1802- İSTİĞNA استغنى : Cenab-ı Hak’tan başka kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Muhtaç olmayıp zengin olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve tekebbür etmek.

İstiğna kelimesinin dinî bir tabir olarak taşıdığı mana çok mühimdir. Hele asrımızda şahsî menfaat düşkünlüğü şiddetlendiği için, dine hizmet edenlerin insanlardan hiçbir maddi menfaat veya teveccüh beklememek olan istiğna düsturuna hassasiyetle riayet etmeleri gerekiyor. Para ve mal gibi maddi menfaatlarden çekinmekten başka; insanların teveccühü, beğenip övmeleri ve şöhret sahibi olmak gibi istekleri de bırakmak ve teveccüh-ü nasdan istiğna etmek hatta meşru ve uhrevî menfaatleri dahi gaye yapmamak, azamî ihlas için lâzımdır.

1803- İstiğna düsturu üzerinde çok hassasiyetle duran Bediüzzaman Hazretleri, kendisine gönderilen hediyeyi almamasının hikmetleri hakkında şu izahatı veriyor:

“Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense, ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said’in senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’i bir istiğna değil, belki dört-beş ciddi esbaba istinad eder.

Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi, vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar.

“İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.

1804- İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakim’de, hakkı neşredenler اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ ٭ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ  ( 10:72 ) diyerek, insanlardan istiğna  göstermişler. Sure-i Yasin’de (36:21)اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ   cümlesi, mes’elemiz hakkında çok manidardır. (Nasdan gelen maddi ve manevi ücretten istiğna, bak: 1510.p.)

1805- Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikî’ye şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip, o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelal’e yüzbinler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakıye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

1806- Beşincisi: Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’i kanaatım oldu ki; halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me’zun değilim. Bazıları bana dokunuyor belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir. Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu’ ve temellukten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassa’ libasını giy-mek ve onların hatırını saymağa mecbur olmak, bana nahoş geliyor.

1807- Altıncısı ve istiğna sebebinin en mühimmi: Mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şey, salih olmazsan kabul etmek haramdır.”

İşte, şu zamanın insanları hırs ve tama’ yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi salih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer haşa! Ben kendimi salih bilsem, o alâmet-i gururdur, salahatın ademine delildir. Eğer kemdimi salih bilmezsem o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin baki meyvelerini dünyada fani bir surette yemek demektir.” (M.13)

1808- Hem yine Bediüzzaman bir talebesine yazdığı gayet manidar bir mektubunda şöyle diyor:

“Çok rica ederim ki gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim sebeb, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlası zedelememektir. Hem iktisad, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Mühim bir misal ile ince bir sebebi anlatacağım:

1809- Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını verdim. Dedi: “Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?”

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatın için, menfaatımı terkediyorum. Çünki dünyaya tenezzül etmez, tama’ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise.. sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama’ zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. işte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatımı aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın... bende o fedakârlığa mukabil, menfaatınızı menfaatıma tercih ediyorum, gücenme! O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.” (B.L. 122)

1810- “Evet hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sâdıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddi menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlası zedelenir. Hem (2:41) وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar. İşte bu maddi menfaatı arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaatı başkasına kaptırmamak için, hakiki bir kardeşine ve o hususi hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlas zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder. ehl-i hakikat nazarında sakil bir vaziyet alır. Ve maddi menfaati de kaybeder.” (L. 164)

1811- Hem “sahabelerin sena-i Kur’aniyeye mazhar olan “isar” hasletini kendine rehber etmek, yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek; ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahî bilerek, nasdan minnet almıyarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek; (59:9)وَ يُؤْثِرُونَ عَلَى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ  sırrına mazhariyetle, bu müdhiş tehlikeden kurtulup ihlası kazanabilir.” (L. 150)

1812- “Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiç bir vakit tayin almağa gitmediğinin ve zekâti dahi bilerek almadığnın bir hikmeti, şimdi kat’i kanaatımla şudur ki; Ahir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak haleti verilmişti ki, Risale-i Nur’un hakiki bir kuvveti olan hakiki ihlas kırılmasın. Ve bundan bir işaret-i manevi hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişat derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir.” (E.L.II 74) (Bak: 1880.p.)

