3567- ŞÛRA شورى : Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. *Meşveret için toplantı. *Meşveret etme. (Bak: İcma-i Ümmet)

3568- Şûra, dinin esasat ve müsellematı haricinde ve daha çok icraata ait mes’elelerde şer’î usulüne göre ve şûra için teşkil olunan ihtisas heyeti arasında yapılır. Bu ihtisas heyeti, ya millî kabule sarahaten mazhar olan bir zat tarafından veya umumî seçim yoluyla teşkil olunur. İdarî ve siyasî sahadaki meşveretin biri başkanlık, diğeri ekseriyet sistemi olarak başlıca iki şekil vardır. Birinci şekilde: Başkan meşveret eder, fikir alır fakat istediği maslahat cihetini tercih ve tatbik eder. Bu tarz daha çok ilim ve fazilette geri kalmış ibtidai milletlerde olmalı. Zira şûrada ehliyet esastır. Ehliyet ise biri halis niyet, diğeri ihtisastır. Yani şûrada ele alınan mes’elenin selâmetini ve maslahatını cidden düşünen halis bir niyet ve ihtisas sahibi olmak vasıflarını gerektirir. Yoksa o mes’elenin lehinde olmak perdesi altında, kendi arzusunun tahakkukunu takib eden ve mes’ele hakkında da ihtisası olmayan kişilerin yapacakları şûra, çok kere karışıklıklara sebep olabilir. Böyle ilim ve fazilette geri kalmış cemaatlerin ilim, fazilet ve dirayette ileride olan bir şahsın tedbiri altında bulunmaları daha maslahatlı olabilir. İkincisi ise, ilim ve fazilette ileri milletlerde tercih edilir ki, re’y ekseriyetine dayanır. Asr-ı Saadette Resulullah’ın (A.S.M.) meşvereti gibi. Ezcümle, Resulullah’a ve dolayısıyla bütün mü’minlere hitaben şûrayı emreden bir âyette şöyle buyuruluyor:

3569- (3:159) “وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِۚ Ve emirde onlarla müşavere et. Yani vahiy varid olmayıp re’y ü içtihada mütevakkıf bulunan harb gibi umur-u ammeye müteallik işlerde onların (meşveret ehlinin) re’yini al ki emir, emr-i bilma’ruf olsun. فَاِذَا عَزَمْتَ Ba’del, müşavere karar verip azmettiğin vakitte  فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ Allah’a tevekkül ve itimad et, icrada fütur getirme.

Müşavere, şivar, meşvüre, meşvere, meşûre; danışıp işaret almak, yani rey almak demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de “Şûra” denilir ki bu da esasen öbürleri gibi, masdardır. Lisan-ı Arabda “işaret” اِشَرٌ اِلَيْهِ diye اِلَى   ile sılalandığı zaman lisanımızda meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile ima manasına geldiği gibi, اِشَرٌ عَلَيْهِ diye عَلَى ile sılalandığı zaman da emretmek, re’y vermek manasına gelir. Müşavere işte bu manaca işaret almak içindir. İştikak nokta-i nazarından işbu müşavere ve işaret, arı kovanından bal almak manasından veya satılık bir hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak manasından me’huzdur.» (E.T.1213)

3570- «Şûra-yı İslamın vazifesi, mücerred kendi arzu ve iştihalarını ifade eden iradelerini göstermek değil, hâdisatta ibadullahın menafi-i umumiyesi nokta-i nazarından taharri-i hakk ile o babda edille-i akliye ve nakliyesinden ma’mülünbih (kendisiyle amel edilecek hüküm) olması lâzım gelen  hükmüllahı tayin etmektir... Binaenaleyh  şûra evvel-emirde bir fikr-i ilmî ile tahhari-i hakk ve irade-i İlahiye tecelliyatına ittiba etmek ve irade-i cüz’iyelerini, kendi temennilerini ibraza değil, hükm-i hakkı izhar ve tayine sarf eylemek iktiza eder.

