2078- KUDRET قدرة : Güç. Takat. *Her yeri kaplayan kudretullah. *Varlık. Ehliyet. *Becerebilme. *Zenginlik. Kabiliyet. *İlm-i Kelâm’da: Allah Teala’ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.
Kâinatta âsâr-ı tecelli-i kudret olan cazibe ve dafia gibi kuvvelerden intikal ile kudret-i İlahiyenin sırr-ı tecellisine bir misal şöyle verilebilir: Çok kuvvetli mıknatısiyeti bulunan bir çelik parçasında aynı zamanda yine gözle görülmiyen ve hikmetli eserleriyle vücudu anlaşılan idrak ve ilim de bulunduğunu farzetsek; idrak sahibi farzettiğimiz bu mıknatıs, demir tozlarını sıraya koyup kelimeler yazsa, nasıl bu fiilin faili olan mıknatıs ve ilmin tasarrufllarındaki temasları görünmezdi ve hayret-amiz bir hâdise olurdu. Hem bu mıknatıs, hiç inkısam etmeden bir demir parçasına tesir ettiği gibi, bütün demir parçacıklarına da aynı zamanda tesir eder ve işini de birbirine mani olmadan bir anda yapardı. Öyle de bilkıyas, sonsuz olan ve ilim, irade ve sair sıfat-ı İlahiye ile mümteziç bulunan İlahî kudretin atom denen zerrat-ı kâinatı icad edip onunla kitab-ı kâinatı pek manidar yazması şuhud derecesinde makul görünür ve görülmelidir.
2079- Evet “Kudret-i Ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata -herbir zerreye- birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir.” (S.T.İ. 8)
2080- “Vacib-ül Vücud zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’alinde de benzemiyor. Çünki Vacib-ül Vücud’un kudretine nisbeten yakın uzak, az-çok, küçük-büyük, ferd-nev’, cüz’-küll aralarında fark yoktur. Ve keza onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacib-ül Vücud’un ef’alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatını fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor.” (M.N. 186) (Bak: 1476.p.)
2081- Hem tabiatperest bir nazarla” o Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevi kanunlarını, birer maddi madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî’nin şeriat-ı fıtriye-i kübrasının manevi ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını, birer mevcud-u haricî ve maddi birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlahiyenin yerine o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kannuları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara “tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kadir telakki etmek bir vahşettir.” (L.186)
2082- “Hem maddiyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülat-ı muntazama içinde Hallakiyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i azamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar.” (L. 342)
2083- “Kudret-i Ezeliye, Zat-ı Akdes-i İlahiyenin lâzıme-i zaruriye-i zatiyyesidir. Yani, bizzarure zatın lâzımesidir. Hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zata bilbedahe ârız olamaz. Çünki o halde cem’-i zıddeyn lâzım gelir. Madem acz, zata ârız olamaz; bilbedahe o zatın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Madem acz, kudretin içine giremez; bilbedahe o kudret-i zatiyede meratib olamaz. Çünki herşeyin vücud meratibi, o şeyin zıtlarının tedahülü iledir. Meselâ: Hararetteki meratib, bürudetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir ve hakeza, kıyas et.. Fakat mümkinatta hakiki ve tabii lüzum-u zatî olmadığından, mümkinatta zıtlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek ihtilafat ve tagayyürat-ı âlem neş’et etmiştir. Madem ki kudret-i ezeliyede meratib olamaz. Öyle ise makdurat dahi, bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavi ve zerreler, yıldızlara emsal olur. Bütün haşr-i beşer, birtek nefsin ihyası gibi; bir baharın icadı, birtek çiçeğin sun’u gibi; o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse; o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur.” (S.526)
2084- Hem “eşyada görünen nev’i ve ferdî vahdetler Sani’deki sırr-ı vahdetten neş’et etmiştir. Çünki kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarfedilmekle kudrette, kuvvetin tecezzi ve inkısamı olmuyor. Eğer vahdet olmasa idi, kudretin yaptığı sarfiyatta tefavüt olsa idi, masnuatta da tefavüt ve intizamsızlık olurdu. Demek kudretin vahdetle beraber masnuata yaptığı tasarrufu, şemsin tenviri gibidir ki, bir şems-i vâhid, cüz’ ve küllü bilâ-tefavüt her şeyi ziyalandırdığı gibi, tecellisiyle de her şeyin yanında mevcuddur.” (M.N.110)
2085- “Evet müsavat ve adem-i tefavütü göz ile görünür. Bak! Mahiyeti meçhul, mu’cizatıyla malum olan Kudret-i Ezeliyenin bilhassa semerat ve sebzelerdeki nakışları, san’atları, esbaba havale edilirse, esbab altında ezilecektir.” (M.N. 94)
2086- Kur’anın muhtelif âyetlerinde tekrar edilen وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Yani: Hiçbir şey ona ağır gelemez. Daire-i imkânda ne kadar eşya var, o eşyaya gayet kolay vücud giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattır ki: (36:82) اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا ilh. sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır. Nasılki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makina gibi işler: Ve o sür’at ve mehareti ifade için denilir ki: O iş ve san’at, ona o kadar müsahhardır ki; güya emriyle dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor. Öyle de: Kadir-i Zülcelal’in kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede müsahhariyet ve itaatine; ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve sühuletle iş gördüğüne işareten (36:82) اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman eder.” (M.245)
Atıf notları:
-Havas ve hasiyetler kudretin tecelliyatındandır, bak: 839.p.
-Kudret-i İlahiyede tagayyür olamaz, bak: 227.p.