219- ALLAH اللَّه : İnsanın, dünyanın, kâinatın, görülen veya görülmeyen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelîdir, yani varlığının başlangıcı yoktur; çünkü yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiçbir şey yokken o yine vardı.
Bütün varlıklar sonradan yaratıldığından, yani ezelî olmadığından ve hiçbir sebeb yokken mutlak hiçlikten de varlık olamayacağı bedihi olduğundan, Allah’ın ezeliyet ve vacibiyetini kabul etmek zaruridir. Allah’ın ezeliyetini aklına sığıştıramayan, muhal ve imkânsız olan maddenin ezeliyetini veya mutlak hiçlikten varlık doğacağını aklına nasıl sığıştırabilir? Evet, ilk icad itibariyle bu üç yoldan başka imkân yoktur. (Bak: Ezeliyet)
Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve hepimizi her an bilir ve görür.
Allah’ın sıfatları sonsuzdur, derken aklî bir zarureti belirtmiş olmaktayız. Sonlu olan insan aklı sonsuzluğu bizzarure kabul eder, fakat idrak ve ihata edemez. Zira sonlu olanın sonsuzu idrak ve ihata edemiyeceği de zaruriyat-ı akliyedendir. Aklın bu ihata acziyeti âlem-i şehadette, meselâ zamanın ve mekânın sonsuzluğu, matematik sonsuzluklar gibi meselelerde bile ortada iken; Vacib-ül Vücud’un ezelîlik ve ebediliği, sıfatlarının nihayetsizliği gibi âlem-i vücubla alâkalığı sonsuzluk mes’elelerinde de elbette olacaktır. Aklın bu idrak ve ihata acziyeti ve iktidarsızlığını kabul etmekle birlikte, sıfât-ı İlahiyenin sonsuzluğunu kabul etmek de zaruriyat-ı akliyedendir. Zira bir sıfat-ı İlahiye hakkında aklın düşünebildiği en son mertebede durup işte bu son diyerek bir tahdid koymayı yine aynı akıl ve mantık kabul etmez ve razı olmaz. Daha ötesini ve ötenin de ötesini kabul ederek muayyeniyeti ve sınırlamayı reddeder. Demek ki, akl-ı beşer sonsuzluğu idrak ve ihata edemez ise de, varlığını bizzarure kabule mecbur olur. Bir şeyi idrak ve ihata etmek başkadır, varlığını kabul etmek başkadır.
Bir atıf notu:
- Azamet-i İlahiye cihetinde şeytanın bir desisesi, bak: 1636.p.
220- Allah’a Tanrı demek yanlıştır. Allah isminin mânâsını ifade eden başka bir kelime, hiçbir dilde yoktur. Tanrı sözü müslümanlıktan önceki Türklerin Şamanizm denilen batıl dinlerinde Gök İlahı mânâsına gelen (Tengri) sözünün bugünkü dilde aldığı şekildir.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden kısmen aldığımız Allah lafzı hakkındaki izahat şöyledir:
« اللَّه Ma’bud-i Hakk’ın ism-i hassıdır. Daha doğrusu ism-i zattır ve ism-i alemdir... Allah ism-i zatını, ism-i has olarak bir mefhum ile mülahaza edebilmek için, selbî, sübutî bütün sıfat-ı zatiye ve fiiliyesini tasavvur etmek ve sonra onu icmal eylemek lâzım gelir. Binaenaleyh bu da şu suretle ifade edilmiştir: “O zat-ı vacib-ül vücud ki bütün sıfat-ı kemâliyeyi müstecmi” Sadece “Zat-ı vacib-ül vücud” demek de kâfidir. Çünkü bütün sıfat-ı kemâliyeyi cami’ olmak, vacib-ül vücudun bir tefsiri, bir sıfat-ı kâşifesidir...
