194/1- ÂL آل : Arabca’da “serab, dağ, dağın çevresi, çadır direği” manasına geldiği gibi; kişinin kendisi, ailesi, taraftarları gibi manalara da gelir. Bazı lügaviyyun “rücu’ etmek, idare etmek” manalarına gelen “âle” fiilinden geldiğini söylerler. Bazıları da “ehl” kelimesinden geldiğini kabul ederler. (İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı, Âl maddesi’nden)
Âl kelimesi umumiyetle meşhur bir şahsın nesli, kabilesi, hanedanı veya temsil ettiği fikirler, ya da manevi şahsiyetine bağlı olanlar için kullanılan bir ıstılahtır. Âl kelimesi Kur’anda yalnız şahıs isimlerine muzaf olarak meydana getirdiği terkiblerde geçer. (Bak: El-Mu’cem-ul Müfehres li-elfaz-ı Kur’an-il Kerim آل maddesi sh:97) Ayrıca âl-i beyt ile müteradif sayılabilen ehl-i beyt Kur’anda (11:73) (28:12) (33:33) âyetlerinde geçer. Âl kelimesi hadislerde de zikredilir. (Bak: El-Mu’cem-ul Müfehres li- elfaz-ıl Hadis-in Nebevî آل maddesi sh:124)
194/2- Âl kelimesinin bir manası olan “çadır direği” mefhumundan teşbih yoluyla: Bir millet veya cemaatın yıkılıp yok olmasını önleyen, ayakta tutup devamlılığını sağlayan muhafız ve merkezî bir taife, itaat ve irtibat mercii bilhassa İslâm dünyasında âl-i beyt silsilesi ve müceddidler cemaatı diye anlamak; tarihî ve dinî hakikata mutabık gelmektedir.
Aynı şekilde âl, “rücu’ etmek” manasıyla ele alınırsa, hakka ve hidayete dönmek ve döndürmek manasıyla; nübüvvete ve o yolda yürüyen müceddidlere bir telmih sayılabilir. Ehl-i dalalet için ise yani, Âl-i Firavn ve muakibleri gibi menfi cereyan ifadelerinde ön ek olunca, hak ve hidayetten rücu etmelerine ima olabilir. “Serab”da ehl-i dalalete bakar. Yani onlar zahiren mutantan görünseler de, hakikatta hiçtirler. “Dağ ve çevresi” teşbihi de; dağ gibi merkezde sabit bir şahsın etrafındaki âli ile kazandığı ağırlığını ve onunla muhtemel ihtilafatı önleyip müvazeneyi temin ettiğini hayale getirir. Demek lügaviyyunun âl kelimesine verdiği muhtelif manaların hepsinde, letafetli bir hakikat payı vardır. (Bak: Âl-i Aba, Âl-i Beyt, Seyyid)
Bu meselenin en çok dikkat çekici ve ibretli noktası ise: Kur’anda Âl-i Musa (2:248), Âl-i Harun (2:248), Âl-i İbrahim ve Âl-i İmran (3:33), Âl-i Yakub (12:6) (19:6), Âl-i Lût (15:59,61) (27:56), Âl-i Davud (34:13) ifadeleriyle bildirilen ve bütün peygamberlere şamil manada düşünülmesi gereken bu hizbullah ve iman cereyanı karşısında Âl-i Fir’avn ve muakibleri bunlara zıd bir inkâr cereyanı olarak gösterilir. Yani Kur’an geçmiş ve gelecek zamanlara şamil (Bak: Kur’an 3:11, 8:52, 54) fir’avniyet cereyanları ile iman mücahidleri cereyanlarının mübarezelerini tasvir ederek, her asrın insanlarına dalaletten ve cereyanından nefret; hidayete ve cereyanına taraftarlık hissini telkin eder.