2089- KUR’AN قرآن : Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’a Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile (yani vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını havi, en mukaddes, en son kitab-ı semavidir.

“Kur’an-ı Kerim bir kitaptır ki; onun manası da, nazmı da Allah’tandır. Hak Teala’nın vahyi iledir, vahye vasıta olan Cibril-i Emin’in peygamberimize gelip bildirmesiyledir.

Binaenaleyh Kur’an-ı Azim’in manasıyla amel edilir, o müslümanların bir ebedî kanunudur. Mübarek nazmı da bir ibadet olmak üzere okunur, kendisiyle teberrük edilir ve Kur’anın manası ancak bu İlahî nazım sayesinde bihakkın anlaşılabilir, ruhlara tesir eder, bununla Hakk’ın rızası kazanılır.

Kur’an-ı Mübin, hiçbir kitaba benzemez, bunun manasını bir kimse değiştiremez, nazmının yerine de başka bir lafız konulamaz ve hiçbir tercüme, Kur’an hükmünü alamaz.” (B.İ.İ.sh: 22)

Hem Kur’an, kelâm-ı ezelîdir. (Bak: 1621,1622.p.lar) Lügat manasına göre Kur’an: Tilavet, okumak, cem’ ve zammolunmuş okunmuş manalarına gelir. Furkan, Zikir, Hüda, Hitab, Kitab, Mushaf, Nur, Necm, Tenzil, Mev’iza, Aziz, Besair, Bürhan... gibi elli beş kadar isimle de anılır. (Bak: Âyet, Belagat Cezalet, Hizb-ül Kur’an, Huruf-u Mukattaa, Kıraat-ı Seb’a, Kitab, Kütüb-ü Münzele, Müteşabihat, Tefsir, Terakkiyat, Terceme, Tezkir, Vahy)

Bir atıf notu:

-Kur’ana bîtarafane nazarla bakılamıyacağı, bak: 463-467.p.lar

2090- “Kur’an nedir? Tarifi nasıldır?

Elcevab: Ondokuzuncu Söz’de beyan edildiği ve sair Sözler’de isbat edildiği gibi Kur’an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi... ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi... ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı ve sütûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı... ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı... ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi... ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi... ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve zat ve sıfat ve esma ve şuun-u ilahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vazıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı.. ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyet’in ma ve ziyası... ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyeti saadete sevkeden hakiki mürşidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci’ olacak çok kitabları tazammun eden tek, cami’ bir Kitab-ı Mukaddes’tir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezakına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-ı Semavî’dir.

2090/1- İkinci cüz ve tetimme-i tarif:

Kur’an, arş-ı azamdan, ism-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, -Onikinci Söz’de beyan ve isbat edildiği gibi- Kur’an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlahı ünvaniyle Allah’ın fermanıdır. Hem bütün Semavat ve Arz’ın Hâlikı namına bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem Rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i azamın muhitinden nüzul ile arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir Kitab-ı Mukaddes’tir. Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemal-i liyakatla Kur’ana verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’andan sonra sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir.

Sair nihayetsiz Kelimat-ı İlahiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvan ile, hususi bir tecelli ile, cüz’î  bir isim ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.

2091- Üçüncü cüz’: Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham u şübehatın zulümatından musaffa ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye... içi, bilbedahe halis hidayet... üstü, bizzarure envar-ı iman... altı, biilmelyakîn delil ve bürhan... sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan... solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an Meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dar-ı cinan... Makamı ve revacı, bilhads-i sadık makbul-ü melek ve ins ü cân bir Kitab-ı Semavî’dir.” (S.366)

2092- “Kur’an-ı Kerim, bütün mebahis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe, ve sema, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mazi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş ittisal peyda etmiş bir surette, bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zat-ı Zülcelal’e yakışır bir tarz-ı beyandır. Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur’an dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, -tabir caiz ise- proğramını yazan, gösteren bir zatın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiç bir cihetle eser-i tasannu’ ve tekellüf görünmüyor. Hiç bir şaibe-i taklid veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud’anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusiyle safi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası, “Güneşten geldim” der. Kur’an dahi, “Ben Hâlik-ı Âlem’in beyanıyım ve kelâmıyım” der.

Evet şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san’atperverane ve nimetperverane şu derece san’atının acibeleriyle şu derece kıymetdar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sani’, bir Münim’den başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaşagâh-ı san’at-ı İlahiyeye çeviren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’an, Şems-i Ezelî’den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazire getirsin? Onun taklidini yapsın?

