60- ACZ عجز : Beceriksizlik. Güçsüzlük. Zararlardan korunmakta acze düşmek. Bir şeyin geri tarafı. (Bak: 1679, 1684.p.lar)
61- Her insanın, biri acz diğeri fakr olarak tarif edilen iki mühim hususiyeti vardır. Bu iki hususiyet insan fıtratının camiiyetindendir. Şöyle ki:
Acz; insanın âlemde pekçok tesirlerden müteessir olması ve o müteessir eden sebeb ve neticeleri yok edememesi ve kendini onlardan kurtaramamasını ifade eder.
Müteessir ve müteellim olma ise, hayat ve hayatın camiiyyetindendir. Meselâ taş da bir varlıktır, fakat camid olduğundan teessürü yoktur. Hayatın basit derecesine sahib olan nebatata az şeyler zarar verir. Hayvanın teessür sahası biraz daha geniştir. Nebatiyet, hayvaniyet ve insaniyet derecelerine sahib olan insan ise, fıtratı câmi olduğundan, mazi ve müstakbel de dâhil olarak kâinat genişliğinde vaki ve muhtemel herşeyden teessürü vardır.
İnsanın ikinci hususiyeti olan fakr ise, maddi ve manevi, ruhî ve cesedî ihtiyaçları olarak sonsuz cennet saadetlerine kadar uzanan bütün arzu ve ihtiyaçlarını kendi iktidariyle elde etmesi cihetindeki mutlak iktidarsızlığını ifade eder.
İşte bu acz ve fakrın insana verilmesinin pekçok İlahî hikmetlerinden birkaç cüz’i nümunesi şudur ki:
62- «Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadir-i Rahim ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zatın hadsiz tecelliyatına cami, geniş bir âyine olsun.» (S.321)
63- Evet «gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, za’f ve acziyle, fakr ve hacatiyle, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor. Ve hakeza... Pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hatta hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibül-Vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahim’in dergahına dayanır; dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihe-tinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahim’in bârigah-ı Rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.» (S.686)
64- «Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin îkazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve en dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dahilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i Alem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..» (H.Ş.24)
65- Evet «insan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Za’fında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünki o za’fın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat, ona müsahhar olmuş. Eğer insan za’fını anlayıp, kalen, hâlen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle müsahhar olur ki, iktidar-ı zâtisiyle onun öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Meselâ: Tavuğun yavru-sunun za’fındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine müsahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte cây-i dikkat za’ftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temâşa bir cilve-i rahmet...
Nasılki nazdar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kaviler ona müsahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bir def’a kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmağıyla kahramanları kendine müsahhar eder. Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecek-tir. İşte insan dahi Hâlikının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı ni’met suretinde Karun gibi (28:78)اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ yâni: “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlat-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi; kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir. Evet bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun za’fının semeresi olan teshir-i Rabbaniye ve ikram-ı Rahmanîdir. Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergahında acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcatını, tazarru ve dua lisanıyla ilan et ve abd olduğunu göster.» (S.327-328)