hayat seyri dairesindeyiz. Bu dediğimiz ölümler mölümler geldiler gittiler, bunlar İlahi Sanat tecellileridir. Aslında bu alem de ebedi bir varlık dairesine gidecek zaten. Fakat avam bunu anlamaz tabi, avam ile bu hususları konuşmak caiz değildir.

İttihad-ı İslam noktasında, İslam'ın selametini, hakimiyetini, istiklaliyetini, istiyorsak ki istiyoruz, bundan başka İslam Aleminde yol ve çare yoktur. Gerçi Mektubatta iki şey veriyor, birisi Kudreti İlahiyle bakılırsa çok kolay olur diyor. Hikmeti İlahi bakımından ise büyük bir Cemaat lazım, Mehdi'yi anlatırken diyor. Şimdi biz esbab alemini düşüneceğiz, şimdi Kudreti İlahiye kolayca yapar doğru, mucizeler dünyası besbelli ama bize mucizeler yapacağım diye vaat etmedi ki Allah. Siz oturun, yatın, yiyin, için demedi ki…

-Biz vazifeler dünyasında içtimaiyatla ilgilenen Müslümanlar olarak, ne ile muvazzafız diye bakınca İttihad-ı İslam'dan başka bir hizmet acil değildir yani?

Rüştü Tafral: Bir bina yaparken nasıl ki temel kazıp, çimento doldurulur, bina yıkılmasın diye, işte İttihad-ı İslam buna benzer. İttihad-ı İslam niçin lazım şimdi. Çünkü, Şer Cereyanı pek fazla mütecaviz. Şu anda mesela bu gizli Cereyanın İslam Dünyası hakkında projesi vardır. Adım adım gidiyor, sırayla gidiyor, yavaş yavaş gidiyor, toptan almıyor hedefini. Yani zannediyor musunuz ki, bugünkü mevcut şartları yarın aramayacaksın. Hayır yarın bugünü arayacağız. Ya Hu 2000'li yıllarda böyle değildik. Ya Hu ne kadar da acayipleştik diyeceğiz. Ama bu da "Feveran" sebebi olacaktır. Şimdi, diyelim ki iki kişi ölümüne kavga ediyor. Bu kavga eden adamların mevcut güçleri normaldeki yüz kişiye bedeldir. Niye? Çünkü "Feveran"dadır. Yani bütün imkanlarıyla varıyla, yokuyla karşı tarafı mağlup etmek istiyordur. Onları durduramazsınız, çünkü coşmuşlardır. İslam dünyasını coşturan sebepler çıkıyor diyor Mektubat'ta. Hadisat-ı Azime vücuda geliyor…

-Bunlar nedir efendim?

Rüştü Tafral: Bunlar bu sinsi cereyanın, beynelmilel Münafık Cereyanın, İslam Dünyası için projesinin hayata geçmesidir. Kendi provokatörlerine yaptırdıkları, Müslüman gibi görünen provokatörlerine yaptırdıkları bir takım işleri, Müslümanların üzerine atarak, kendi planları için zemin hazırlıyorlar… ve bazılarına da gerçekten Müslümanların vurucu kırıcı olduklarına inandırıyorlar. Ben baktım; Külliyatta, muhaliflere Üstad hitap ederken iki sınıf var; birisi aldananlar, birisi aldatanlar. Aldananlara olan hitabı ile, aldatanlara olan hitabı değişikti. Benim tespitlerim var, aldananları ikaz makamında ele alırken, aldatanlara bayağı vuruyor, bayağı vuruyor ama, yani hiç gözünün yaşına bakmadan. Aldananlara olan hitabını bazı dindar siyasiler "Bediüzzaman niye böyle diyor ki" diyorlar. Ya Hu! Muhatabı kim, onun için açık değil ama Risale-i Nur okuyarak onun makamını bilenler için açık.