2093- Elhak, bu dünyayı san’atlarıyla zinetlendiren bir san’atkârın, san’atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki, yapar ve bilir, elbette konuşur. Madem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur’andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Malik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?” (S.397)

2094- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın en büyük ebedî ve yüzer delail-i mübüvveti cami’ ve kırk vecihle i’cazı isbat edilmiş bir mu’cizesi dahi Kur’an-ı Hakîm’dir.

Eğer denilse: İ’caz-ı Kur’an belagattadır. Halbuki umum tabakatın hakları var ki, i’cazında hisseleri bulunsun. Halbuki belagattaki i’cazı, binde ancak bir muhakkik âlim anlıyabilir?

Elcevab: Kur’an-ı Hakîm’in her tabakaya karşı bir nevi i’cazı vardır. Ve bir tarzda, i’cazının vücudunu ihsan eder. Meselâ: Ehl-i belagat ve fesahat tabakasına karşı hârikulâde belagattaki i’cazını gösterir. Ve ehl-i şiir ve hitabet tabakasına karşı; garib, güzel, yüksek üslub-u bedîin i’cazını gösterir. O üslub herkesin hoşuna gittiği halde, kimse taklid edemiyor. Mürur-u zaman o üslubu ihtiyarlatmıyor, daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazımdır ki; hem âlî, hem tatlıdır. Hem kâhinler ve gaibden haber verenler tabakasına karşı hârikulâde ihbarat-ı gaybiyedeki i’cazını gösterir. Ve ehl-i tarih ve hâdisat-ı âlem üleması tabakasına karşı, Kur’an’daki ihbarat ve hâdisat-ı ümem-i salife ve ahval ve vakıat-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i’cazını gösterir. Ve içtimaiyat-ı beşeriye üleması ve ehl-i siyaset tabakasına karşı Kur’anın desatir-i kudsiyesindeki i’cazını gösterir. Evet o Kur’andan çıkan Şeriat-ı Kübra, o sırr-ı i’cazı gösterir. Hem maarif-i İlahiye ve hakaik-ı kevniyede tevaggul eden tabakaya karşı, Kur’andaki hakaik-ı kudsiye-i İlahiye’deki i’cazı gösterir ve i’cazın vücudunu ihsas eder. Ve ehl-i tarikat ve velayete karşı, Kur’an bir deniz gibi daima temevvücde olan âyâtının esrarındaki i’cazını gösterir ve hakeza... Kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar,i’cazını gösterir. Hatta yalnız kulağı bulunan ve bir derece mana fehmeden avam tabakasına karşı, Kur’anın okunmasıyla başka kitablara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o ami der ki: Ya bu Kur’an bütün dinlediğimiz kitabların aşağısındadır. Bu ise, hiçbir düşman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyle ise, bütün işitilen kitabların fevkindedir. Öyle ise, mu’cizedir.” (M.181)

2095- Muhtelif vecihlerde i’cazı bulunan Kur’anın bir benzerinin getirilmemesi de Kur’anın semavîliğinin ve mu’cizeliğinin isbatı olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:

“Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu’cizatı ona benzer bir tarzda geldiği ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın zamanında ilm-i tıb revaçta olduğundan mu’cizatının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın dahi zamanında Ceziret-ül Arab’da en ziyade revacda dört şey idi:

Birincisi: Belagat ve fesahat.

İkincisi: Şiir ve hitabet.

Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.

Dördüncüsü: Hâdisat-ı maziyeyi ve vakıat-ı kevniyeyi bilmek idi.

İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malumat sahiplerine karşı meydan okudu:

Başta ehl-i belagata birden diz çöktürdü. Hayretle Kur’anı dinlediler. İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyliyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altun ile yazılan en güzel şiirlerini ve Kâ’be duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur “Muallakat-ı seb’a”larını indirtti, kıymetten düşürdü.

Hem gaibden haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tardettirdi. Kâhinliğe hatime çektirdi.

Hem ümem-i salifenin vekayiine ve hâdisat-ı âlemin ahvaline vâkıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakiki hâdisat-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi.

İşte bu dört tabaka, Kur’ana karşı kemal-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakird oldular. Hiçbirisi, hiçbir vakit birtek sureyle muarazaya kalkışamadılar.

Eğer denilse: Nasıl biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kabil değildir?