Bunun bir telhisi de “bihakkın ma’bud = İlah-ı hak” mefhumudur. Arapçada bu mefhum, İlah-ı ma’lum demek olan “El’ilah” ism-i hassıyla hülasa edilmiştir. “Hâlik-ı âlem” veya “Hâlik-ı küll” mefhumuyla da iktifa olunabilir. Bunları Allah Teala’nın bir tarif-i ismî veya lafzîsi olarak ahzedebiliriz. Biz herhalde şunu itiraf ederiz ki, bizim “Allah” ism-i celalinden duyduğumuz mânâ-yı vahid, bu mefhumların hepsinden daha vazıh ve daha ekmeldir... “Allah” ism-i celali ile yine Allah’dan maada hiç bir ma’bud yadolunmamıştır... Meselâ: Tanrı, Huda isimleri “Allah” gibi ism-i has değildir. İlah, Rab, Ma’bud gibi ism-i âmmdır. Huda, Rab demek olmayıp da “huday” muhaffefi ve vacib-ül vücud demek olsa yine ism-i has değildir. Arapçada “ilah”ın cem’inde “âlihe”, “rab’ın cem’inde “erbab” denildiği gibi, Farisî’de “Huda”nın ceminde “hudayan” ve lisanımızda “tanrılar, ma’budlar, ilahlar, rablar” denilir. Çünkü bunlar haklıya haksıza ıtlak edilmiştir. Halbuki “Allahlar” denilmemiştir. ve denmez... Batıl ma’budlara dahi “tanrı” ism-i cinsi verilir. Müşrikler bir çok tanrılara taparlardı, denilir. Demek ki “Tanrı” ism-i cinsi, “Allah” ism-i hassının müradifi değildir, eamdır. Binaenaleyh “Allah” ismi “Tanrı” adıyla terceme olunmaz.لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ diyen “Allah’dan başka tanrı yoktur” diyor ve asla şaibe-i tenakuz olmayan açık bir tevhid söylüyor...
221- Müfessirîn اللَّه ism-i hassının tarih-i lisan nokta-i nazarından tetkikine çalışmışlar ve tarih-i edyan meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bunda başlıca matlub şunlardır: Bu kelime esasen Arabî mi, değil mi? Menkul mu, mürtecel mi, müştak mı, gayr-ı müştak mı? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:
...Evvela Asr-ı Risalet-i Muhammedî’de bütün Arabların bu ism-i hassı tanıdığı malûmdur ve Kur’an-ı Azimüşşan da bize bunu anlatıyor:
(31:25,39:38) وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ Binaenaleyh şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu isim, lisan-ı Arabın tam bir malı olduğu şüphesizdir. Sonra bunun Hazret-i İsmail zamanından beri cari olduğu da malumdur. Bu itibar ile de Arabiyeti şüphesizdir. Halbuki Kur’anda bu ism-i celalin daha evvel mevcudiyeti de anlaşılıyor. Binaenaleyh Hz. İbrahim’den itibaren İbrani ve Süryani gibi diğer bir lisandan intikali cay-ı mülahaza oluyor ve burada intikale zâhib olanlar görülüyor. Fakat Âd ve Semud kıssalarında ve daha mukaddem olan Enbiya-yı Kiram lisanlarında da yalnız mânâsının değil, bizzat bu ism-i hassın dahi deveranını anlıyoruz ve İbranî veya Süryanînin Arabçaya alelıthak takaddümünü de bilmiyoruz.
“Allah”, “el” ile “lah”dan bitterkib me’huz olsaydı, hemzesinin nidada isbatına lisan müsaade edemezdi. Bunun içindir ki bir hayli ülema-i lisan, ezcümle Kûfiyyun bunun “lah”dan değil “ilah” ism-i cinsinin müradifi olan “El’ilah”dan menkul olduğuna kail olmuşlardır...
222- Müfessir-i nahvî Ebu Hayyan-ı Endülüsî diyor ki: Ekseriyet indinde اللَّه ism-i şerifi mürteceldir ve gayr-ı müştaktır. Yani ilk vaz’ ile Ma’bud-i Hakk’a ism-i alemdir. İmam Fahrüddin-i Razi dahi “Bizim muhtarımız şudur ki; bu lafza-i celal, Allah Teala’nın ism-i alemidir ve aslen müştak değildir. İmam Halil ve Sibeveyh, ekseri usuliyyun ve fukaha hep buna kail olmuşlardır” diyor. Filvaki nidada hemzenin isbatı ve “yâ” ile bila-faslın içtimaı, asliyetine delildir. Binaenaleyh “el” harf-i tarif değildir.