1935 Eskişehir mahkemesi, bu hükümet-i İslamiyye mahkemesidir diyor. Aaaa, 1952 İstanbul mahkemesi aynı şeyi söylüyor. Mektubat'ı açıyorsunuz, "Bu komitenin başkanına derim yamyam da değilsiniz" neler diyor yani. Şimdi onu söyleyen zat burada niye böyle söylüyor acaba. Çünki oradaki muhatap başka buradaki muhatap başka. Şimdi bu Dar'ül Harp meselesinde çok dalgalanmalar oldu. Sordular ilahiyatçılar dersinde, ben de misal verdim. "Şimdi burası benim evim, parayla aldım, tapusu bende. Komşularım bana gelirken Rüştü Efendinin evine gidiyoruz diyorlar. Doğru orası benim evim. Derken bir eşkıya geldi beni bir köşeye sıkıştırdı, evimi elimden aldı. Komşular gene bu eve geliyorlar, onlara "nereye gidiyorsunuz" diye sorsalar ne diyecekler, "Rüştü Efendinin evine gidiyoruz." O zaman bu eşkiyanın çok canı sıkılır, komşuları haşlar, e o zaman ya ne diyeceksiniz, eşkıyanın evine gidiyorum diyeceksiniz ve böylece benim evimi ona mal edeceksiniz. Bu sefer Rüştü üzülecektir; "yahu bu benim komşularım ahmağın ta kendileri diyecek." O zaman, burası Fıkıh sahası değil. Bu bir içtimai hayatın, sosyal yapının tesir dünyasını nazara alarak konuşmaktır.

Bir de İmam Şafi fıkhında ebediyen Dar'ül İslam, İspanya dahi…

Bizim fıkhımızda İmameyn, hükmünü verdi. Yani neyse uzun sürer bunlar..

-İttihad-ı İslam'a kimler gayret etmeli, kimlere bu konuda vazife düşer?

Rüştü Tafral: İttihad-ı İslam, Nurcuların bilinen sözü geçerli olan şahısların hemen hepsi için Muzaaf Farzı Ayndır. Öyle farzı ayn değil sadece. Yani birinci derecede yapılacak olan İttihad-ı İslam'dır. Ancak İttihad-ı İslam, "İmtizacı Efkar cehl ile olmaz", Münazarat'ta galiba, Marifet ile olur. Yani fikir birliği, düşünce birliği hedef, gaye birliğinde bulunmak lazım. Yani Müslümanların sözü geçerli olan kişileri arasında Müsellamat diyebileceğimiz Nokta-yı Telakî'de hiç eksiklik bulunmayacak. Nokta-yı Telakî'de bağlayıcı ana hükümlerde, mesela şu anda bizim sahamızda az çok bilinen şahıslara "şu Nokta-yı Telakî, Esaslar ve Teferruat Meselesi dairesinde ne yapacağız?" deseniz: Size boş boş bakar ve "Ya Hu! Bu ne anlatıyor, gayb aleminden mi bahsediyor" diyecektir. Zaruri bir meseleye bu şekilde bakıyorlar. O zaman sen nereye gideceksin bu sahada, yani ne yapacaksın ki ?…

-O zaman Ehl-i Beyt'e bağlı Mürşidler, Şeyhler ve Hocalar, İttihad-ı İslam için birbirlerini ziyaret mi etmeli ?

Rüştü Tafral: Ben başlattım, burada bir şeyhin yanına gittim. Seneler önce ama. Adını söylemeyeceğim şimdi. Niye? Çünkü o cemaat "Şeair"e fazla değer veriyor. Tatbikatta götürüyor yani. İyi dedik bu şekilde olması güzel, gerçi avam dünya ama…. İşte bana bir Nur talebesi geldi, görüşelim, konuşalım, tanışalım desin diye. Baktım bir teferruat meselesinin icrasından bahsetti bana.

-Sakal Meselesi mi?

Rüştü Tafral: Evet. Baktım ki ağacın meyveleri daha yenecek gibi değil. "Çok memnun oldum, teşekkür ederim, çok istifadeli oldu" dedim çektim gittim.

-Acaba şimdi 2006 senesinde durum değişmiş midir? Yani daha ümitvar olabilir misiniz İttihad-ı İslam için?

Rüştü Tafral: Şimdi durum değişmese de benim durumum değişti. Belki böyle yerlere gidemem, onlara iştirak edemem ama, böyle toplulukların, ziyaretlerin, istişarelerin kurulmasını isterim.