Elcevab: Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünki muarazaya ihtiyaç şedid idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor. Muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza tarafdarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan herhalde muarazaya tarafdar çıkıp iltizam ederek, herkese neşredeceklerdi. Nasılki İslâmiyetin aleyhinde herşey’i neşretmişler. Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı; her halde tarihlere, kitaplara şa’şaalı bir surette geçecekti. İşte meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde Müseylime-i Kezzab’ın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki Kur’an-ı Hakîm, yirmiüç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve der idi ki:

“Şu Kur’an’ın, Muhammed-ül Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız ve gösteriniz. Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmi olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; birtek zat olmasın, bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin, hatta güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin. Haydi bununla da yapamıyacaksınız; eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hatta gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur’an’ın nazirini gösteriniz, yapınız. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; Kur’anın mecmuuna olmasın da, yalnız on suresinin nazirini getiriniz. Haydi on suresine mukabil hakiki doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkib ediniz. Yalnız nazmına ve belagatına nazire olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz, birtek suresinin nazirini getiriniz. Haydi sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun nazirini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecektir..!

İşte, sekiz tabakada, ilzam suretinde, Kur’an-ı Hakîm yirmiüç senede değil, belki bin üçyüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. Halbuki evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyalini tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harb yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan muaraza yolunu terkettiler. Demek muaraza yolu mümkün değildi. İşte hiçbir akıl, hususan o zamanda Ceziret-ül Arab’daki adamlar, hususan Kureyşîler gibi zeki adamlar; birtek edibleri, Kur’anın birtek suresine nazire yapıp Kur’an’ın hücumundan kurtulmasını te’min ederek, kısa ve kolay yolu terkedip can, mal, iyalini tehlikeye atıp en müşkilatlı yola sülûk eder mi?

Elhasıl: Meşhur Câhız’ın dediği gibi: “Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular.” (M. 184- 186) (Bak: Muallakat-ı Seb’a)

2096- “Kur’an baştan aşağıya kadar, nazil olduğu hey’et üzerine bakidir. Bu kadar Kur’anı taklid etmeye müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur’anın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir. Evet Kur’an, milyonlarca Arabî kitablarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur’an, ya hepsinin altındadır, bu ise muhaldir; öyle ise hepsinin fevkindedir. öyle ise Allah’ın kelâmıdır.” (İ.İ. 34)

2097- “Bir şeyin hakikatını, tam olarak ancak o şeyi yapan bilir” hükmüne binaen, kâinatı da bütün madde ve manasıyla bilen, ancak onu icad eden zattır. Binaenaleyh, Hâlik-ı Kâinat’ın kelâmı olan ve kâinat hakaikını ders veren ve kâinatı bütün hikmet ve gayeleriyle ihata eden Kur’ana, ilm-i beşerin nazire yapması da muhaldir.

“Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en yüksek derece-i i’cazına bakmak istersen, şu temsil dürbiniyle bak: Şöyle ki:

Gayet büyük ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farzedelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb altında bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmıştır. Malumdur ki, bir ağacın, insanın azaları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüb, bir müvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte hiç görülmiyen -ve hâlâ görünmüyor- o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun herbir azasına mukabil bir resim çekse, bir hudud çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenasüble bir suret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimat ile doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-aşina nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi hakikat-ı mümkinata dair ki o hakikat, dünyanın ibtidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve arştan ferşe zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatın hakikatına dair beyanat-ı Kur’aniye, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık bir suret vermiştir ki, bütün muhakkikleri nihayet-i tahkikinde Kur’anın tasvirine “Mâşâallah, Bârekallah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkati keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur’an-ı Kerim!” demişler.

وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى temsilde kusur yok. Esma ve sıfât-ı İlahiye ve şuun ve ef’al-i Rabbaniye, bir şecere-i tuba-i nur hükmünde temsil edilmekle; o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-ı mütenahi feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ ٭ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى hududundan tut, tâ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ ٭ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ hududuna kadar intişar etmiş o hakikat-ı nuraniyeyi bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle o kadar tenasüble birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmiyecek bir surette o hakaik-i esma ve sıfatı ve şuun ve ef’ali beyan eder ki, bütün ehl-i keşf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Kur’aniyeye karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.

Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenasüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir münasebet tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne karşı hayran kalır. Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslâmiyet’in erkânı hamsesi aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı, en kü-çük âdâbı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüz’î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenasüb ve kemal-i munasebet ve tam bir müvazenet muhafaza ettiğine delil ise, o Kur’an-ı Cami’in nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübra-yı İslâmiyenin kemal-i intizamı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerhedilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir bürhan-ı kat’ıdır.

Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’aniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bahusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor ve cemi’ eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir zatın kelâmıdır. Âmenna...” (S. 434-436) (Bak: Cezalet)

2098- “Eğer denilse: Bazı muhakkik ülema demişler ki: “Kur’an’ın bir suresine değil; birtek âyetine, hatta birtek cümlesine, hatta birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiş.” Bu sözler mübalağa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünki beşerin sözlerinde Kur’an cümlelerine benziyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir?

Elcevab: İ’caz-ı Kur’anda iki mezheb var:

Mezheb-i ekser ve racih odur ki; Kur’andaki letaif-i belagat ve mezaya-yı meani, kudret-i beşerin fevkindedir.

İkinci mercuh mezheb odur ki: Kur’anın bir suresine muaraza, kudret-i beşer dahilindedir. Fakat Cenab-ı Hak, mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men’etmiş. Nasılki bir adam ayağa kalkabilir, fakat eser-i mu’cize olarak bir Nebi dese ki: “Sen kalkamıyacaksın!” O da kalkamazsa, mu’cize olur. Şu mezheb-i  mercuha” Sarfe Mezhebi” denilir. Yani Cenab-ı Hak cin ve insi men’etmiş ki, Kur’anın bir suresine mukabele edemesinler. Eğer men’etmeseydi, cin ve ins bir suresine mukabele ederdi. İşte şu mezhebe göre, “Bir kelimesine de muaraza edilmez” diyen ülemanın sözleri hakikattır. Çünki madem Cenab-ı Hak, i’caz için onları men’etmiş; muara-zaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da; izn-i İlahî olmazsa, kelimeyi çıkaramazlar.

Amma mezheb-i racih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ülemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince vechi vardır ki:

Kur’an-ı Hakîm’in cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur bir kelime, on yere bakar; onda, on nükte-i belagat, on münasebet bulunuyor. Nasılki İşarat-ül İ’caz namındaki tefsirde, Fatiha’nın bazı cümleleri içinde ve (2:1,2) الم ٭ ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ cümleleri içinde, şu nüktelerden bazı nümuneleri göstermişiz. Meselâ: Nasılki münakkaş bir sarayda, müteaddid, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasılki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebatını ve vezaif-i acibesini ve gözün o vezaife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de: Ehl-i hakikatın çok ileri giden bir kısmı, Kur’anın kelimatında pek çok münasebatı ve sair âyetlere, cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ülema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur’anda, bir sahife kadar esrarı, ehline beyan ederek isbat etmişler. Hem madem Hâlik-ı Külli Şey’in kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. (Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i manevîye kalb ve bir şecere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.)

İşte insanın sözlerinde, Kur’anın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’an’da, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerleştirildiği yerde; bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.” (M.186)

2099- “Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bü-tün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:

Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır.

Birisi; adi bir raiyyet ile cüz’î bir iş için, hususi bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri; saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla mükâlemedir.

İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir ayineyi güneşe karşı tutar. O ayine mikdarınca bir ışık ve yedi rengi cami bir ziya alır. O nisbetle Güneşle münasebetdar olur, sohbet eder ve o ışıklı ayineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o ayinenin kabiliyeti mikdarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakiki güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnetdarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki; ayine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduddur, o kayda göredir...

İşte bu iki temsilin dürbünüyle Kur’ana bak, ta ki i’cazını göresin ve kudsiyetini anlıyasın. İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan fermanı, adi bir adamla cüz’î bir mukalemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, ayinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise; Kur’an-ı Azimüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.

Kur’andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’andan tereşşuh etmiyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur’anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.” (S.133-135)

2100- “Hem üslub-u Kur’anîde öyle bir cezalet ve selaset ve fıtrîlik var ki: Güya Kur’an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’an, kâinat kitabının kıratıdır ve nizamatının tilavetidir ve Nakkaş-ı Ezelî’sinin şuunatını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezalet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve (3:26) قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ âyetleri gibi fermanları dinle! ...” (L.128)

2101- Kur’anın mezayasının biri de fezlekeleridir:

“Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, âyetlerinin hatimelerinde galiben bazı fezlekeleri zikreder ki, o fezlekeler, ya Esma-i Hüsnayı veya manalarını tazammun ediyor veyahut aklı tefekküre sevketmek için akla havale eder veyahut makasıd-ı Kur’aniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki, âyetin te’kid ve te’yidi için fezlekeler yapar.” (S. 415)

2102- Evet “Kur’an, beşerin nazarına san’at-ı İlahiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra, fezlekede o mensucatı, esma içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Birincisinin misallerinden meselâ: (10:31,32)

قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ اْلاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّٰهُ فَقُلْ اَفَلاَ تَتَّقُونَ فَذلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ

İşte, başta der: “Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki muti hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, şükür ona münhasırdır.”

