920- FELSEFE فلسفه : Yunanca “filosofia” (philosophia)dan Arapçalaşarak dilimize “felsefe” olarak girmiştir. Farklı manalarda kullanılır: Feylesofların mesleği. *İlm-i hikmet. Geniş mânâsiyle felsefe: Hayata, hadiseler ve varlıklara bakışta, dinden kopuk beşerî düşünceyi esas almaktır. *Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezahürlerini, sebeblerini, ilk unsurları, mebde ve gaye cihetinden inceleyen fikrî çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan bilgi. *Bir ilmin prensipleri. *Marifet ve hikmet sevgisi. *Meşhur bir feylesofa göre olan hususi prensipler, nazariyeler. *Tabiat, huy ve mizaç sakinliği, rahatlık. (Bak: Abesiyyun, Determinizm, Dehriye, Feylesof, Hikmet, İşrakiyye, Maddiyyun, Meşşaiye, Metafizik, Müşebbihe, Nokta-i Nazar, Rasyonalizm, Septisizm, Sofestai, Sofizm, Ta’til, Zerre)
921- Bugün yazılmış felsefe tarihlerinin çoğu Batılıların eseri olduğu için, felsefe tarihinin başlangıcı eski Yunan medeniyetine bağlanmaktadır. Oysa bundan önce Mezopotamya, Mısır, Anadolu, İran, Hint ve Çin medeniyetleri vardı. Şüphesiz bu medeniyetlerde de felsefî düşünme faaliyeti mevcuttu. Yani pratik fayda, günlük ihtiyaçları karşılama gayesiyle değil de yalnız hakikatı öğrenmek için araştırma ve düşünme faaliyetinin tarihte başlangıcı çok daha eskilere gider. Fakat bu konuda hem kaynaklar yeterli değil, hem de bu genişlikte bir felsefe tarihine pek rastlıyamıyoruz.
922- Eski Yunan düşüncesi içinde felsefe tabirini ilk def’a “philosophia” olarak Pyhtagoras (Pisagor)un kullandığını eski kaynaklar nakletmektedir. Felsefe tabiri, hem mücerred ve nazarî düşünceyi hem de tabiat ilimlerini içine alacak biçimde geniş manasıyla kullanılmıştır. Bu umumi manadaki kullanılış, Mi. 17. yy.a kadar devam etmiştir. Bu durum İslâm dünyasında da görülmektedir. Felsefe ve hikmet tabirleri hem müsbet ilimleri hem de nazarî düşünceyi birlikte ifade eden tabirlerdir. İlimlerin felsefeden ayrılışı, Batı’da 17. yy.dan itibaren başlamıştır. Umumi cazibe kanununu keşfeden Newton bile yazdığı fizik kitabına “Tabiat Felsefesi” adını vermiştir. Zaten fizik kelimesi Yunanca olup, tabiat manasına gelir. Bu sebeble bugünkü fizik, kimya, astronomi, biyoloji, jeoloji gibi müsbet ilimlerin mevzuları tabiat felsefesi içinde düşünülmüştür.
923- Büyük İslâm mütefekkiri ve müceddidi Bediüzzaman bir mektubunda felsefeyi bu geniş manasıyla ele alır ve müsbet ve menfi olarak iki kısma ayırarak şöyle der:
«Risale-i Nurun şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’anın hikmetine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.
İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’anın mu’cizekâr hakikatlarıyla muaraza ettiği için, Risale-i Nur’un ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı müvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakim, menfaatdar felsefeye ilişmiyor...» (E.L.I. 181)
924- Felsefi düşünce tarihini, ana hatlarıyla şöyle hülasa etmek mümkündür:
I- Antik Çağ
A- Eski Yunan felsefesi:
Bugünkü Batı dünyasının felsefe geleneği, eski Yunan felsefesine dayanır. Bu felsefe M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak, miladi 1. yüzyıla kadar altı-yedi yüzyıllık bir devreyi içine alır. Avrupa’da ve Batı Dünyasında çağımızın felsefi çığırlarının hemen hemen hepsinin kökleri bu eski Yunan Felsefesine kadar uzanır. İslâm dünyasında ortaya çıkan felsefe çığırları da, muhtelif derecede bu felsefenin tesirinde kalmıştır.
