1478- İCTİHAD  اجتهاد : Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak. *Anlayış. *Kanaat. *Fıkıh’ta: Şeriatın fer’î mes’elelerine ait hükümleri, İslâm müctehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur’an ve hadis-i şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle ictihad eden zatlara müctehid denir. (Bak: Fetva, İcma-i Ümmet, Mezheb, Nakli Delil, Tefsir, Teşri, Şûra)

Kur’an ve hadisten derin ve gizli manaları ve ahkâm-ı şer’iyeyi görüp ictihad ve istinbat etmek için yüksek bir ilim ve kemalât gereklidir. Kur’an: (3:7), (4: 83), (29:43), (34:6) ve emsali âyetleri, Kur’anî hakikatları ve incelikleri, ilimde rüsuh ve kemalât sahibi olan zatların anlayabileceklerini beyan eder. Elmalılı Hamdi Efendi mevzumuzla birinci derecede alâkalı olan (4:83) âyetinin bir cümlesini şöyle tefsir eder:

وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الأَمْرِ   Bunlar bu işittikleri haberi Peygambere ve ulü-l emre yani o işe salahiyet ve ihtisası bulunan zevata veya ümeraya redd ü irca’ etseler, danışsalar veya havale eyleseler

لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنبِطُونَهُ مِنْهُمْ   onu içlerinden malumat ve tecrübeleri ve hüsn-i nazar ve basiretleri sayesinde istinbat u istihrac edebilecek olanlar herhalde bilirler, ne yapılacağını anlar anlatırlardı.

İstinbat بطن çıkarmaktır. Nebıt de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su demektir. İşte halli matlub bir hâdise, bir mes’ele karşısında mebadi ve ma’lumat-ı mevcudiye tetebbu’ ve istikra, tetki u tenkih ve mukayese ederek yeni bir ilim istihrac etmeğe dahi istinbat ve istihrac tabir olunur ki, bu bir meleke ve iktidar-ı mahsustur. Herhangi bir şeyde böyle bir ehliyet ve iktidarı haiz olanların o işin müctehidi ve bihakkın sahibi ve indallah ulü-l emirdirler. Bunun için bâlâda

(4:59) فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ   diye Allah’a ve Resulüne müracaat olunduğu gibi burada da Resulullah’a ve böyle ulü-l emre müracaat tavsiye olunarak bunlara itaatin itaat-i Resule merbut ve mülhak olduğu bir daha anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki, icma’da mu’teber re’y bu gibi ulü-l emrin re’yidir.

Bu âyet bize bilhassa şu hükümleri ifham ediyor:

1- Ahkâm-ı hâdisat içinde doğrudan doğru nass ile ma’lum olmayıp istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.

2- İstinbat da hüccettir.

3- İstinbata ehil olmayan avamın ahkâm-ı hâdisatta ehl-i ilme müracaatı ve taklidi vacibdir.

4- Resulullah dahi istinbat ile mükelleftir.

Zira وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الأَمْرِ    den sonra,

لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنبِطُونَهُ مِنْهُمْ   Resule de şamil olduğuna şüphe yoktur.” (E.T. 1403)

Hadislerde de ictihad bahisleri geçer. Ezcümle hâkimlerin ictihadı hak-kında olan: T:T. ci.3 sh: 126,5. bölümü ve İ.M.15. Kitab-ül Ahkâm’ 3. babı ve S.M. 30. Kitab-ül Akziye 7. babı örnek verilebilir.

1479- “İctihad kolay bir şey olmadığı cihetle, şer’î delillerden hükümleri çıkarmaya (istinbat) denilmiştir. Çünki istinbat, esasen kuyudan güçlükle su çıkarmak demektir.” (H.İ. 1. cild, sh: 259)

“İctihat salahiyetini haiz olmayanlar için, İslâm âleminde kabul edilmiş olan bir müctehid-i muazzama taklidde bulunmaktan başka yol yoktur. Ve illâ dinin kudsî ahkâmını muhafaza ve idame kabil olmaz.” (H.İ.cild 1 sh. 262)

Bir müctehidin ictihadı, icma-i ümmetin tasdikine girmedikçe, ümmetin o hükme davet edilemiyeceğini beyan eden Hz. Bediüzzaman, nim-manzum bir ifade ile şöyle diyor:

“İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmıyanda içtihad; ona lâzım, gayre ilzam edemez.