İkinci fıkrada der ki: “Sizin azalarınız içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın maliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkandan aldınız? Bu latif kıymetdar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur. Bunları size vermiştir. Öyle ise, yalnız Rab odur, Mabud da o olabilir.”

Üçüncü fıkrada der: “Ölmüş yeri ihya edip yüzbinler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hak’tan başka ve bütün kâinatın Hâlikından başka şu işi kim yapabilir? Elbette o yapar, o ihya eder. Madem Hak’tır, hukuku zayi etmiyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübraya gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de ihya edecektir.”

Dördüncü fıkrada der: “Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi kemal-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? Madem Allah’tan başka olamaz, koca kâinatı bütün ecramiyle gayet kolay idare eden kudret, o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve muavenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mahlukatı başka ellere bırakmaz. Demek ister istemez “Allah” diyeceksiniz.”

İşte, birinci ve dördüncü fıkra "Allah" der, ikinci fıkra "Rab" der, üçüncü fıkra "El-Hak" der. فَذلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ ne kadar mu'cizane düştüğünü anla. İşte Cenab-ı Hakk'ın azîm tasarrufatını, kudretinin mühim mensucatını zikreder. Sonra da o azîm âsârın, mensucatın destgâhı فَذلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ der. Yani "Hak" "Rab" "Allah" isimlerini zikretmekle o tasarrufat-ı azîmenin menbaını gösterir.” (S.416)

2103- “Kur’anın, mesail-i kevniyenin bazısında ibham ve icmali ise; irşadî bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi, medar-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.

Eğer desen: Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor. Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i ammeyi rencide etmiyecek, fikr-i avamı taciz edip yormıyacak bir suret-i basitane-i zâhiranede söylüyor?

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için... Hem geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki: Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; ta, zat ve sıfat ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maanisini anlattırıp, ta Hâlikını tanıttırsın. Demek mevcudata kendileri için değil, belki mucidleri için bakıyor. Hem umuma hitab ediyor. ilm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mademki Kur’an-ı Hakîm mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur’an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki: Lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.

Meselâ Güneşe der: “Döner bir siracdır, bir lambadır.” zira Güneşten Güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zenbereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Saniin ayine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet der: (36:38) اَلشَّمْسُ تَجْرِى Güneş döner.” Bu döner tabiriyle; kış, yaz, gece, gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sanii ifham eder. İşte bu dönmek hakikatı ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama te’sir etmez.” (S.243)

2104- “İki mühim suale karşı, iki mühim cevab:

Birincisi: Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nazil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafi bir ima ile, hafif bir işaretle, zaif bir ihtar ile iktifa ediyor?”

Elcevab: Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.

Öyle ise, şu havarik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zayıf remz, bir hafif işaret ancak, düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten hakların isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ tayyare-i beşer1 Kur’ana dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan seyyarat, Arz, Kamer; Kur’an, namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.” Eğer beşerin taht-el-bahirleri âyât-ı Kur’aniyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el-bahirleri (yani bahr-ı muhit-i havaîde ve esir denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona diye-cekler: “Yanımızda senin yerin, görünmiyecek derecede azdır.” Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lambaları, hakk-ı kelâm istiyerek âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lambaları olan şimşekler, şahablar ve gökyüzünü zinetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.” Eğer havarik-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse, o vakit birtek sinek onlara: “Susunuz!” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz’-i ihtiyariyle kesbedilen bütün ince san’atlar ve bütün nâzik cihazlar toplansa benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acib olamaz...

(22:73) اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا  ilâ âhir... âyeti sizi susturur.”

2105- Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını is-terlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. insan ise, onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet itibariyle şu fani dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymetdar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-ı ammeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zatlara şu remz ve işarat-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.”