Ahir Zaman şuuru olmayan, Ahir Zaman beklentisi olmayan, topluluklar var etrafımızda. Şimdi Risale-i Nur itibariyle düşünüyoruz, bu cemiyetin içerisinde insanlar epey bozuluyor, darbeleniyor. Avam müstakim bir merkez ister. Yani iyiye yönlendirecek, iyiyi bildiği halde, iyiyi yaşamak istediği halde, ondan avama sirayet edecek bir Şahs-ı Manevi der Üstad. Yani avam ona bağlı kalacak, o da istikameti bilebilen olarak istikamete erecek. Halbuki şu anda baştakiler, başta bulunmanın, etrafında birkaç kişiyi toplamakla olan enaniyet zevkinin terkine gidemiyorlar, gidemezler de. Gidebilselerdi ortaya çıkardı zaten, çıkar söylerlerdi. Yazar çizer bu durumu anlatırlardı.

Onun için bu durumda, Risale-i Nur'da gördüğüm o azgın Cereyanın baskılarıyla bir Seyyidler Cemaatinin feveranından bahsediyor. Şu anda dağınık gibi görünüyorlar ama.. Fakat, bir Başkumandan diye anlatıyor, ama başkumandan tabiri askeri olarak değil, o sahasında sözü dinlenen bir Seyyid. Cemaatlerin bağlandığı başlar var. Bu Başkumandan diye tabir ettiğimiz ise bu başları kendine bağlayan, en baştaki Zat. Bu kumandanlar kendilerine bağlı olan Seyyidlerle beraber, Başkumandan'ın kumandanlığı altında birleşirlerse, diyor Üstad Mektubat'ta, büyük bir kuvvet oluşur. Bu gizli cereyan bundan dolayı çok endişe ediyor, sezdirmiyor ama çok endişe ediyor aslında. Ya olursa diye… Fakat içtimai yapıda da çok ölçülü hareket etmek istiyor. Feveran ettirmemek için, hazmettire hazmettire gidiyor. Bir ifsad veya zulüm yapıyor, onun hissiyatını unutturup tekrar bir şey daha yapıyor. Yani zulümleri toptan yapmıyor. Toptan yapsa Feveran tehlikesi olacak, bunları hesap ediyorlar. Ama netice itibariyle İslam Aleminde bir teraküm oluşturuyor bu durumlar. Fakat ölçüyü tutturabilecek mi sanki. Cenab-ı Hakk Kainata hakimdir, bu gizli cereyanı şaşırtır. Biraz dozunu artırır, bu taraftakileri de biraz destekler Allah, böyle bir feveran çıkması halinde, uzun değil ama, dindarane içtimai bir devrenin çıkma ihtimali var.

-O zaman bunun içinde bir yol, bir güzergah, bir plan, bir yaşayış gerekiyor?

Rüştü Tafral: Evet aynen öyle. Yani fiili durum derken, güzel yaşama fiili durumunu kasdediyoruz, vurucu-kırıcı hareket değil. Psikolojik olarak içtimaiyat dairesinde düşündüğümüz zaman, bir İslam kadını ya da herhangi birisi, İslam kıyafetiyle ortaya çıktığı zaman. Üstad bir hanımı tesettürlü kıyafetiyle görünce söylemiş "yirmi Vaiz kadar İslam'a hizmet ediyor"

-Bir vaiz kadar?

Rüştü Tafral: Bir vaiz kadar evet. Vaiz sözle söylüyor. Hatta Huteba deniyor Rivayetlerde, yani elini kolunu sallayarak, zevk alarak anlatıyor. Huteba değil Fukaha istiyor Rivayet. Fukaha Asr-ı Saadette çok vardı, Huteba (Hatibler) çok azdı diyor Rivayet. Şimdi Huteba çok, Fukaha az... Haliyle Onun için İslam dünyasının selameti, Müslümanların İslamı yaşaması ve şeairi ihya etmesine bağlı.… onun için benim de o Şeyhle görüşme sebebim buydu, o bilsin ya da bilmesin içtimaiyatı. Yapmış olduğu hareket tarzı İslam'ın lehineydi. Zaten ona da müdahale ettiler ya. Yani bir kuvvet-i maneviyi kırma çabalarına girdiler. Malumunuz cinayetler falan işlettiler. Ama bütün bunlara rağmen biz burada, ahirette ebedi kalacak olan kitabımızı yazıyoruz.

