1394- HÜMANİZM هومانيزم : Latinceden yani bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan eski Roma dilinden alınmış bir terimdir. Bu terim eski Yunan ve Latin kültürünü canlandırıp müdafaa eden ve orta çağın Hristiyanlığa dayanan düşüncelerine karşı 14. yy. da ortaya çıkan bir cereyana isim olmuştur. San’at ve insan sevgisi perdesi altında (Bak: 2258, 2259. p.lar) rağbet-i umumiyeyi toplamak isteyen bu cereyan, Rönesans hareketinin aslını teşkil eder. (Bak: 930.p.)
Dine bağlı milletlere tesir edebilmek planıyla zahirde dinleri reddetmez görünürken, hakikatte dinleri ve bilhassa Hak Dinini asliyetinden çıkarıp reform namıyla dini tahrif ve tahrib edip insanı insana hâkim kılmak davasını takib eder.
Bu ise mutlak nefis hürriyeti, yani hayvanî bir hürriyettir. Burada takib edilen ana gaye, insanları dinî bağlardan ve Allah’a bağlanmaktan koparmaktır. Esasen yalnız dünya hayatını ve zevklerini gaye edinen ve tek gözlü bir anlayış olan Hümanizm, laikliğin felsefî tarifine giren temel anlayışıyla, kâinatta hâkim olan rububiyet-i İlahiyeyi inkâr ederek, insanın yalnız dünya hayatının menfaat ve zevklerini tek değer ölçüsü görüp, bu ölçüyü mutlak hâkim kılmak ister.
Bu meselede dikkate değer bir husus şudur ki: Avrupa’da ilim ve akla değer vermeyen orta çağ kilise hâkimiyetine karşı, ezilen avam ve fikir adamlarında bir küsmek meydana geldi. İçtimaî hayat içinde zamanla ortaya çıkan bu gibi ğergin içtimâi halet ve tarihî hâdiseleri, kendi maksadı istikametinde kullanmayı fırsat telakki eden gizli ifsad cereyanının, Rönesans hareketini menfi istikamete götürmüş olması ihtimali de düşünülebilir.
1395- Felsefe tarihine göre hümanizm hareketinin başı, İtalyan şairi Petrarka (Petrarca)’dır. (Mi.1304-1374) Ve kendi enesi (ben’i), düşüncelerinin temelidir. Hiçbir dış tesire bağlanmak istemiyen nefsinin ve enesinin istek ve hürriyeti içinde yaşamak, temel gayesini teşkil eder. Yine felsefe tarihinin kaydettiğine göre; ölüm endişesini çok şiddetli hisseden Petrarca, Allah’a inanmanın bu endişeyi kaldıracağını söylerse de muharref Hristiyanlık inancındaki Allah anlayışı, tatminkâr olamadığından bedbinliğe, karamsarlığa (pesimizm’e) düşer. Aynı hal, bu cereyan mensublarında da bulunduğundan, kendini unutup bu vicdanî azabı duymamak için aşırı zevk ve alkolik hayata atılırlar. Halbuki bu cereyan, insanlık için huzur aradığını iddia ediyordu. Gittikçe yayılan bu hareket, Avrupa’nın ve Avrupa’yı taklid eden memleketlerin çoğunu istila ederek beşeriyeti umumi bir buhrana itmiştir.
1396- Bu buhranlı hali tasvir eden Bediüzzaman, Avrupa’ya hitaben şöyle diyor.
“Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi’ san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum. Şöyle ki: O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nafiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevisine karşı demiştim:
Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakim ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dava edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.
Ey küfür ve küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zinet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi?
Aya görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden me’yus olması ve fehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazib ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun ta esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalaet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zail, yalancı bir Cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu Cehennem’de azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi? İşte sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın. Yalancı bir Cennet içinde Cehennemî bir azab çektiriyorsun.
1397- Ey beşerin nefs-i emmaresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevkettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında biçare âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasbederek kulübeciğini harab ediyorlar. Bazan da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline sema ağlıyor. Nereye bakılsa hal bu minval üzerine gidiyor. O yolda işitilen sesler, zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan umumi bir matem, o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellümü tahammül edemediğinden; o yolda giden, iki şeyden birisine mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helaketi onu müteessir etmesin veyahut kalb ve aklın muktezasını ibtal etsin.
1398- Ey sefahet ve dalalette bozulmuş ve İsevi dininden uzuklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere Cehennemî haleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insanı a’la-yı illiyyinden, esfel-i saefiline atar, hayvanatın en bedbahd derecesine indirir. bu illete karşı bulduğun ilaç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevasat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilacın, senin başını yesin ve yiyecek!..” (L.115-116)
İşte hatasının cezası olarak böyle müthiş huzursuzluğa düşen beşeriyetin yegane çaresi, bu dehşetli hatasından dönüp hakaik-i Kur’aniyenin şifabahş derslerini dinlemesidir.