925- Eski Yunan Felsefesi bir bütün halinde değil, birbirinden farklı veya birbirine zıd, çeşitli cereyanların bir karması olarak karşımıza çıkar. Bu felsefe çevresi içinde, sonradan Avrupa Felsefesinin ele aldığı bir çok mes’eleler, ilk def’a basit şekilleriyle ele alınmıştır. Bu kadar çeşitli ve farklı çığır ve görüşlerin ortak cihetleri de mevcuddur. Bunları şöyle belirtebiliriz:
1- Eski Yunan felsefesi dine dayanmaz. O zamanda Yunan dünyasındaki din, putperestlik olup kültür ve medeniyetin gelişmesi ölçüsünde zayıflamış ve cemiyetteki yüksek tabakayı tatmin etmez olmuştur. Bu sebeble düşünen insanlar çevresinde dinden bağımsız, akla dayanan dünya görüşleri olarak felsefe çığırları, putperestlik dininin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmıştır.
2- Umumi karakterleri itibariyle felsefi cereyanlar, aklı esas alır. İnsan hayatının yine insanın kendisi tarafından tanzim edilmesi gerektiğini kabul eder.
3- Dünya hayatını esas alır.
4- Yoktan varetmek, yaratmak düşüncesini kabul etmez.
926- Yunan Felsefesini üç ana devreye ayırmak âdet olmuştur:
a- Sokrates’den önceki devir: (Takriben M.Ö. 6.yy.-5.yy.arası) Bu, tabiat felsefesi devridir.
b- İnsan felsefesi devri: (M.Ö. 5.yy.) Sofistler (Osmanlıca: Sofestaiyyun) ve Sokrates bu devir içinde yer alırlar. Bu devir felsefesi, tabiatı inceleyip anlamayı ve açıklamayı bir tarafa bırakarak insanı anlamayı, insan hayatına bir mana ve nizam getirmeyi ön plana alıp hayatın, yaşamanın, yani insanın felsefesini yapar.
c- Büyük sistemler devri: (M.Ö.4.yy.-Mi.1.yy.başları) Eflatun ve Aristo’nun da içinde yer aldığı bu devrede felsefe, Batı düşüncesinin mevzuu olan pekçok şeyi ele alarak birbirine bağlı bir düşünce ve görüş bütünlüğü içinde sistemleştirmeye çalışır.
Bu üç devreden birincisine ait kaynaklar, çok az ve zayıftır. Bu kaynaklara göre filozofların tabiat mevzuunda ileri sürdükleri fikirler, birbirleriyle mütenakızdır. Kâinattaki kesreti, tahavvülatı açıklama teşebbüs ve gayretleri netice vermemiştir. Bu durumu gören ikinci devre filozofları umumiyet itibariyle şüphecilik ve inkâra sapmışlardır. Yalnız Sokrates, Eflatun ve Aristo ve bunlara bağlı muakibleri bu inkârcılığa bir nebze karşı çıkmışlarsa da üçüncü devrede ortaya koydukları fikir sistemleri de bir hakikat ortaya ko-yamamıştır. Yunan felsefesi bu haliyle Roma’ya intikal etmiştir.
927- B- Roma Felsefesi: (Takriben M.Ö. 1.yy. - Mi.6.yy.) Tabiat, insan ve hayat mevzuunda Yunan Felsefesinin çeşitli çığırlarını taklit etmiş eklektik (devşirmeci) bir felsefedir. Kendine mahsus yeni bir felsefe getirmemiştir. Fakat siyasî hayat ve hukuk sahasında önceki devirlerde görülmeyen bir hukuk anlayışı ortaya koymuştur. Roma hukuku ferdî mülkiyeti esas alır, insanın haklarını ve içtimaî nizamı menfaate dayanan ölçülerle tesbit eder. Bu sistem, batı dünyasında laik hayat anlayışının temelini teşkil eder.