3571- İşbu müşavere emrinin vücub mu, yoksa nedib mi ifade ettiği hakkında ülemanın ihtilafı vardır. İmam-ı Şafii Hazretleri nedbe hamletmiş ise de, zahir olan vücubdur. Fakat müfessirîn ve ülemanın ittifakı vardır ki, min-indillah vahiy nazil olmuş bulunan hususatta Peygamberin ümmet ile müşavere etmesi caiz değildir. Çünkü nass karşısında re’y ü kıyas batıldır, mevrid-i nassda ictihada mesağ olmadığı malumdur. Nass olmayan hususata gelince; her şeyde müşavere caiz midir, değil midir? Bir hayli ülema ve müfessirîn, işbu (3:159) وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِۚ   emrinin emr-i harbe masruf olduğu fikrindedir. Çünki, vahiy bulunan hususatta müşavere caiz olmadığı müteyakkan bulunduğundan فِى اْلاَمْرِۚ deki elif-lam’ın istiğrak için olmadığı anlaşılır... (Şûra, ahkâm-ı diniyenin tatbikatında caridir, bak: 3801.p.)

Beyyinatın vürudundan sonra ihtilaf edenler ve Kitabullah’a iman etmeyenler aleyhinde varid olan âyatın mevrid-i nassda ictihada mesağ olmadığını gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında, emr-i İlahî karşısında re’y ü kıyas ile isyan eden mel’un İblis’in hali olduğu malumdur... (Bak: İhtilaf)

3572- Peygamber için ictihadı tecviz etmeyenler, müşaverenin emr-i harb gibi sırf dünyevî olan hususata aid bulunduğuna kail olmuşlardır. Halbuki ilm-i usulde sahih olan şudur ki: Resulullah vahye muntazır olur ve vahiy varid olmayan hususatta re’y ü ictihadiyle amel ederdi... Resulüllah vahiy nazil olmayınca, ictihada me’mur idi. İctihad ise mübahase ve münazara ile kuvvet bulacağı cihetle mevrid-i vahiyden maadasında müşavere ile de me’mur olmuştur. Mervidir ki, işbu (3:159)  وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِۚ   nazil olduğu zaman Resulullah şöyle buyurmuştur:

 اَمَانَ اللَّهُ وَرَسُولِهِ لَغَنِيَّانِ عَنْهَا وَلَكِنْ جَعَلَ اللَّهُ تَعَا لَى رَحْمَةً لِاُمَّتِى فَمَنِ اسْتَشَارَ مِنْهُمْ لَمْ يَعْدِمْ رُشْدًا وَمَنْ تَرَكَهَا لَمْيَعْدِمْ غَيًا

“Biliniz ki, Allah ve Resulü, müşavereden her halde müstağnidirler ve lakin Allah Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse, rüşdden mahrum olmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz.”

Diğer bir hadis-i şerifte de: مَاتَشَوَرَ قَوْم قَطُّ اِلَّا هُدُوا الْاَرْشَدَ اَمْرِهِمْ

“Müşavere eden bir kavm her halde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur.” buyurulmuştur... Peygamber için müşavere mendub da olsa, ümmet için vacibdir. (E.T. 1215-1217)

3573- Diğer bir âyette de şûra hakkında şöyle buyurulur:

«(42:38) وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْۖ Emirleri de beynlerinde şûradır. İşleri, buyrukları, istibdad ile değil, aralarında danışıkla, reylerine müracaat iledir. Müracaatın sureti de, re’y kabiliyeti olan ammenin reylerini temsil edebilecek ictihad sahibi hall ü akd erbabının toplanıp müzakere etmesiyledir. Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem (3:159) وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِۚ   müeddasınca harb maslahatlarına taalluk eden işlerde müşavere ederdi. Ondan sonra da ashab, gerek onda ve gerek ahkâmda müşavere ettiler. Peygamber’in vefatı üzerine halife intihabı ve ehl-i riddete kıtal, ceddin mirası, şarab içenlerin haddinin adedi ve Irak’ta fetholunan arazinin ahkâmı ve saire gibi mesail hep bu kabildendir... Şûra müzakereleri, ictimaî mes’elelerin aslını teşkil eder. Tarih-i İslâmda ve Usul-i Fıkıhta maatteessüf bu şûra düsturu devr-i sahabeden sonra Kur’anın verdiği bu ehemmiyet ile mütenasib bir surette inkişaf ettirilememiştir. Şûra esasen fütya gibi büşra vezninde masdar olup teşavür, yani birbirinin reyini almak demektir. Aslı, arıdan bal almak manasıyla alâkalıdır. Zü-şûra manasına gelir. Nitekim bu mana ile şûra hey’etine de ıtlak olunur.» (E.T. 4248)

3574- «Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. (42:38) وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْۖ  âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki nev’-i beşerdeki “telahuk-u efkâr” ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle  meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır. Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerin açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdab-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder:

اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَمَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendinize Rab yapmayınız!... Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.» (H.Ş.60)

3575- «Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?