2106- İkinci suale cevab: Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki Kur’anda, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’an, onları sarahatla zikretmiyor? Ta, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

Elcevab: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Ta, ervah-ı âliye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir madene ateş veriliyor; ta, elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de: Bu dar-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir  ibtiladır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin. Madem Kur’an, bu dar-ı imtihanda; bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nazil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse; sırr-ı teklif bozulur.

Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh2 beraber kalacaklar.

Elhasıl: Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an binüçyüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’an, öyle bir zatın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor. İşte mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an.” (S.265-267)

İki atıf notu:

-Kur’anda istikbale ait keşfiyatın işarî; uhrevî ahvalin ise sarihan bildirilmesinin hikmeti, bak: 1993p.

-Kur’anın ulûm-u kevniyedeki ibhamının hikmeti, bak: 1923.p.

2107- “Kur’anın takib ettiği makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye; ubudiyetle Tevhid, Risalet, Haşir, Adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği mes’eleler, ancak bu maksadlara vesilelerdir. Bu itibarla vesilelerde yapılacak tafsilat ol babtaki kavaide muhaliftir. Çünkü malayani ile iştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki, bazı mesail-i kevniyede Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ihmal veya ibham veya icmal yapmıştır. Ve keza, Kur’anın muhatablarından kısmı-ı ekseri avamdır. Avam sınıfının hakaik-ı İlahiyenin ince ve müşkil kısmına fehimleri kadir değildir. Ancak temsil ve icmaller ile fehimlerine yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki Kur’an, kesret ile temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazı mesailde de icmal yapıyor.” (M.N. 234)

Bir atıf notu:

-Kur’anın takib ettiği dört esas maksad, bak: 3722-3724.p.lar.

2108- Yaradılışta ve maddiyata dair mes’elelerde Kur’an mübhem geçmiştir, diyen bazı mu’terizlerin şüphelerine bir cevab:

“Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumi meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır. Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib mes’elelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayri bir faide vermezdi.

Meselâ: Kur’an-ı Kerim, “Ey insanlar! Şemsin sükûnuna, Arzın hareketine3 ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i ilahiyeyi anlayasınız.” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevketmiş olurdu. Çünki hiss-i zahirîye muhaliftir. Maahaza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te’lif değildir.” (İ.İ.116)

2109- “Madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belagat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maani-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor, en nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o ga-yeye sevkediyor.” (S.254) (Tafsilat, Sözler mecmuasında 20. Söz’dedir.)

2110- “Kur’an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin herbir tabakasına güya doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitab ediyor. Evet bütün benî-âdeme bütün tabakatıyla, en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nuranî fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve müte-nevvi maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’an ise; her nev’e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecata göre herbiri, Kur’anın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır.” (S.412)

2111- Kur’an-ı Kerim sarih ve işarî mana cihetinde çok muhtelif vecihlere sahiptir:

لِكُلِّ آيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌ وَ لِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ وَ فُنُونٌ4 olan hadisin işaret ettiği gibi; elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın, hatta herbir kelimenin, hatta herbir harfin, hatta bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.” (S.391)

2112- “Sual: Belagat ve hidayetten maksad, hakikatı vazıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken; müfessirlerin bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?

Cevab: Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına raci’dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur’anın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev’-i beşer derece itibariyle muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza meyl, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor.

Meselâ: Bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Kerim günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış; âmm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.

Hülasa: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muh-telif fehimler ve istidadlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belagatın prensiplerine uygun ve ilm-i usule mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan  beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur’anın i’caz vecihlerinden biri odur ki; nazmı, öyle bir üslubdadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.” (İ.İ.39) (Kur’an-ı Hakim’in cümleleri birer manaya münhasır değil, bak: 201p.)

2113- “Ayat-ı Kur’aniye emir ve nehy, vaad ve vaid, tergib ve terhib, zecr ve irşad, kısas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlahiye ve ulûm-u kevniye ve kavanînin ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve maarrif-i hakikiye ve hacat-ı beşeriyeye delalatıyla, işaratıyla cami’ olmakla beraber, خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yani, “İstediğin herşey için Kur’andan her ne istersen al” İfade ettiği mana, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasında geçmiştir. Ayat-ı Kur’aniyede öyle bir camiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet öyle olmak lâzım gelir. Çünki daima terakkiyatta kat’-ı meratib eden bütün tabakat-ı ehl-i kemalin rehber-i mutlakı, elbette şu hasiyete malik olması elzemdir.” (S.398)

2114- “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mefahimiyle mana-yı sarihiyle ifade-i hakaik ettiği gibi; üslublarıyla, hey’atıyla çok maani-i işariyeyi dahi ifade ediyor. Herbir âyetin çok tabaka-i manaları var. Kur’an, ilm-i muhitten geldiği için, bütün manaları murad olabilir. İnsanın cüz’î fikri ve şahsî iradesiyle olan kelâmlar gibi, bir iki manaya inhisar etmez.