Batının düşünce dünyası Yunan Felsefesine, içtimaî hayatı Roma hukuk felsefesine, dinî hayatı Hristiyanlığa dayanır. İşte Batı, bu üç sacayak üzerine müessestir.
928- II- Ortaçağ Felsefesi:
Ortaçağ tabiri Mi. 476-1453 yılları arasında zamanı ifade eder. Ortaçağda gerek Batı Hristiyanlık dünyası, gerek Doğu İslâm dünyasına hâkim olan, felsefi düşünceden önce bu iki semavi din olmuştur. Felsefe ise daha çok bu dinlerin hizmetinde ve kendini muarızlarına kabul ettirmek yahut onlara karşı müdafaa etmek için bir vasıta olmuştur. Ortaçağda felsefe bu fonksiyonu itibariyle yeni görüşler ortaya koymaktan ziyade dinin esaslarını felsefi dille takdim etmek yahut felsefe ile dinin uzlaştırılmasını sağlamak hedefine yönelmiştir.
Felsefenin yüklendiği bu vazife ve aldığı şekil itibariyle bu dönemde “skolastik felsefe” adıyla şöhret bulmuştur. Skolastik felsefe ortaçağ Hristiyanlık felsefesini ifade için kullanılmakla beraber, Batı felsefe tarihçileri İslâm Felsefesini de “İslâm Skolastiği” olarak isimlendirmektedirler. Şüphesiz ana temayülleri itibariyle her iki felsefenin benzeyen tarafları mevcuddur. İki felsefeyi de, dinle uzlaşma ve dini müdafaa etmek gayesine yönelmiş olmak bakımından aynı kategoride düşünmek mümkündür.
Batıda skolastik felsefe tabiri kelime olarak “okul felsefesi” manasına gelmektedir. Kiliseye bağlı okullarda okutulan ve kilisenin tasvib ettiği resmi felsefe olduğu için bu tabirle adlandırılmıştır. İslâm dünyasında da medreselerde felsefe okutulmuştur. Fakat İslâm filozofları daha çok serbest bir şekilde eserlerini yazıp düşünce sistemlerini ortaya koymuşlardır. Tabiri caizse İslâmda siyasî ve dinî otoritenin tasvib ettiği düşünce, felsefe değil kelâm ilmidir. Bu bakımdan Batıdaki skolastik felsefe gibi addetmek tam uygun düşmez. Batıda kilise skolastik felsefe dışındaki düşünceleri ve ilmî çalışmaları müsamahasız bir şekilde takib ve şiddetle tecziye etmiştir. İslâm dünyasında ise mevcut müsamaha havası içinde her din ve ırktan çeşitli filozof, mütefekkir ve ilim adamları serbestiyet içinde düşünüp eserlerini ortaya koyabilmişlerdir.
Gerek Doğu, gerek Batı skolastik felsefesi bazan Eflatuncu düşünceye, bazan da Aristocu düşünceye ağırlık vermiştir. İslâm dünyasında Aristoya ağırlık veren felsefe Meşşaiyye, Eflatuncu düşünceye ağırlık veren felsefe İşrakiyye ekollerini teşkil etmişlerdir. Batıda bunun karşılığı olan ekoller ise “nominalizm” (adcılık, Os.İsmiyye) ve “realizm” (gerçekçilik, Os.hakikiyye) dir. (Bak: Meşşaiyye, İşrakiyye)
929- Dini desteklemeyi ve açıklamayı hedef alan bu felsefelerin yanısıra dine muarız olan tabiatçı (Os. Tabiiyyun), maddeci (Os. Maddiyyun ve Dehriyyun) ve şüpheci (Os. Reybiyyun) filozoflar da eksik olmamıştır. Eski Yunan ve Ortadoğu medeniyetlerinin fikrî kaynaklarından beslenen bu felsefeler, semavî dinlere faydadan çok zarar verdikleri söylenebilir. Bunlar İslâm âleminde birleştirici değil parçalayıcı bir rol oynamıştır. Çeşitli mücadelelere, bid’at fırkalarının doğmasına, birliğin bozulmasına sebebiyet vermiştir.