Ümmeti davetle teşri’ edemez. Fehmi, şeriatten olur; lakin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir; fakat müşerri’ olamaz.

İcma’ ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor. Yoksa, davet bid’attır; reddedilir.” (S.705)

1480- Ahkâm-ı diniyenin bir kısmı, zaruriyat ve müsellamat-ı diniye olup onlarda ictihad olmaz. Çünki açık ve kat’i olarak âyat ve ehadiste sabit ve müttefekun aleyhtirler. “Mevrid-i nas’da içtihada mesağ yoktur.” şeklindeki hüküm, kavaid-i külliyenin 13. maddesidir. (H.İ. cild 1, sh: 279)

Diğer kısmı ise, zaman ve mekanın tagayyürüyle tagayyür eden ve ahval-ibeşeriyenin ihtiyacına göre mectehidînin Kur’an ve Ehadisten ahkâm istinbatıyla teşri’ olunan ahkâm-ı fer’iyedir. Burada en mühim nokta, müçtehid olan zatın, mevcud cemiyetin ahvaline muvafık olan ahkâmı ve ahval-i beşeriyenin lâzımını ve ihtiyacını görmesi ve Kur’anın bu ihtiyaca vereceği cevapları keşfedebilmesidir.

Demek, ahval-i beşeriye sâil ve talib, Kur’an ve ehadis, mücîbdir. Müctehid ise, her iki tarafın mutabakatını gören kâşiftir. İctihad bilhassa bu üç ana unsura dayanır.

İçtihadî hükümlerin teşri’i için re’y-i cumhur şarttır. Ekalliyette kalan re’yler, âlem-i İslâmı bağlamaz. Ancak cumhur-u ülemanın re’yi gerektir. (Bak: 1827, 1829, 3573, 3580.p.lar)

Gürülüyor ki, dinimizin seyyaliyet ve intibakat kabiliyeti, bütün asırları ve mekânları ihata ediyor.

1481- Zamanımızda ictihad mes’elesine gelince:

Asrımızın ictimaî şartları ve beşerin dünyaya bağlı umumi ahvali müvacehesinde, ictihad ehliyetini kazanma zorluğu ve sair maniler, şöyle beyan ediliyor:

وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنبِطُونَهُ مِنْهُمْ

(4:83) İctihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “altı mani” vardır.

1482- Birincisi: Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. öyle de, şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarla-rından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.

1483- İkincisi: Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’i ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve halisanesiyle, bütün zamanların hâcatına dar gelmiyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.

1484- Üçüncüsü: Nasılki çarşıda mevsimlere göre, birer meta mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer meta’ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin te’mini ve felsefenin revaçları gibi.... Ve selef-i salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlik-ı Semavat ve Arz’ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılmıyacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi.

İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyor. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.

1485- Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip, âlilmlerle mubahase eden Süfyan İbn-i Üyeyne olan bir müçtehidin zekasında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar: Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı, içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

1486- Dördüncüsü: Nasılki bir cisimde neşv ü nema için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise, - çünki dahildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i salihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarikıyla dâhil olanlardan mey-üt tevessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile alude olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmağa vesiledir.

1487- Beşincisi: Üç nokta-i nazar şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı Şer’îye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, icaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medar-dır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir.

Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir.Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir. (İllet emr-i İlahîdir, bak: 1184 .p.)

1488- İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki Şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar. İkinci derecede - âhirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.

Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani “Zaruret, haramı helal derecesine getirir. “ İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helal etmiye sebebiyet verir. Yoksa su-i ihtiyariyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helal edemez,ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ülema-i Şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talakı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyariyle olmazsa, talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da, diyemez ki: “Zarurettir, bana helaldir.”

1489- İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela eden bir beliyye-i amme suretine giren çok umurlar vardır ki: Su-i ihtiyardan, gayr-i meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden; ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helal etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefidir, semavî olamaz, şer’î değil. Halbuki semavat ve arzın Hâlikının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale ve o Hâlikın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur. Meselâ: Bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi, Arabîden çıkarıp her milletin lisaniyle söylemeyi, iki sebeb için istihsan ediyorlar.