Hasılı, اللَّه ismi gayr-ı müştak ve gayr-ı menkul olup bil’irtical vaz-ı evvelde bir ism-i alemdir. Ve Zatullah bütün esma ve sıfata mukaddem olduğu gibi اللَّه ismi de öyledir. O, uluhiyet vasfından değil; uluhiyet, ma’budiyet vasfı ondan me’huzdur. Allah ma’bud olduğu için Allah değil; Allah olduğu için ma’buddur. Onun ilahiyeti ibadet ve ubudiyete istihkakı lizatihidir. Beşer puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, cebabiriye veya bazı sevdiği şeylere tapar; taptığı zaman onlar ilah, ma’bud olurlar, bilahare bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da ma’budiyet, ilahiyet vasf-ı müstearlarını zayi ederler.» (E.T.18 ilâ 29)
Allah ve varlığının isbatı ile alâkalı maddeler için bak: Âdetullah, Ayan-ı Sabite, Celal, Delil, Delil-i İhtiraî, Delil-i İmkânî, Ehadiyet, Endad, Esma-ül Hüsna, Faaliyet-i Rububiyet, Fenn, Ferd, Hafiziyet, Hakimiyet, Hudus ve İmkân, İbadet, İcad, İlah, İman, İnşa, Kayyum, Kemalat, Kıyam-ı Binefsihi, Kudret, Kurbiyet, Lafzullah, Maddiyun, Marifetullah, Müşebbihe, Rabb, Rahmaniyet, Rububiyyet, Salibe-i Külliye, Sübhanallah, Şirk, Tabiat, Temessül, Te’sir, Tevhid, Uluhiyet, Vacib-ül Vücud, Vahdaniyet, Vahidiyet, Vücud.
223- Cenab-ı Hakk’ın ismi, Zat-ı akdes’ine ayn olduğu cihetle; lafza-i celal, sıfat-ı ayniyeye işarettir.
الرَّحِيم de, fiilî olan sıfat-ı gayriyeye imadır.اَلرَّحْمن dahi, ne ayn ne gayr olan sıfat-ı seb’aya remizdir. Zira Rahman, Rezzak mânâsınadır. Rızk, bekaya sebebdir. Beka, tekerrürü vücuddan ibarettir. Vücud ise; birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, ücüncüsü müreccihe olmak üzere “İlim, İrade, Kudret” sıfatlarını istilzam eder. Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, “Basar, Sem’, Kelâm” sıfatlarını iktiza eder ki; merzuk istediği zaman, ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şüphesiz birinci sıfatı olan hayatı istilzam ederler.» (İ.İ.15)
«Cenab-ı Hakk’ın zatî isimleri olduğu gibi, fiilî isimleri de vardır. Bu fiilî isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mümit gibi pek çok nevileri vardır.» (İ.İ.15) (Allah lafzı ism-i câmidir, bak: 456.p.)
224- Kâinatta müşahede edilen hikmetli ve umumi faaliyetten esma-i İlahiyeye, esma-i İlahiyeden de yedi sıfat-ı sübutiyeye, bunlardan da bir cihette ism-i a’zama istidlal edilebilir. Şöyle ki:
«Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasılki vücud ve vahdete dair âyat-ı tekviniyyeyi bize ders veriyor. Öyle de: O Zat-ı Zülcelal’in bütün evsaf-ı kemâliye ve cemâliye ve celaliyesine de şehadet eder. Ve kusursuz ve noksansız kemâl-i zatîsini isbat ederler. Çünki bedihidir ki, bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder. Fiilin kemâli ise, ismin kemâline ve ismin kemâli, sıfatın kemâline ve sıfatın kemâli, şe’n-i zatîsinin kemâline ve şe’nin kemâli, o zat-ı zişuunun kemâline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delâlet eder. Meselâ: Nasılki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’alin mükemmeliyeti, o fail ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir ve o sanat ve sıfatlarının mükemmeliyyeti, o san’at sahibinin şuun-u zatiyye denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir ve o şuun ve kabiliyet-i zatiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zatiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü... Aynen öyle de: Şu kusursuz, futursuz (67:3) هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ sırrına mazhar olan şu âsar-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise; bilmüşahede bir müessir-i zil-iktidarın kemâl-i ef’aline delâlet eder. O kemâl-i ef’al ise, bilbedahe o Fail-i Zülcelal’in kemâl-i esmasına delâlet eder. O kemâl ise, bizzarure o esmanın müsemma-i zülcemalinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i sıfat ise, bilyakîn o mevsuf-u zülkemalin kemâl-i şuununa delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i şuun ise, bihakkalyakîn o zişuunun kemâl-i zatına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün enva-ı kemâlat, onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zaif suretinde bir Zat-ı Zülkemal’in âyât-ı kemâli ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemâli olduğunu gösterir.» (S.306)
Bir atıf notu:
-Müessirin meziyet ve kemâlâtı, fiilî tezahürlerinden anlaşılır, bak:1634.p.