1812/1- Hediye ve yardımların kabulü veya adem-i kabulü hakkında ülema-i İslâm geniş izahatta bulunmuşlardır. Ezcümle: S.B.M. 734 no.lu hadisinde (Ansiklopedi’nin 1810, 1811. p.larında beyan edildiği gibi) istemeden ve nefsin meyli de bulunmadan gelen bir malın alınabileceği cevazı verilirken, isteme ve temayül gösterme ise yasaklanır. S.M. 12. kitab-üz zekat 37.babı, aynı meseleye dairdir. Temel hadis kitabları, aynı mevzuyu ekseriya zekat bahsinin bazı bablarında kaydederler. Mezkûr Buhari hadisinin Umdet-ül Kari’den nakledilen uzun izahatında özetle şunlar kaydediliyor:

Verilen malın helal olması şarttır. Haram maldan verilen şeyin alınması haramdır. Şüpheli mal sahiplerinin hediyeleri hakkında farklı reyler beyan edilmiş ise de, azimet ve takva tarafının tercih edilmesi evla görülmüştür. Zamanımızda şüpheli ve menfi kazanç yollarının istila etmiş olduğu da herhalde dikkate alınması gereken mühim bir husustur. (Bak. 3041, 3042, 3043.p.lar)

1812/2- Bu mevzuda ehemmiyetli diğer bir cihet de şudur: Âl-i Beyt, dini himaye ve maneviyattan nümune-i imtisal şahsiyetler oldukları ve ümmetin onlara itimad etmeleri gerektiği cihetle, sadaka almaları yasaklanmıştır. (S.E.D. 9. kitab, 29. bab; S.M. 12.kitab-üz zekat 50.bab; ibn-i Sa’d Tabakat l/388 ve S.B.M 739.hadis) Elbette ki onların vazifeleri ve hizmetleri yolunda yürüyen hizmet-i diniye ehlinin de, Âl-i Beyt’in bu istiğna kaidesinin hikmetinden bu zamanda daha çok hissedar olması lâzımdır. Zira bu asırda şahsî ve dünyevî menfaat hissi ve hırsı ziyade olduğundan, insanların nazarı kıyas-ı bin-nefs ile onları da kendi gibi telakki edebilir. Bu ehemmiyetli hikmetler için, Bediüzzaman Hazretleri istiğna düsturu üzerinde hassasiyetle ve ısrarla durmuştur.

1813/3- Burada şöyle bir sual akla gelebilir: Kur’an ve Sünnette muhtaçlara muavenet tavsiye ve emrediliyor. Dinî hizmetler de maddî imkânlar ile yapılır. İstiğna kaidesi ise bu kapıları kapatır.

Cevaben denir ki: Maddi yardımı alacak olanlar eğer azamî ihlas ve rıza-yı İlahîye istinad eden sırf imanî hizmet ve manevi irşad ehli iseler, istemezler fakat samimi ehl-i hamiyetin yardımlarının kapısı da bütün bütün kapalı değildir.

İstiğna kaidesi üzerine gayet hassas davranan Bediüzzaman Hazretleri, şahsî menfaate bakmayan medrese hizmetleri için bile, Eski Said devresinde istiğna düsturunu bozmadığını şöyle anlatıyor:

«Medar-ı hayrettir ki, o eski zamanda Evkaf’tan beş talebenin tayinatını Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayinatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı.” (E.L.II.216)

Ancak malî yardım istenmediği halde fedakârane, hâlisane ve hizmet-i diniyeye iştirak etmek niyetiyle yardımda bulunmak, Ehl-i himmetin dinî ve vicdanî vazifesidir. ehl-i hizmet buna mani olmaz. Ezcümle bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan ediyor:

“Safranbolu Eflani nahiyesi Mülayim Köyü’nde mütekaid muallim bir kardeşimiz ve Nur’un has şakirdi, Nurların neşri ve tab’ı için âdeta sermayesinin kısm-ı azamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben bu hâlis ve has kardeşimizin fedakârane ve hâlisane ricasını reddedemiyorum ve dünya malları kaide-i şahsiyeme girmediği ve muavenetleri kendime kabul etmediğim için bu işdeki maslahatı da bilemiyorum. İki Isparta’nın kahramanlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve arkadaşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale ediyorum. Nurun neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mani olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği miktarı veyahut bir kısmını iki hisse ile, biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine verilsin. Onun istediği gibi ya teberru veya ileride başka muavenet edenler gibi bir mukabele nev’inde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek suretiyle o has kardeşimizi memnun edersiniz.” (E.L.I.182)

Bu mektubda dikkati çeken ehemmiyetli noktalar var: Evvela, muaveneti yapmak isteyen hâlis bir Nur şakirdidir. Saniyen, yapılmak istenen yardım hemen kabul görmüyor, ancak hayra mani olmak endişesiyle reddedilmiyor. Salisen, yapılmak istenen yardımın bir kısmının alınması teklifi getiriliyor. Çünki hissî bir heyecan anında böyle büyük bir yardım yapılmak istenmiş olabilir. Rabian, bu yardım bir borç şeklinde olması veya karşılığında kitab verilmesi gibi şıklar ortaya konulup, muavenetin ihlas ve samimiyetinin tam tebarüzüne çalışılmaktadır. Bütün bu tekliflere rağmen muavenette yine ısrar gösteriliyorsa,  o zaman tam bir gönül rahatlığı mevzubahis demektir.

Cevaben denir ki: Maddi yardımı alacak olanlar eğer azamî ihlas ve rıza-yı İlahîye istinad eden sırf imanî hizmet ve manevi irşad ehli iseler, istemezler fakat samimi ehl-i hamiyetin yardımlarının kapısı da bütün bütün kapalı değildir.