Birincisi: “Ta, siyaset-i hazıra avam-ı müslimîne de o suretle tefhim edilsin.”

Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanat içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i ,İlahînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki, o makam-ı âlîye çıkabilsin.

İkinci sebeb: “Hutbe, bazı suver-i Kur’aniyenin nasihatları anlaşılmak içindir.” Evet eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyatı ve müsellematı ve malum olan ahkâmını, ekseriyet itibariyle imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur’aniyenin -eğer mümkün olsaydı-tercümesi1 belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malum olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avam-ı nas, onların vücubunu ve haramiyetini ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.

Halbuki bir ami ne kadar cahil dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana malum olan imanın rükünlerini ve İslâmiyet’in umdelerini hatib ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, arş-ı azamdan gelen Kur’an-ı Hakim’in i’cazkârane, müfehhimane ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?

1490- Altıncısı: Selef-i Salihînin müçtehidîn-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.

Eğer desen: “Sahabeler de insandırlar, hatadan, hilaftan hâlî olmazlar. Halbuki içtihadatın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hatta ümmet “Sahabeler umumen adildirler, doğru söylerler” diye ittifak etmişler.

Elcevab: Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka aşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arş’tan Ferş’e kadar açılmış. Esfel-i safilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden ala-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalatü Vesselâm’ı ala-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.

1491- İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime’nin maskara-alud müzahrafat dükkanındaki kizbe, ihtiyariyle ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi’rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet’in hazine-i aliyesinden en revaçlı bulunan ve şa’şaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivayetinde ve tebliğinde elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olmaları kat’idir, zaruridir, şüphesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hatta siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkanda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkancının marifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.” (S. 480-484) (Bak: 3204.p.)

1492- Kelâm-ı İlahî olduğundan kudsiyete sahib olup vicdanları cezbeden Kur’ana, ictihadî hükümler ve şeriat kitablarının ayine olmaları gerektiğini anlatan Bediüzzaman, Sünuhat namındaki eserinde şu izahatı veriyor:

الٓمٓۚ"

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  ( 2:1,2 )

وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُو  ( 3:103 )

Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası:

Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:

Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzat Kur’anın ve Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes’ele-i içtihadiye altın ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tabi kılmak caiz midir?

Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müctehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.

1493- Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise, gayr-ı tabiîdir.

Meselâ; hükmün me’hazı olan şeriat kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitablara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını, nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cumûdet peyda eder.

Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkiz-i vicdan ve lâzım-ı zatî olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.

Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicab olmuşlardır. Evet bu kitablar, Kur’ana tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.

1494- Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren Hitab-ı Ezelî’nin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç ta-rikledir.

1- Ya müellifinin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zu-lümdür.

2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-u şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i müctehidînin kitabları gibi; “Muvatta”, “Fıkh-ı Ekber” gibi. Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’anı anlamak ve Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.

3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fev-kine çıkararak üstünde Kur’anı gösterip, Kur’anın halis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır.

Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarikat şeyhinin vaazındaki olan halavet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.

1495- Umur-u mukarreredendir ki; efkâr-ı ammenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu te’yid eder.

Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ana müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan, bir mübarek derecesinde kalmazdı...

1496- Bununla beraber zaruriyet-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiye ile mezcedip, ona tabi gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira “Musavvibe”nin2 muhalifi olan “Tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var.” Hal-buki cumhur-u avam, mezhebde imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı ictihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtieyi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci hubb-u nefisten neş’et eden, inhisar zihniyeti illetiyle maluldür. Ve Kur’anın camiiyet-inden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür. Hem Tahtiecilik fikri, su-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahâbüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle me’muruz.

1497- Bu mes’eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü’yada Cenab-ı Peygamber Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’andan ders vereceklerdi. Kur’anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur’ana, ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğunu birden hatırıma geldi.

Bilahare bu rü’yayı suleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azimüşşan lâyık olduğu mevki-i muallayı bütün cihanda ihraz edecektir.” (S.T.İ. 26-30)

 

1 İ'caza dair olan Yirmibeşinci Söz, Kur'anın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.

2 Dört mezheb de haktır. Füruatta hak taaddüd eder diyenlere ilm-i usul ıstılahınca "Musavvibe" denir.

Yukarı Çık