225- Hem «Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplıyan faaliyet-i müstevliye hakikatı görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rububiyet hakikatının bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş ol-masıdır.
İşte, bu hâkimane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fail-i Kadir ve Alim’in ef’ali, görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celaldarane ve cemâlperverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfat-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır. Ve bu yedi kudsi sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayatdarane, hem kadirane, hem alimane, hem semiane, hem basirane, hem müridane, hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbehade ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vacib-ül Vücud’un ve bir Müsemma-i Vahid-i Ehad’in ve bir Fail-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti, Güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda kalbdeki iman gözüne görünür gibi kat’i bilinir.
Çünki: Güzel ve manidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger ünvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını ve bu san’at ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zatı istilzam eder ki mevsuf ve sani’ ve müsemma ve fail olsun. Failsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir.
İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatiyle beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -herbiri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile- Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşe’leri olan binbir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfat-ı sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsi sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemâller, kıymetler, kemâller dahi, ef’al-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfat-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsi cemâllerine ve kemâllerine ve hepsi birden Zat-ı Akdes’in kudsi cemâline ve kemâline bedahetle şehadet ederler.
226- İşte faaliyet hakikatı içinde tezahür eden Rububiyet hakikatı; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda’, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü Rububiyet hakikatı içinde bedahetle his-sedilen ve bulunan Uluhiyetin tebarüz hakikatı dahi; Esma-i Hüsnanın rahimane ve kerimane cilveleriyle ve “Yedi Sıfat-ı Sübutiye” olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelam sıfatlarının celalli ve cemâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.1
Evet, nasılki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zat-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de; kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zat-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştan başa bir Fürkan-ı Cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadir-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder. Ve ilim sıfatı dahi; hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsufları olan birtek Zat-ı Akdes’i bildirir. Ve hayat sıfatı ise; kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve zinetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, ayineleri olan bütün zihayatları şahid göstererek Zat-ı Hayy-ı Kayyum’u bildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz ayinelerden terekküb eden bir ayine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla gör-mek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi; herbiri bi-rer kâinat kadar Zat-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.
Hem o sıfatlar, Zat-ı Zülcelal’in vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o Zatın hayatdar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünki: Bilmek hayatın alâmeti, işitmek dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zihayatlarda bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin işidir.
İşte, bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i azamın masdarı ve medarı olmuştur.» (Ş.144-147)
Birkaç atıf notu:
-Hikmet ve adalet-i İlahiyenin tecelli-i esmayı tahdidi, bak: 855.p.sonu
-Sıfat-ı ezeliyye âlemi, bak: 514.p.
-Esmanın tenevvüü, bak: 460.p. sonu
227- Allah’ın sıfatlarında tagayyür ve mertebeler yoktur. Ve mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez:
«Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zatî sıfatlarıdır. Zat-ı Akdes’e lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki, mertebeleri olsun. Maahaza acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. Binaenaleyh, kudret-i İlahiyede zerre ile şems arasında fark yoktur.» (İ.İ.158)
«Sani-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise kâinat dairesindeki manialar, kayıtlar O’nun önüne geçemez; O’nun icraatını takyid edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat yüzündeki görünen tasarrufat ve ef’al, kâinata havale edilse o kadar müşkilat ve karışıklığa sebebiyet verir ki; hiçbir intizam kalmadığı gibi, hiçbir şey dahi vücudda kalmaz; belki vücuda gelemez.
Meselâ: Nasılki kemerli kubbelerdeki ustalık san’atı, o kubbedeki taşlara havale edilse ve bir taburun zabite ait idaresi, neferata bırakılsa; ya hiç vücuda gelmez veyahut çok müşkilat ve karışıklık içinde intizamsız bir vaziyet alacak. Halbuki o kubbelerdeki taşlara vaziyet vermek için, taş nev’inden olmayan bir ustaya verilse ve taburdaki neferatın idaresi, mertebe itibariyle zabitlik mahiyetini haiz olan bir zabite havale edilse; hem san’at kolay olur, hem tedbir ve idare suhuletli olur. Çünki taşlar ve neferler biribirine mani’ olurlar; usta ve zabit ise, manisiz her noktaya bakar, idare eder.
