2488- MUALLEKAT-I SEB’A معلّقات سبعه  : (Yedi askı) Kur’an henüz nazil olmadan, cahiliyet devrinde meşhur Arab şairlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâ’benin duvarına astıkları yedi meşhur kaside.

2489- “Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi  idi. Ümmilikleri için mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehasin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini kitabet yerine şiir ve belagat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelâm, şiir ve belagat ca-zibesiyle eslaftan ahlafa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak o kavmin manevi çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revac bulan, fesahat ve belagat metaı idi. Hatta bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibi idi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekalarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belagatta akvam-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belagat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalaha ediyorlardı. Hatta onların içinde “Muallekat-ı Seb’a” namıyla yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belagat en revaclı olduğu bir anda Kur’an-ı Mu’cizil-Beyan nüzul etti. Nasılki zaman-ı Musa Aleyhisselâm’da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm’da tıb revaçta idi. Mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülega-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye davet etti: (2:23)

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ

fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz. Cehennem’e gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. onları bidayeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem’de idam-ı ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: “Ya muaraza ediniz yahut can ve malınız helâkettedir.”

2490- İşte eğer muaraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, iki satırla muaraza edip davasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilatlı muharebe tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki: Bir edibleri, birkaç hurufatla muaraza edebilseydi; Kur’an, davasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve manevi helakatten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissuyufa mecbur oldular. Hem Kur’anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebeb var. Birisi, düşmanın hırs-ı muarazası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki saik-i şedid altında milyonlar Arabî kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, ami olsun her kim Ona ve onlara baksa kat’iyyen diyecek ki: “Kur’an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez.” Şu halde, ya Kur’an, bütününün altındadır. Bu ise dost ve düşmanın ittifakiyle battaldır, muhaldir. Veya kur’an, o yazılan umum kitabların fevkindedir.” (S.368)

Atıf notu:

-Kur’ana muaraza edilememesi, bak:2095,2098.p.lar.

Yukarı Çık