Elcevab: Nur’un Yirmibirinci Lem’a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve  o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimayesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer’î ile yaşayabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.» (H.Ş.62) (Bak: İttihad-ı İslâm)

3576- Şûranın ehemmiyetini ve teşekkülünün elzemiyetini devlet ricaline bildiren Bediüzzaman, Osmanlı İmaparatorluğu Meşihatında gereken şûra heyetinin hususiyetleri hakkında şu izahatı veriyor:

«وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ ٭ وَ شَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ

1Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise, terakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise, tedenni etmiştir. Başka dinde, bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’fı zamanında temeddün hasıl olmuştur.

Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, Kader-i Ezelî’nin bir remzidir ki, şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bu gün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.

Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nisbetle ayrı bir hususiyete malikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.

3577- Saltanat ve hilafet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzattır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâmın bayrağıdır. Saltanat itibariyele otuz milyona nezaret ettiği gibi, Hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes ve istinadgâhı ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, Hilafeti meşihat temsil eder.

Sadaret üç mühim şûraya bizzat istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müdhiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müthiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terkedilmiş.

Ferd te’sirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Te’sirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.

3578- Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim cari olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal Kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder. (Bak: 605.p.)

Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şamil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin.

3579- Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevi olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i  manevisine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor. (İstanbul’un İngiliz işgalinde, halifenin mükreh kılınması, bak: 1339.p.)

Hatta diyebiliriz, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve ictihadattaki fevza, Meşihat’ın za’fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü haricde bir adam re’yini, ferdiyete istinad eden Meşihat’a  karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir Şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır. (Hükm-ü müftabih için re’y-i cumhur gerektir, bak: 961.p.)

3580- Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lakin içtihadı o vakit düstur-ul amel olur ki, bir nevi icma’ veya cumhurun tasdikine iktiran eder. Böyle bir Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garra’da daima icma’ ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i âra’ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’i vardır. Sadaret meşihat iki cenahtır. Şu Devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilah eder.

3581- İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilafette te’sis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir. Bu şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-i  İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşihat’a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku münasib ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdud, hem muhtelit olan âyan ve meb’usanın vazife-i resmiyeleri itibariyle bilvasıta ve dolayısıyla bu işe te’siri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek halis İslâmî bir şûra lâzımdır. (Bak: 3729,3730.p.lar)

3582- Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için te’sis edilen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki adi bir komisyon derecesinden çıkarıp, Meşihat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın aza-yı tabiiyesi addetmek ve haricdeki âlem-i İslâmdan, şimdilik onbeş, yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ülemasını celbeylemek, bu me’sele-i uzmanın esasını teşkil eder.» (S.T.İ.31) (Bak: Şeyhülislâm)

Büyük İslâm Şûrası’nın teşekkülü de, İslâm birliğine dayanan Hilafet-i İslâmiyeye istinad eder. Bediüzzaman, mezkûr şûra teklifini yaptığı zaman, Hilafet ve Meşihat mevcud idi, yani büyük İslâm Şûrası için bir temel hazırdı. Ancak âlem-i İslâm genişliğinde tevsi’ ve tahkim edilecekti. Şimdi ise ancak, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye ile tahakkuku gereken ittihad-ı İslâmın bünyesinde yeniden teşekkül edebilir.

Atıf notu:

-Meşverette verilen kararda sebat, bak: 3833.p.da âyet notu.

1{(*): Bidayet-i Hürriyette şu fikri jöntürklere teklif ettim, kabul etmediler. Oniki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arzediyorum.}

Yukarı Çık