İşte وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Vacib-ül-Vücud’un mahiyet-i kudsiyesi, mahiyat-ı mümkinat cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-ı kâinat, o mahiyetin Esma-i Hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır. Madem mahiyet-i mukaddesesi; hem Vacib-ül Vücuddur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata muhaliftir; misli, misali, mesîli yoktur. Elbette o Zat-ı Zülcelal’in o Kudret-i Ezeliyesine nisbeten bütün kâinatın idaresi ve terbiyesi; bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır. Haşr-i Azam ve dar-ı âhiret, Cennet ve Cehennem’in icadı; bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden bir baharda ihyaları kadar kolaydır.» (M.249)
228- Hem «Sani-i Zülcelal, bütün nevakıstan pak ve münezzehtir. Çünki noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Halbuki Cenab-ı Hak maddiyattan değildir. Ve keza Sani-i Kadîm-i Ezelî, kâinatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, cihetiyet, tagayyür, temekkün gibi istilzam ettikleri levazım ve evsaftan berî ve münezzehtir. Kur’an-ı Kerim şu iki hakikate “Allah’a misil yapmayın” mânâsına olan فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا (2:22) âyetiyle işaret etmiştir.» (İ.İ.91)
229- Hem «bu kâinatın Hâlik-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihi kaimdir, daimdir, bakidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i Kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zat-ı Zülcelal’in Kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azimüşşan’da ferman ettiği gibi (42:11) لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ dür. Yani ne zatında, ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i Rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemâl-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir. Evet bir Zat ki, ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele.. ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine müsahhar ola.. ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarında hazır ola.. ve bütün sesleri birden işite.. ve umumun hadsiz hâcatını birden yapabile.. ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola.. ve herşey Ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir.» (L.341)
«En ziyade cay-ı dikkat ve cay-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zat-ı Vacib-ül Vücud’un en has hassası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaif mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddi madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek.. ve onlara ezeliyet isnad etmek.. ve onları ezelî tasavvur etmek.. ve kısmen âsar-ı İlahiyenin onlardan neş’et ettiğini tevehhüm etmek.. ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddid cüz’lerinde kat’i bürhanlarla gösterilmiştir.» (L.343)
230- «Mühim bir suale kat’i bir cevab: Ehl-i dalâletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden Zatın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”
Elcevab: Hâşa!.. Yüzbin defa hâşa!.. Yerdeki ayinelerin tagayyürü, gökteki Güneşin tagayyürünü değil, bil’akis cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemâl-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan kayıddan imkândan münezzeh, müberra, mualla olan bir Zat-ı Akdes’in tagayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tagayyürü; Onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünki müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ: Sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin yerinde durup tagayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın. Meşhurdur ki; intizamla tahrik eden, hareket etmemek; ve devam ile tağyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; ta ki o iş intizamla devam etsin.
Saniyen: Tagayyür ve tebeddül; hudustan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ı Akdes ise; hem kadîm, hem her cihetçe kemâl-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vacib-ül Vücud olduğundan; elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir...» (L.351) (Bak: Müşebbihe)
231- Allah’a iman hakikatı sırr-ı tevhidi ve emre teslimiyeti iktiza eder:
«Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’i ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle oldu
ğuna kat’i iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.
Yoksa “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hatta hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur. Belki Küfr-ü mutlaktaki manevi cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.
Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.
Evet, kâinatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Halik-ı Zülcelal’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat O’na iman etmek: Kur’an-ı Azimüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlik’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük gü-nahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.» (E.L.I.203)
232- Tabiatçılığın reddi ve Allah’a imanın delillerinden örnekler:
Önceki parağraflarda görülen örnekler gibi Allah’ın varlığını, birliğini ve sıfatlarını aklen, mantıken ve ilmen isbat ile iman-ı billah hakikatının bedahet derecesinde olduğunu gösteren ve kâinat hakikatları müvacehesinde şirkin butlanını isbat eden deliller pek çoktur. Risale-i Nur Külliyatında bu mevzuda kâfi izahat vardır. Son derece mantıkî, ilmî ve mukni olan bu delillerden birkaç örneği burada makam münasebetiyle zikredilecektir.
233- Birinci Örnek: Bir mukaddeme ile dokuz bürhan üzerine tertiblenmiş olan “Tabiat Risalesi” namındaki eserden alınan bu örnek, yalnız “Mukaddeme” ile “Birinci Bürhan”dan ibarettir. Şöyle ki:
«(14:10) قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
Şu Âyet-i Kerime istifham-ı inkarî ile “Cenab-ı Hak hakkında şek olmaz ve olmamalı” demekle; vücud ve vahdaniyet-i İlahiye, bedahet derecesinde olduğunu gösteriyor.