Geçenlerde yanımızda bir çocuk vardı. Merakımı celbetti Ashab-ı Kehf'i seyrettirdi bana bilgisayarda. Doğrusu bana da tesir etti, Ashab-ı Kehf'in durumu. Yani o azgınların içerisinde Tevhid hakikatini neşretmek için, hayatlarını ortaya koydular. Tabii bunun üzerine çok daha fazla değinilebilir ama zamanı değil. İzlediğim filmde Ashab-ı Kehf ortaya koyduğu maslahatta muvaffak oldular. Pek büyük kalabalıklar ortaya çıktı, bunları ikaz ve irşad etmek için, heyecanla davet ediyorlar. Derken Allah, onlar bu muvaffakıyetlerini görüp de ihlaslarına zarar getirir diye, onları hemen ortadan kaybetti.

-Peygamber Efendimizin Ehl-i Beyt'ine bağlı tüm kardeşlerimize son mesaj olarak ne söylemek istersiniz efendim.

Rüştü Tafral: Şimdi Ehl-i Beyt düşüncesi Risale-i Nur'da gördüğümüz şekliyle, neticeler oldu, şevklendi, olmadı kuvve-i maneviyyesi kırıldı şeklinde olmayacak. Ne kadar zor şartlar olursa, ne kadar az kalırsak, istemeyiz ama, şayet öyle olursa şevkimiz daha artacak. Yük bizim omuzlarımızda deyip daha fazla ciddiyetle davaya sarılacağız. Dünya hayatının en büyük maksadı ebedi filmler çektirmektir. Ashab-ı Kehf'de bunu anladım.

Hatta bir rivayet vardır; adamın biri hayr için bir ağaç dikiyor. Diyelim ki bu ağaç hurma ağacı olsun, bilinmez ama diyelim ki ertesi gün kıyametin kopacağı bildirildi, o adam dikeceği ağaç sayısını ikiye çıkartacak. Niye? Çünkü, dünya hayatındaki film çektirme devresi bitiyor. E o ağacın meyvesini kimse yiyemeyecek? Yenmesi için değildi yahu, film çektirmek içindi. Bu hususu iyi anlamak lazım…

Kardeşim, bizim bu Seyyidler bunu biliyorlar ama bu şuuru, bu anlayışı heyecanla kalplerine koyup, şartlar şiddetlendikçe daha metin ve daha sağlam olacaklar. Şimdi benim İstanbul'daki 45 senelik hayatımın son 5-10 senesinde üzerime daha fazla hücum ettiler ve sağlamlaştım, siz de görüyorsunuz. Bayağı sağlamlaştım. Allah'a çok şükür. Şimdi yanıma kolay kolay adam gelemez çünkü iyi netice alamaz. Onun için ben onlara bakmıyorum, oldu, olmadı, olacaktı, olmayacaktı, bunlar esas değil. Esas olan iyi film çektirmektir. Allah'ın kudreti, gücü sonsuz. Allah sonlu olan kainatı an be an tasarrufunda tutmuyor mu?

Eee... tutuyorsa işte, Zübeyir Ağabey anlatıyor, Üstad Hz.lerinin âdeti değildi ama bir keresinde bacak bacak üstüne atmış. Neden böyle yapmış biliyor musun? Yine Zübeyir Ağabey anlatıyor bana: "Şimdi Rusya, İngiltere, Fransa, Üstad'ı yok etmek için Hava Kuvvetlerini birleştiriyorlar ve göğü kaplayacak kadar koca bir bulut filo halinde Üstad'a doğru geliyorlar." Farz ediniz. Elemtere'yi nazara alacağız burada haliyle. Üstad bu sefer keyif yapıyor. Niye? Hücum dairesinde, hücum olunan Müslümanın bir kuvveti yoksa, Kudret-i İlahiye devreye girer.. bize de o zaman seyretmek düşer.

Şimdi İslam Aleminin kuvveti var fakat kuvvetini kullanmıyor. İttihad-ı İslam yapmıyor. Bu sefer ne diyor, diyor ki; "Ya Rabb Sen Hakîm'sin, Adil'sin, bizi iyiden iyiye darbeletsene bu zındıklara, bizim burada iflahımız kesilsin," diye dua ediyor. O zaman da Allah bu ismen Müslüman halkı bu şekilde cevaplandırıyor. E tabi arada iyiler de güzel bir terleyecek ve güzel güzel filmler çektirecek.