Ortaçağ felsefesinin Hristiyan âlemindeki neticeleri daha farklı olmuştur. Batı Ortaçağındaki fikrî ve felsefi mücadeleler kilisenin baskı ve otoritesinin zayıflamasına, tahdid edilemediği için zamanla içtimaî keşmekeşe sebeb olan bir hürriyet anlayışının canlanmasına, müsbet ilimlere rağbetin artmasına, dünya hayatının ağırlık kazanmasına, düşünce ve içtimaî hayatta laik nizamın teşekkül ve teessüsüne yol açmıştır.
930- III- Rönesans Devri (Mi. 14.yy. - 15.yy.):
Eski Yunan felsefe ve düşüncesini İslâm mütefekkir ve filozoflarının eserlerinden öğrenip tanıyan Batı dünyası, Skolastik devirden sonra kiliseden bağımsız olarak, Antik Çağ medeniyeti ve kültürünü orijinal kaynaklarıyla tanıma gereğini ve arzusunu duymaya başlar. Böylece Batı sanatçı ve düşünürleri, eski Yunan düşüncesinin akılcı laik havasıyla, kilise ve otoritesinden müstakil olarak araştırma ve düşünme faaliyetine başlar. Antik Çağ’dan beslenen fakat yeni ve değişik bir biçimde ortaya çıkan bu felsefe dönemi, Rönesans Felsefesi olarak adlandırılır. Bu bir geçiş devresi olup, hem yeniyi hem eskiyi bir arada ve yan yana bulundurur. Bu devreye daha çok Eskiçağ kültürüne dayanarak insanı ve dış dünyayı yeniden tanıma, anlama, araştırma devri ve Yeniçağ düşüncesinin hazırlık safhasıdır, diyebiliriz.
931- IV- Yeniçağ Felsefesi (Mi. 16.yy. - 17.yy.):
İngiltere’de tecrübeciliği, kıt’a Avrupasında akılcılığı temel alan bir vasıfta iki ayrı çığır halinde ortaya çıkan bir felsefe devridir. Yalnız dünya hayatını ve menfaatini kazanmayı hedef edinen bu felsefenin karakteristiği; yaşadığımız dünyayı dinden ayrı olarak anlamak, hâdiseleri açıklamak, düşünme ve araştırma metodlarını bulmak, müsbet ilimlere sağlam bir temel hazırlamak ve gelişmelerini sağlayabilmek yolunda sarfedilen gayretlerin mahsulü olmasıdır. Avrupa bu çağdan itibaren müsbet ilim ve teknikte bariz bir şekilde ilerlemeye başlarsa da, maneviyat ve fazilette daha çok gerilemeğe devam etmiştir. Zira maneviyat ve fazilete zıd olarak hayattaki en önemli hedefi, ilim ve teknikle kuvvet kazanarak hâkimiyetini sağlamaktır.
932 V- Yeniçağ Felsefesi (Mi. 18.yy. ve sonrası):
Bir taraftan müsbet ilimlerin kurulup hızla gelişmeye başladığı, büyük keşiflerin ve buluşların yapıldığı, bir taraftan da eski cemiyet nizamlarının ve şekillerinin değiştirilip yenilerinin ortaya çıktığı bu devirde Batı insanı, muvaffakiyetlerinden mağrur, dünyada kendinden daha üstün kuvetin olmadığı zehabına kapılmış ve aklını sanki bütün esrar kapılarını açabilecek üstün bir kudret olarak görme tevehhümü içinde karşımıza çıkar. Alman filozofu Kant, “Aydınlanma Çağı” denen 18.yy.da insanın bu aşırı iddialarıyla hesablaşır. İnsan akıl ve kabiliyetlerinin nelere yetişip nelere yetişemediğini göstermeğe çalışır. İnsan aklının ve iradesinin tenkidini yapar. İnsan aklının ancak maddi dünyanın gerçeklerini, mutlak olarak değil fakat kendi imkân ve ölçüleri içinde, nisbî bir şekilde bilebileceğini, bunun ötesinde vahiy kaynağına dayanmadan mutlak hakikatı bilmek kudretinde olmadığını söyler.