İstiğna kaidesi üzerine gayet hassas davranan Bediüzzaman Hazretleri, şahsî menfaate bakmayan medrese hizmetleri için bile, Eski Said devresinde istiğna düsturunu bozmadığını şöyle anlatıyor:

«Medar-ı hayrettir ki, o eski zamanda Evkaf’tan beş talebenin tayinatını Van’da Eski Said kabul etmiş, o az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayinatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı.” (E.L.II.216)

Ancak malî yardım istenmediği halde fedakârane, hâlisane ve hizmet-i diniyeye iştirak etmek niyetiyle yardımda bulunmak, Ehl-i himmetin dinî ve vicdanî vazifesidir. ehl-i hizmet buna mani olmaz. Ezcümle bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan ediyor:

“Safranbolu Eflani nahiyesi Mülayim Köyü’nde mütekaid muallim bir kardeşimiz ve Nur’un has şakirdi, Nurların neşri ve tab’ı için âdeta sermayesinin kısm-ı azamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben bu hâlis ve has kardeşimizin fedakârane ve hâlisane ricasını reddedemiyorum ve dünya malları kaide-i şahsiyeme girmediği ve muavenetleri kendime kabul etmediğim için bu işdeki maslahatı da bilemiyorum. İki Isparta’nın kahramanlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve arkadaşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale ediyorum. Nurun neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mani olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği miktarı veyahut bir kısmını iki hisse ile, biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine verilsin. Onun istediği gibi ya teberru veya ileride başka muavenet edenler gibi bir mukabele nev’inde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek suretiyle o has kardeşimizi memnun edersiniz.” (E.L.I.182)

Bu mektubda dikkati çeken ehemmiyetli noktalar var: Evvela, muaveneti yapmak isteyen hâlis bir Nur şakirdidir. Saniyen, yapılmak istenen yardım hemen kabul görmüyor, ancak hayra mani olmak endişesiyle reddedilmiyor. Salisen, yapılmak istenen yardımın bir kısmının alınması teklifi getiriliyor. Çünki hissî bir heyecan anında böyle büyük bir yardım yapılmak istenmiş olabilir. Rabian, bu yardım bir borç şeklinde olması veya karşılığında kitab verilmesi gibi şıklar ortaya konulup, muavenetin ihlas ve samimiyetinin tam tebarüzüne çalışılmaktadır. Bütün bu tekliflere rağmen muavenette yine ısrar gösteriliyorsa ,  o zaman tam bir gönül rahatlığı mevzubahis demektir.

İşte hizmet ve himmet ehline her zaman için ehemmiyetli bir ders olan böyle mektublar, çeşitli kayıtlarıyla nazara alınırsa hizmet düsturlarının âdeta bir ilmihali gibidirler.

Bediüzzaman Hazretleri bir eserini 5000 nüsha basmak isteyen bir nâşir talebesinin bu arzusuna iştirak etmemesinin hikmetlerini beyan ederken de aynı hususu te’yid eder:

“Risale-i Nur’un meşrebi izhar-ı hacet etmemek ve ehl-i dünyanın cemaatlerindeki o su-i istimal edilen ianeler toplamak gibi, başkaların malî yardımlarını istememek ve dünya menfaatı için mukaddesatı âlet edenlerin nazarında ihlas zararına “Ver” dememek; belki istemeden verilse ve kabulü rica edilmek şartıyla alınmaktır. Yoksa bu kadar rakibler karşısında, Nurların halis ve safi mesleğinin muhafazası müşkil olur. “ (53. no.lu Elyazma Emirdağ Lâhikası sh: 511)

Amma geniş dairedeki çalışmalarda, talim ve tedris gibi faaliyetlerinde ehl-i hamiyetin vicdanî serbestliğine manevi baskı yapılmadan, meselâ umuma hitab eden broşür gibi vasıtalarla maddi imkânlara olan ihtiyaç ve yardım yeri ve şekli bildirilebilir. Malî yardım istemeyip sadece bilgi veren bu broşür, şahs-ı manevi veya belli bir müessese namına lüzumu halinde bazı adreslere de gönderilebilir. Fakat bu geniş daire faaliyetleri, manevi hizmetlerin hassas düsturlarıyla karıştırılmamalıdır.

Atıf notları:

-Ashab-ı Suffa’nın istiğnası, bak: 2477.p.

-Bediüzzaman Hazretleri, padişah II.Abdülhamid’in ihsan-ı şahane olarak gönderdiği parayı almaması, Bak. 3275,3276.p.lar.

-İmam-ı Azam’ın halife Mansur’dan hediye kabul etmemesi, bak: 1608.p.

-İbn-i Cerir-i Taberi’nin atiyeleri kabul etmemesi, bak. 3622/1.p.sonu.

Yukarı Çık