İşte bu sırra binaen âyât-ı Kur’aniyenin ehl-i tefsir tarafından hadsiz hakaikı beyan edilmiş. Müfessirînin beyan etmediği daha çok hakaikı var. Ve bilhassa hurufatında ve mana-yı sarihinden başka işaratında çok ulûm-u mühimme vardır.” (L.34)

Bir atıf notu:

-Kur’an’ın hâdisat-ı cüz’iyeyi bir düstur-u küllî olarak ders verdiğine bir kaç misal, bak: 96, 284, 340, 976.p.lar

2115- Evet “Kur’an-ı Hakîm’in Kelâm-ı Ezelî’den gelmesi ve bütün asırlardaki bütün tabakat-ı beşere hitab etmesi hasebiyle, manasında bir camiiyet ve külliyet-i hârika vardır. İnsandaki akıl ve lisan gibi, bir anda yalnız bir meseleyi düşünmek ve yalnız bir lafzı söylemek gibi cüz’î değil, göz misillü muhit bir nazara sahib olmak gibi, Kelâm-ı Ezelî dahi bütün zamanı ve bütün taife-i insaniyeyi nazara alan bir külliyette bir kelâm-ı İlahîdir. Elbette onun manası beşer kelâmı gibi cüz’î bir manaya ve hususi bir maksada münhasır değildir. Bu sebebden, bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, işaret, remiz, ima, telvih, telmih gibi tabakalarla müfessirînin beyan ettikleri manalar, kavaid-i Arabiyeye ve usul-ü nahve ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla, o manalar, o kelâmden bizzat muraddır, maksuddur.” (İ.İ.7)

2116- “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatını anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir.

Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır; nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden hakaik-ı hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.” Evet zaman geçtikçe Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa haşa ve kella selef-i salihînin beyan ettikleri hakaik-ı zahiriye-i Kur’aniyeye şüphe getirmek değil. Çünki onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’idir, esastırlar, temeldirler.  Kur'an عَرَبِىٌّ مُبِينٌ ( 16:103 ) fermanıyla manası vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir.  O mensus manaları kabul etmemekten, haşa sümme haşa, Cenab-ı Hakk’ı tekzib ve Hazret-i Risalet’in fehmini tezyif etmek çıkar. Demek maani-i mensusa, müteselsilen menba’-ı Risaletten alınmıştır. Hatta İbn-i Cerir-i Taberî, bütün maani-i Kur’anı, muan’an sened ile müteselsilen menba’-ı Risalete isal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.

İkinci Taife: Ya akılsız bir dosttur; kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-ı imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur’an-ı Hakîm’in senin tabirinle birer polat kal’ası hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler haşa, hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeye şüphe iras etmek için bu nevi sözleri işaa ediyorlar.” (M.388)

2117- “Sual: Kur’an, zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilaf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı manaların bir kısmı, birbirine muhaliftir?

Cevab: Azizim! Kur’anın herbir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir:

Birincisi: Bu, Allah’ın kelâmıdır.

İkincisi: Allah’ca murad olan mana haktır.

Üçüncüsü: Mana-yı murad, budur.

Eğer Kur’anın o kelâmı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur’anın başka bir yerinde beyan edilmiş ise, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lâzımdır ve inkârları da küfürdür. Şayet Kur’anın o kelâmı, başka bir manaya ihtimali olan bir nass veya zâhir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lâzım olmadığı gibi inkârıda küfür değildir. İşte müfessirlerin ihtilafları, ancak ve ancak şu kısma aittir.

2118- - İhtar: Mütevatir hadisler de, bu hususta âyetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünki هذَا ile işaret edilen hadisin hakikaten hadis olup olmadığında tereddüd yeri vardır.” (İ.İ.66)

“Biri dese: “Bu hadîsi kabul etmem. “Nasıldır?