Fakat 19.yy.da gelişen ilmin muvaffakiyetleri ve bunun bilhassa iktisadî hayat ve tekniğe tatbikinde meydana getirdiği inkılap, içtimaî hayatın şekli ve yapısında esaslı değişikliğe yol açmış ve mütefekkirlerin gayretleri bu defa içtimaî hayatta sulh ve adaletin tesisi imkân ve çarelerini araştırmağa yönelmiştir.
İnkılap ve ihtilaller, sınıfların ve milletlerin mücadelesi, yıkılışlar ve yeniden kuruluşlar, cemiyet hayatındaki hercümerc, ahlâkî ve dinî düşüncelerin sarsılıp zaafa uğradığı bir zaman olan bu asırda, bir taraftan maddeci, bir taraftan maneviyatçı çarpışan düşünceler, içtimaî felsefeye ağırlık vermişlerdir. Sosyoloji ve pisikoloji gibi beşerî ilimler de, bu asırda ortaya çıkmağa başlamıştır. Düşünce sahasındaki derin ve esaslı zıdlaşma, içtimaî ve siyasî nizamda da kendini göstermiştir. Kapitalizm-sosyalizm zıdlaşması, demokrasi ve diktatörlükler arasındaki mücadele, zengin-fakir sınıflar arası mücadele yahut ilerlemiş-geri kalmış milletlerin zıdlaşması, insanlığı tehdit eden harp ve bunun karşısındaki barış çabaları, kısaca insanlığın içine düştüğü bu buhranlı ve çalkantılı çağın felsefesi de adeta buhran felsefesi olmuştur.
Netice olarak hülasa edilirse, ne eski Yunan ve Roma felsefesi ve ne de bunlara dayanan Batı dünyası fikriyatı; insanlığı barışa, huzura, dünyevî ve uhrevî kurtuluşa götürememiş; hayatta keşmekeşe ve her türlü tahakküm ve sınıf mücadelesine, ferdî ve içtimaî egoizme sürüklemiştir.
933- Bugün artık Batının düşünen kafaları, son ümit olarak İslâm’ı görmeğe başlamıştır. Bunun bir bir örnekleri ortaya çıkmaktadır. İslâm dünyası ise sahib olduğu fakat hayli zamandan beri bir dereceye kadar habersiz bulunduğu veya tam sahib çıkamadığı kıymetlerine gittikçe artan bir şuurlanma ile yavaş yavaş yeniden sahib olmaya başlamıştır. Kendini araştırma, kendine dönme, İslâm’a yeniden sarılma faaliyeti kuvvetlenmektedir. Muhtelif İslâm memleketlerinde bu uyanışı temsil eden ve canlandıran cemaatlar gelişmektedir.
Gerek Batıda, gerek Doğudaki bu uyanış ve hareketler, Doğu ve Batı’nın, materyalizm ve mütecaviz dinsizlik cereyanı karşısında güç birliği edeceklerine dair işaretlerdir ve insanlığın tek ümidi olan İslâm istikbalde hükmedecektir. (B.Sami Sağbaş, Felsefe Öğretmeni)
İki atıf notu:
-Dinsizlik cereyanına karşı İslâm-İsevî ittifakı, bak: 785,786,787.p.lar.