Mukaddeme: Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmiyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.
Birincisi: “Evcedethü-l Esbab” Yani “esbab bu şey’i icad ediyor”
İkincisi: “Teşekkele Binefsihî” Yani “kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”
Üçüncüsü: “İktezathü-t Tabiat” Yani “tabiidir, tabiat iktiza edip icad ediyor.” Evet madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcud sanatlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor; yani esbabın içtimaında o mevcud vücud buluyor.. veyahud o kendi kendine teşekkül ediyor.. veyahud tabiat muktezası olarak, tabiatın te’siriyle vücuda geliyor.. veyahud bir Kadir-i Zülcelal’in kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur; evvelki üç yol muhal, battal, mümteni’, gayr-ı kabil oldukları kat’i isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarik-ı Vahdaniyet şeksiz şüphesiz sabit olur.
234- Amma birinci yol ki: Esbab-ı âlemin içtimaiyle, teşkil-i eşya ve vücud-u mahlukattır. Pek çok muhalatından yalnız üç tanesini zikrediyoruz. Birincisi: Bir eczanede gayet muhtelif maddelerle dolu yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zihayat bir macun istenildi. Hem, hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak icab etti. Geldik, o eczahanede, o zihayat macunun ve hayatdar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsus ile, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza.. muhtelif mikdarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zihayat olamaz, hasiyetini gösteremez.
Hem o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı mikdarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif mikdarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan mikdar kadar yalnız o mikdar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.
İşte bu misal gibi.. herbir zihayat elbette zihayat bir macundur; ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddid eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkib edilmiştir. Eğer esbaba, anasıra isnad edilse ve “esbab icad etti” denilse; aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır.
Elhasıl: Şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakim-i Ezelî’nin mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şâmil bir irade ile vücud bulabilir. Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan küllî anasır ve tabayi ve esbabın işidir diyen bedbaht, “o tiryak-ı acib, kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur” diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür; ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezeyandır.» (L.177) (Bak: Tabiat)
Bürhanların diğer kısmı me’haz kitabdadır.
235- İkinci Örnek: Otuzuncu Söz’den alınan parağraftır. Şöyle ki:
«Her zerrede hem harekâtında, hem sükûnetinde; iki güneş gibi iki nur-u Tevhid parlıyor. Çünki Onuncu Söz’ün Birinci İşaretinde icmalen ve Yirmiikinci Söz’de tafsilen isbat edildiği gibi; herbir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünki anasırın herbir zerresi, herbir cism-i zihayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülatı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor.
Evet havanın herbir zerresi, herbir zihayatın cismine, herbir çiçeğin her bir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işliyebilir. Halbuki onların teşkilatları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, faraza çuha makinesi gibi olsa bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hakeza.. o binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havaiyye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. İşte müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebatata ve hayvanata, hatta meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, mikdarların teşkilatını, biçimini bilmesi lâzımgeldiği.. veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi; sakin toprak, sakin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe’ olmak kabil olduğundan, hangi tohum gelse o zerrede, yani misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilatına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan; o zerrede o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta; eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler envaı adedince muntazam manevi makine ve fabrikaları bulunması veyahut mucizekâr, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır veyahut bir Kadir-i Mutlak, bir Alim-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.» (S.549)
236- Üçüncü Örnek: “Şualar” eserinden seçilen bu örnek, eşyanın icadı hususunda şirk ve vahdet yollarını mukayese eder. Şöyle ki:
«Eşyanın icadı, ya ademden olur, ya terkib suretinde sair anasırdan ve mevcudattan toplanır. Eğer birtek zata verilse, o vakit her halde o zatın herşeye muhit bir ilmi ve herşeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zâhir bir ademden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için, gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın ayinesindeki sureti kağıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Saniin ilminde planları ve proğramları ve manevi mikdarları bulunan eşyayı, “Emr-i Kün Feyekûn” ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır. Eğer inşa ve terkib suretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anasırdan ve etraftan toplamak suretiyle yapsa; yine nasılki bir taburun istirahat için her tarafa dağılmış olan efradlarının bir boru sadasıyla toplanmaları ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda, bütün ordu kendi kumandanının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde olduğu gibi...