Şu anda bizim bulunduğumuz devre, hakikat nokta-i nazarında en iyi devredir. Bu kadar iyi bir devre dünyada sanmıyorum ki olsun. Bir gramlık iş yaparsınız on ton sevap alırsınız. İşte Sünnet-i Seniyyeyi ihya ile bir şehit, bir veli, yüz tane evliya sevabı alacaksınız. Bu yağmadan daha önde bir şey… Onun için bu anlayışta olduğu zaman insanın kuvve-i maneviyyesi zayi olmaz. Netice oldu, olmadı önemli değil, olursa Elhamdülillah, olmazsa Elhamdülillah gene, her ikisine de Elhamdülillah. Çünkü, bu olmadığı zaman da Elhamdülillah daha güçlü gelir. Rıza-yı İlahi ve ebedi filmler çok ciddi, çok ama çok... Şimdi bu yakında izlediğim Ashab-ı Kehfe, öyle bir imrendim doğrusu. Yahu bizim de böyle filmlerimiz olsaydı …

GÜNAHLARDAN UZAK DURMAK

Âhirzaman fitnesinin dehşetli bir hususiyeti de, nefsanî hevesatı (sefaheti) esas almasıdır. Bu da ahlâkı tahrip ettiği için Bediüzzaman Hazretleri buna karşı çare olarak takvayı esas alır ve der ki:

"Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.

Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a'mal-i sâlihadır." (Kastamonu Lahikası sh: 148)

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

Resulullah’a tazarru mektubu

Ey bizleri dalâlet ve sefahet tehlikelerinden, hidayet ve selâmetin saadetine erişmeye vesile olan müşfik Hâmimiz! İçinde bulunduğumuz ve sizin ihbar ve irşadınızla feci helâketini anladığımız bu ahirzaman fitnesinden uzak durmamıza rağmen yine de kısmen tesirinde kaldığımız günahların afvını, SENİN ŞEFAATİNLE ümid ediyoruz. Asrımızdaki senin vekilin senin ikazını bize şöyle bildiriyor: يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا gibi hitablarda her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı Saadetteki mü'minler gibi dâhildir. Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur'an ve Hadîs ihbar-ı gaybî ile, ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.” Kastamonu:186

“Bu fitneden hem hadîs, hem Hazret-i Ali Radıyallahü Anh sarih bir surette aynı tarihiyle işaret ediyorlar. Sonra bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddid hadîsler, hem çok işarat-ı Kur'aniye aynı tarihiyle haber veriyorlar.” Şualar:332

Bu tarzdaki şefkatlı ikazlarını işiten bizler, gereğini yapmazsak kim bize şefaat edecek diye düşünüp bu fitneden uzak durmağa çalışıyoruz. Bununla beraber yine de hem korkuyor, hem o müjdelenen şefaat-ı kübranın dairesine olacağımızı ümid ediyoruz.

Evet siz bir hadisinizde bize bildirdiğiniz ikaz ve irşadınızda diyorsunuz ki: “deccaliyetin getirip aşıladığı anlayış ve yaşayışı kabul edip o yaşayışa girenlerin bütün sevabları silinip yok olur; Onun şirkli anlayışını ve bid’alarını reddedip mehdiyete bağlananların da geçmişteki günahları afv olur” (Risale-iNurun Kudsî kaynakları, Hadis sıra No: 807)manasını taşıyan bu müjdenize uygun yaşama gayretindeyiz. Çünkü bu asırda sizin haberlerinizi bize açıklayan Hz.Bediüzzamanın eserleriyla bildik ki şimdi iki mütezad cereyan vardır, ortası yoktur...

Rüşdü Tafral

Röportajı yapan: Ali Kemal Pekendir

Kaynak: Feyz Dergisi 2009-07-27

 

 

1“Hizmet Rehberi derlemesi, ki Külliyattan alınan iki satırlık kadar olan cümleler de var. Zübeyr Ağabey’in istemesiyle merhum Mehmed Birinci tarafından derlenip neşredildi. Fakat ilk neşredildiğinde büyüklüğü İhlas Risalesi kadardı. Birkaç sene sonra yine Zübeyir Ağabeyin: “Sende fihriste var, Bu Hizmet Rehberinin daha câmi olması lazım,” Hz. Üstad, “İncecik ipler, içtima ettikçe kopmaz halat olur.” derdi. Diyerek beni vazifelendirdi.” (“Derlemeler Hakkında” derlemesinden)

Yukarı Çık