-İstikbalde İslâm’ın inkişaf ve hükümranlığı, bak: 1747, 1748, 1749, 1839,1840.p.lar
934- Bediüzzaman Hazretleri felsefe silsilesi ile diyanet silsilesinin menşe ve mahiyetlerini küllî bir nazarla izah ederken diyor ki:
«Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde.... biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiyye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşe’lerini, esaslarını bulmalıyız.
İşte diyanet silsilesine itaat etmiyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını, etrafına dağıtır. Hatta kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları1 beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşe’i ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tuba-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında Enbiya ve Mürselîn ve Evliya ve Sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü siret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki veçhini beyan edeceğiz. Şöyle ki: Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
935- Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: Ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Yani ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir. Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder. Vücudu, tebeîdir. Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Malikiyeti, vehmiyedir. Yani kendi malikinin izni ile; suri, muvakkat bir malikiyeti vardır, bilir.
Hakikatı, zılliyedir. Yani, hak ve vacib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zıldir. Vazifesi ise, kendi Hâlikının sıfat ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene’ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar. Bütün mülkü Malik-ül Mülk’e teslim etmişler ve hükmetmişler ki:
O Malik-i Zülcelal’in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşey’in anahtarı onun elindedir; herşey’e Kadir-i Mutlaktır. Esbab, bir perde-i zahiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.
İşte şu parlak nurani güzel yüz, hayatdar ve manidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlik-ı Zülcelal bir şecere-i tuba-i ubudiyeti ondan halketmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nurani meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.
936- İkinci vecih ise: Felsefe tutmuştur. Felsefe ise, ene’ye mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zatî olduğunu telakki eder. Yani zatında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakiki maliktir, zu’meder. Onu bir hakikat-ı sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zatından neş’et eden bir tekemmül-ü zatî olduğunu bilir ve hakeza... Çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler. O esasat, ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözlerde hususan Onikinci ve Yirmibeşinci Sözlerde kat’i isbat etmişiz.
Hatta silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, ibn-i Sina ve Farabi gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı: “Teşebbüh-ü bil-vacib”dir.. yani Vacib-ül Vücud’a benzemektir” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saklanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
937- Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.
İşte diyanete itaat etmiyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene’nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.
938- İşte o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında, beşerin enzarına verdiği meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir. Çünki felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir. Hatta “Elhükmü-lil-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır” der.2 Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci’ etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevketmiştir. Hem masnu’daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sani’ ve Nakkaş’ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmiyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der. Perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satılan müzahraf, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide yapmıştır.3 O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük -büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.
939- Şimdi şu hakikatı tenvir için, felsefe mesleğinin esasat-ı fasidesinden neş’et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esasat-ı sâdıkasından tevellüd eden neticelerinin binler müvazenesinden nümune olarak üç-dört misal zikrediyoruz. Meselâ: Nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللّٰهِ kaidesiyle “Ahlâk-ı İlahiye ile muttassıf olup Cenab-ı Hakk’a mütezellilane teveccüh edip acz, fakr, kusurunuzu bilip dergahına abd olunuz” düsturu nerede! Felsefenin teşebbüh-ü bil-Vacib insaniyetin gayet-i kemalidir kaidesiyle “Vacib-ül Vücud’a benzemeğe çalışınız” hodfüruşane düsturu nerede! Evet nihayetsiz acz, za’f, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede! Nihayetsiz kadir, kavi, gani ve müstağni olan Vacib-ül Vücud’un mahiyeti nerede!
940- İkinci Misal: Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, ta nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hatta zerrat-ı taâmiyye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların, fıtratlarını su-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehâne hükmetmişler.
941- Üçüncü Misal: Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ yani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudur edecektir. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek zatın icadıdır” diye olan tevhidkârane düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ “Birden bir sudur eder” yani “Bir zattan, bizzat birtek sudur edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder” diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadir-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlik-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namında bir mahlûku verip, adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlud ve dalalet-pişe ve felsefenin düsturu nerede?
Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.
