615- DALALET ضلالة : Azmak. Hak ve hakikattan, İslâmiyet yolundan sapmak. Sırat-ı müstakîmden ayrılmak. Şaşkınlık. (Bak: Bid’at, Fâsık, Gaflet, Heva, Hidayet, Küfr, Sefahet)

Sual: Hilkat âleminde «bütün silsilelerin Hâlik’ın vücub-u vücuduna kat’î şehadetleri göz önünde olduğu halde, bazı insanların madde ile maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zâhib olmakla dalâlete düştüklerinin esbabı nedendir?

Cevab: Kasd ve dikkatle değil, sathî ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve bâtıla, mümkün nazarıyla bakılabilir. Meselâ: Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilali arayanlar içinde, ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilali görmek için bütün kasd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip, hilali araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl, nasılsa gözüne ilişir. O zat derhal “Hilali gördüm.” der. “İşte bu gördüğüm aydır:” diye hükmeder.

İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mâhiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla bâtıla bakar. O bâtıl da; ihtiyarsız, talebsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de, çâr nâçâr alır saklar; yavaş yavaş kabul ve tasdikine mazhar olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıd olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garib nakışları ve acib sanat eserlerini esbab-ı câmideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir.

616- Hüseyin-i Cisrî’nin dediği gibi; âsâr-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün zînetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini görmediğinden, o zîneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur. Kezalik, nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şâmil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca tesir-i hakikiyi esbab-ı câmideye vermeye mecbur kalmışlardır.» (İ.İ.89)

617- Dalâlete düşmenin bir sebebi de, hakaikın müvazenesini muhafaza edememektir. Evet «bahr-i hakaik olan Kur’anın âyetleri... bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i îmaniyenin herbirisini tafsilen ve erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Müvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip o hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemalin menbaından Kur’anın bir i’caz-ı mânevîsi neş’et eder.

İşte şu sırr-ı âzimdendir ki, ülema-i ilm-i kelâm, Kur’anın şâkirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mu’tezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için Kur’anın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat’î isbat ve ciddî ikna edememişler. Adeta onlar, uzak dağların altında lağım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbab ile gidip orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan mârifet-i İlahiyeyi ve vücud-u Vâcib-ül vücud’u isbat ederler. Âyet-i Kerime ise, herbirisi birer Asâ’yı Musa gibi her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelal’i tanıttırır. Kur’anın bahrinden tereşşuh eden Arabî “Katre” Risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat, fiilen isbat edilmiş ve göstermişiz. İşte hem şu sırdandır ki: Bâtın-ı umura gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmiyerek, meşhudatına itimad ederek, yarı yoldan dönen ve bir cemaatın riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırak-ı dâlle’nin bütün imamları hakaikın tenasübünü, müvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalâlete düşüp bir cemaat-ı beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur’aniyenin i’cazını gösterir.» (S.441)

Bu mevzuda tafsilat istiyenler, me’haz gösterilen kitaba bakabilirler.

617/1- «İnsanı dalâletlere sürükleyen cihetlerden biri de şudur ki: İsm-i Zâhir ile ism-i Bâtın’ın hükümleri ayrı ayrı oluyor; bunları birbirine karıştırıp merci’lerini kaybetmek mahzurludur. Kezalik kudretin levazımı ile hikmetin levazımı bir değildir. Birisine ait levazımatı ötekisinden taleb etmek hatadır. Ve keza daire-i esbabın iktizası ile daire-i itikad ve tevhid’in iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli. Ve keza, kudretin taallukatı ayrı, vücudun cilveleri veya sâir sıfatın tecelliyatı ayrıdır. Birbirine iltibas edilmemeli. Meselâ: Dünyada vücudun tedricîdir. Berzahî âyinelerde âni ve def’îdir. Çünki icad ile tecelli arasında fark vardır.» (M.N.80)

618- Hem Kur’anda, sefahette tiryakilik ve enaniyet gibi hislerin insanı dalalete götürdüğü bildirilmektedir. Ezcümle:

« الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولئِكَ فِى ضَلاَلٍ بَعِيدٍ

(14:3) âyet-i kerimesi «birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yâni elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler.”

Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünki hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.

Ve ikinci cümlesi olan وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّٰهِ ile der ki:

“O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adavetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

Ve üçüncü cümlesi olanوَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا ile der ki: «Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir fir’avunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikın düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.!” İşte bu âyet, üç cümlesiyle manen bu asırda acib bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u manevî ile mâna-yı işarîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.» (Ş.724) (Bak: Ulemâ-üs Sû)

İki atıf notu:

-Dünya hayatını âhirete tercih edenler, bak: 719, 720.p.lar.

-İmanlarında hayır olmayanlar ihbar eden hadis, bak: 614.p.

619- Kendilerine hak tebliğ edildiği halde, nefisperestlik ve enaniyet gibi sebeblerle hakkı dinlemeyip iman etmeyen ehl-i dalâlet, Kur’anda muhtelif vasıflarıyla tavsif edilir. Ezcümle, bir âyet-i kerimede şöyle tasvir ediliyor:

«(36:8) اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلاَلاً “Çünki biz onların boyunlarında bir takım bağlar, kelepçekler yapmışızdır.” Âyette geçen aglâl, gaynın zammıyla “gull” ün cem’idir... Cumhur bunun bir istiare olduğunu söylemişlerdir ki, hidayetlerine mani olan enfüsî ve içtimaî i’tiyad ve şeraitin وَكُلَّ اِنْسَانٍ اَلْزَمْنَاهُ طَٓائِرَهُ ف۪ى عُنُقِه۪ۜ ( 17:13 ) mısdakınca bir ceza-i mükteseb halinde tab u ilzamını tasvirdir. Çünki tomruk ve kelepçek gibi bağlar, ceza ve ukubet âlâtından olmak itibariyle cebrî olan fıtriyyatı değil, iktisab ile istihkaka terettüb eden cezaî bir ilzam ifade eder. İlk nazarda asrî medeniyetin boyun bağlarını ihtar eder gibi görünen bu “aglal” hem ferdin kabiliyyet-i fıtriyyesini yanlış hedeflere sevk eden bir cem’iyyet sultasının fena tazyiklerini hem de bâtıl itikadlar, çirkin itiyadlar, kötü huylar, taklid, taassub, heva gibi küfr ü masiyeti hoşlandırıp imandan kaçındıran fena melekelere ve keyfiyetlere nefislerin alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir.» (E.T.4009-4010) (Bak: 3490.p.)

Demek oluyor ki bilerek ve severek ecnebi âdetlerine tâbi olmak, yüksek Kur’an ahlâkına zıd düşen hareketlerdir.

Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken mühim husus şudur ki: İnsan dalâlete ya cehalet veya nefsin meyli gibi sebeblerle düşer. Niyetleri iyi olup cehaletten dolayı dalâlete düşenler; ikaz ve ta’lim ile hakka dönerler. Eğer dalâlet, cehaletten değil de iyi niyete rağmen nefsin galebesinden olsa, bu gibiler dahi daimî bir nedamet hissi ile hakka dönmek isterler. Ciddî bir irşad sebebiyle de hakka dönecekleri umulur. Bilerek dalâleti tasvib ve tercih edenler ise, “dalâlen baîd” hükmüne dahildirler ki, Kur’an (4:60, 116, 136, 167) (14:18) (22:12) (34:8) (42:18) (50:27) ve emsali âyetlerinde “dalâlen baîd” ehli, tavsif ve takbih edilir. “Dalâlin mübin” ifadesinin geçtiği âyetler için bak: 2683.p.

Yukarı Çık