Aynen öyle de: Sultan-ı Kâinat’ın kumandası altındaki zerreler, Onun kaderî ve ilmî düsturlarıyla ve müstevli kudretinin kanunlarıyla ve temas ettikleri sair mevcudat dahi, o Sultan’ın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi teshilatçı olarak o zerreler sevkolunup gelirler. Bir zihayatın vücudunu teşkil etmek için ilmî, kaderî birer manevi kalıp hükmünde bir mikdar-ı muayyen içine girerler, dururlar. Eğer eşya, ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse, o halde bütün ehl-i aklın ittifakıyla; hiçbir sebeb hiçbir cihetten, hiçten ademden icad edemez. Çünki o sebebin muhit bir ilme, müstevli bir kudreti olmadığından, o adem ise, yalnız zahirî ve haricî bir adem olmaz belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz. Öyle ise, her halde terkib edecek. Halbuki inşa ve terkip suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini cismini zemininin yüzünden toplamak ve ince bir elek ile eledikten sonra binler müşkilatla o mahsus zerreler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde dağılmadan muntazam bir vaziyeti muhafaza etmek için -manevi ve ilmî kalıpları bulunmadığından- maddi ve tabii bir kalıp, belki azaları adedince kalıplar lâzımdır; tâ ki o gelen zerreler, o cism-i zihayatı teşkil etsinler.
İşte bütün eşya birtek zata verilmesi, vücub ve lüzum derecesinde bir kolaylık ve müteaddid esbaba verilmesi, imtina’ ve muhal derecesinde müşkilatlar bulunduğu gibi.. herşey Zat-ı Vahid-i Ehad’e verilse, nihayet derecede ucuzluk içinde gayet derecede kıymetdar ve fevkalâde san’atlı ve çok manidar ve gayet kuvvetli olur. Eğer şirk yolunda müteaddid esbaba ve tabiata havale edilse; nihayet derecede pahalılık içinde, gayet derecede ehemmiyetsiz, sanatsız, mânâsız, kuvvetsiz olur. Çünki nasıl bir adam, askerlik haysiyetiyle bir kumandan-ı azama intisab ve istinad ettiğinden, hem bir ordu onun arkasında -lüzum olursa- tahşid edilebilir bir kuvve-i maneviyeyi, hem o kumandanın ve ordunun kuvveti, onun ihtiyat kuvveti olmasıyla, kuvvet-i şahsiyesinden binler defa ziyade maddi bir kudreti, hem o ehemmiyetli kuvvetinin menabiini ve cephanesini ordu taşıdığı için kendisi taşımağa mecbur olmadığından fevkalâde işleri yapabilecek bir iktidarı kazandığından, o tek nefer, düşman bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve eseri, hârika ve kıymetdar olur. Eğer askerliği terkedip, kendi kendine kalsa, o hârika kuvve-i maneviyeyi ve o fevkalâde kudreti ve o mucizekâr iktidarı birden kaybederek, adi bir başı bozuk gibi kuvvet-i şahsiyesine göre cüz’i, kıymetsiz, ehemmiyetsiz işleri görebilir ve eseri de o nisbette küçülür.
237- Aynen öyle de: Tevhid yolunda herşey Kadir-i Zülcelal’e intisab ve istinad ettiğinden, bir karınca bir Fir’avunu, bir sinek bir Nemrudu, bir mikrop bir cebbarı mağlub ettikleri gibi.. tırnak gibi bir çekirdek, dağ gibi bir ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün âlat ve cihazatının menşei ve mahzeni bir tezgah olmakla beraber, her bir zerre dahi, yüzbin san’atlarda ve tarzlarda bulunan cisimleri ve suretleri teşkil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazifeleri, o intisab ve istinad ile görebilir. Ve o küçücük memurların ve bu incecik askerlerin mazhar oldukları eserler gayet mükemmel ve san’atlı ve kıymetdar olur. Çünki o eserleri yapan zat, Kadir-i Zülcelal’dir. Onların ellerine vermiş, onları perde yapmış. Eğer şirk yolunda esbaba havale edilse; karıncanın eseri karınca gibi ehemmiyetsiz ve zerrenin sanatı zerre kadar kıymeti kalmaz ve herşey manen sukut ettiği gibi maddeten dahi o derece sukut edecekti ki, koca dünyayı beş para ile kimse almazdı.