942- Dördüncü Misal: Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden (17:44) وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırrıyla: “Herşey’in, her zihayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Saniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şey’in, hatta bir meyvenin; bir ağacın meyveleri ka-dar hikmetleri, neticeleri bulunduğu “mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zihayatın neticesi kendine bakar, veyahut insanın menfaatlerine aittir.” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?
İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahimesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhîler, şa’şaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; adi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir Hüccet-ül İslâm onlara o dereceyi de vermemiş.
943- Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemasından olan Mu’tezile imamları, zinet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddi temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından bedbinlikle maruf Ebu-l Alâ-i Maarri ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşıyan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip: “Edepsizlik ediyorsunuz, zendekaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar.
944- Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi zatında hava gibi zaif bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismî cihetiyle baktığı için; güya buhar-misal o ene temeyyü’ edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ve tekeddür eder, şeffafiyetini kaydeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hatta esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlik-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır. (36:78)مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَمِيمٌ der. Meydan okur gibi Kadir-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder.
Hatta Hâlik-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmiyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmiyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:
945- Felasifenin bir taifesi, Cenab-ı Hakk’a “mucib-i bizzat” demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzib etmişler. Feya Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Saniin ihtiyarını göster-dikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor. Hem bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diye İlm-i İlahînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba te’sir verip, tabiat eline icad verir. Yirmiikinci Söz’de kat’i bir surette isbat edildiği gibi:
Her şeyde, Hâlik-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip, âciz camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.
946- Hem Onuncu Söz’de isbat edildiği gibi, Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya ene’nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tağutlardandır.» (S.538-544)
947- Nübüvvet ile felsefenin nokta-i nazarlarında büyük farklar vardır. Ezcümle:
«Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete batığı için, hakaiki ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usul-üd din ve ülema-i ilm-i Kelâmın makasıdı içinde görünmiyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler.
Bu sırrı fehmetmiyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.
948- Hem herbir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat’iyesi, Kur’anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz:
Meselâ: Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur’an nazarıyla bakıldığı vakit -Onbeşinci Söz’de izah edildiği gibi- hakikatı şöyledir ki:
Semere-i âlem olan insan; en cami’, en bedi’ ve en âciz, en aziz, en zaif, en latif bir mucize-i kudret olduğundan beşik ve meskeni olan zemin; semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizat-ı sanatının meşheri, sergisi, bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi, nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma’kesi, hadsiz hallakıyet-i ilahiyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sağiresinden cevadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen tezgahı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgahı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.
İşte Arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakim semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren (78:37) رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ diyor. İşte sair mesaili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.» (S.350) (Felsefeyi derin ve üstün zannetmek hatası, bak: 1757.p.)
949- Hem «felsefe ve hikmet-i insaniye dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder; Saniine karşı vazifelerinden bahsetse de icmalen bahseder. Adeta kâinat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, manasına ehemmiyet vermez. Kur’an ise dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılabcı olarak bakar. Mevcudatın mahiyetlerinden, surî ve maddi hasiyetlerinden icmalen bahseder. Fakat Sani’ tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkâranelerinden ve Saniin isimlerine ne vechile ve nasıl delalet ettikleri ve evamir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder. » (S.436)
«Kur’an’ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyatı, şu esasa göre gider. Hakikat-ı dünyayı olduğu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayı, ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sani’a bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir. Beşerin gözünü ona diktirir. Hakiki hikmeti ders verir. Kâinat kitabın manalarını talim eder. Hurufat ve nukuşlarına az bakar. Sarhoş felsefe gibi, çirkine aşık olup, manayı unutturup hurufatın nukuşuyla insanların vaktini malayaniyatta sarfettirmiyor.» (S.438) (Felsefe hikmetiyle Kur’an hikmetinin mukayesesi, bak: 1307-1312,3903. p.lar.)
1Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil'in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususi olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmiyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.
2Düstur-u Nübüvvet "Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir" der, zulmü keser, adaleti te’min eder.
3Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevasatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.