Madem hakikat budur. Ve madem herşey nihayet derecede hem kıymetdar, hem sanatlı, hem manidar, hem kuvvetli görünüyor, gözümüzle görüyoruz. Elbette tevhid yolundan başka yol yoktur ve olamaz. Eğer olsa, bütün mevcudatı değiştirmek ve dünyayı ademe boşaltıp, yeniden ehemmiyetsiz müzahrafatla doldurmak lâzım gelecek. Ta ki, şirke yol açılabilsin.» (Ş.24-26)
238- Dördüncü Örnek: “Sözler” mecmuasından seçilen bu örnek, eşyada görünen fevkalâde sanat ve hikmetin, sebebleri müessiriyetten azledip tesiri Müsebbib-ül Esbab’a verdiğini isbat eden delilerden biridir. Şöyle ki:
«(39:62) اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ Kâinatta “esbab ve müsebbebat” görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki: En âlâ bir sebeb, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir, müsebbebleri yapan başkadır. Meselâ: Hadsiz masnuattan yalnız cüz’i bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz, görüyoruz ki; öyle bir cami’ kitap, belki kütübhane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor.
Acaba şu mucize-i kudrete hangi sebeb gösterilebilir? Telafif-i dimağiyye mi? Basit şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgarları mı? Halbuki o mucize-i san’at, öyle bir zatın sanatı olabilir ki; beşerin Haşirde neşredilecek büyük defter-i a’malinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah edip yazıp aklının eline verecek bir Sani-i Hakim’in san’atı olabilir. İşte beşerin kuvve-i hafızasına misal olarak bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et ve bu cami’ küçücük mucizelere de sair müsebbebatı da kıyas et. Çünki hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece hârika bir san’at var ki, değil onun adi, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler.
Meselâ: Büyük bir sebeb zannedilen Güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek ona denilse: “Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?” Elbette diyecek ki: “Halikımın ihsanı ile dükkanımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkanımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir.”
Hem nasıl ki müsebbebdeki hârika sanat ve tezyinat, esbabı azledip müsebbib-ül esbab olan Vacib-ül Vücud’a işaret ederek وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ (11:123) sırrınca Ona teslim-i umur eder. Öyle de: Müsebbebata takılan neticeler, gayeler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arasında bir Rabb-i Kerim’in, bir Hakim-i Rahim’in işleri olduğunu gösterir. Çünki şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki görüyoruz: Vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok ga-yeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-i Hakîm ve Kerim, o şeyleri yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gaye-i vücud yapıyor. Meselâ, yağmur geliyor. Yağmuru zahiren intac eden esbab, hayvanatı düşünüp onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malumdur. Demek hayvanatı halkeden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlik-ı Rahim’in hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hatta yağmura “rahmet” deniliyor. Çünki çok âsar-ı rahmet ve faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş; katre katre geliyor. Hem bütün mahlukatın yüzüne tebessüm eden bütün zinetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedahe perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek istiyen bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat’iyyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise bilbedahe Vedud, Maruf bir Sani-i Kadir’in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
239- Elhasıl: Sebeb, gayet adi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise, gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar, bir Sani-i Hakîm’in eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve meharetler, kendi kudretini zişuurlara bil-dirmek istiyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sani-i Hakîm’e işaret eder.» (S.679-681)
«...Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır.. elbette ve her halde, bu hikmetperverane intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârane çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlukat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki; bu mevcudatın Hâlikı ve Müdebbiri birdir, Faildir, Muhtardır. Her şey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.» (Ş.163)
« وَاِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ى بُطُونِه۪ مِنْبَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ (16:66)
âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan vâlidelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak halis, temiz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalblerine bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki: Fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz. İşte böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu sanat-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahînin, umum ruy-i zeminde, yüzbinlerle nevilerin, hadsiz vâlidelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti isbat eder.» (Ş.156) (Bak: 3712.p.)
İşte böyle hadsiz delail-i akliye ve nakliye ile müberhen olan iman-ı billaha dair gösterilen mezkûr delâil, ancak denizden bir katre mesabesindedir. Çünkü erbab-ı basiret için bütün âlem delail-i Vahdaniyetle doludur.
1Sıfat-ı sübutiye, Matüridî Mezhebince (tekvin) sıfatıyla sekiz, Eş’arîce mezkûr olduğu üzere yedidir. (Hazırlayanlar)