C-Bazan, adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Çok hatiata müncer olur. Halbuki adem-i kabul, adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır. Meselâ, bir hadîsin kabulü, adem-i kabulü, kabul-ü ademi vardır.

Birincisi: Bürhanî bir cazibe ister.

İkincisi: Kaziye-i tasdikî değil, belki cehildir.

Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğıundan, bürhan ve isbat ister. O nefiydir. Nefiy kolayca isbat edilmez. Belki butlan-ı mana ile binefsihi müntefi olur.” (S.T.İ.90)

Bir atıf notu:

-İnkâra yer bırakmayan Kur’anın sarih hükümleri, bak: 4109.p.

2119- “Kur’anın üslubları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür, diyorlar. Çünki Kur’anda bahsedilen adi işler ve hakir  şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir? Bu cahil herifler bilmezler mi ki söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar. Çünki muhatabın ahvalini nazara almak lâzımdır ki, söylenilen söz  o ahvalin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh Kur’anın muhatabı beşerdir. Kur’anın maksadı da tefhimdir. Yani beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belagatın iktizası üzerine Kur’an, beşerin hissiyatıyla memzuc olan üslublarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin.” (İ.İ. 158)

İki atıf notu:

-Kur’an beşer kelâmına benziyor şeklindeki şeytan vesvesesine cevab, bak: 465.p.

-Kur’an’ın her ifadesinde en üstün ifade şekli aranmamasının hikmeti, bak: 1704.p.

2120- Kur’anın işarî ve remzî manalar cihetiyle muhtelif vecihlere sahib olduğunu ifade eden  Hamdi Efendi, tefsirinden şunları kaydeder:

“Şüphe yok ki Kelâmullah, lisan-ı mübin-i Arabî ile nazil olmuştur. Kur’anın lisanı lügaz ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Ve şüphe yok ki nususta asl olan, bir karine-i mania bulunmadıkça zahiri üzere hamlolunmakdır. Bununla beraber şu da mahakkaktır ki; Kur’anın ümmül’kitab olan muhkematının yanında hafi, müşkil, mücmel ve müteşabihatı, hakikatı, mecazı, sarihi, kınayesi, istiaresi, temsili, tansisi, iması, belagatının nükteleri, ta’rizleri, telmihleri, remizleri de vardır. Bütün bunlardan en vâzıh olan ma’na maksud olmakla berebar, müstetbeat-üt terakib denilen ve derece-i taliyede matlub nice ifadeler de vardır. İlm-i usulde ma’lum olduğu üzere; zâhirin zâhir olması aynı zamanda te’vil, tahsis, mecaz ihtimallerini kesmiş olmak lâzım gelmiyeceği cihetle o zâhire münafi ve münakız olmıyarak maiyyetinde ba’zı ihtimalat ile derece-i taliyede birçok işaret fehm ü istinbat olunabilmesi, muhkematın vuzuh ve beyanına muhalif olamıyacağı gibi, bil’akis lisanının Arabi-i mübin olmasının levazımındandır. Bundan dolayı Kur’anda hiç batın ve remiz ve ima yoktur, demek de doğru olmaz.

ق* الٓمٓۚ *ن gibi mukattaat-ı suver ne suretle tefsir edilirse edilsin, remzî olmaktan hâlî denemez. Doğrusu bazı âsârda dahi varid olduğu üzere Kur’anın hem zâhiri vardır hem bâtını, hem haddi vardır, hem muttala’ı.

Fakat Kur’an, (4:82) وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلاَفًا كَث۪يرًا buyurulduğu üzere hakikatte ihtilaf ve tanakuzdan azade eblağ bir kitab-ı mübin olduğu için, zahiri ile bâtını arasında tehalüf ve tebayünden de münezzehtir. Bu esas Kur’anın hadlerinden biridir.

(55:19,20) مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِۙ* بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لاَيَبْغِيَانِۚ mazmunu üzere zâhir ve bâtın deryalarının iltikasıyla beraber, biribirine bağy ü tecavüzünü mani’ olan haddi aşılmamak şartıyla ondan zaman zaman vehbî ve zevkî olarak alınan tuluat ve ilhamata bir nihayet de tasavvur olunamaz.(18:109)

­مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا dır.” (E.T. 5611)

2121- Meşhur İngiliz tarihçisi ve filozofu Carlyle (Karlayl) Thomas (1795-1881) Kur’an-ı Kerim hakkında şöyle diyor:

“Kur’anı bir kere dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur’an, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.” (İ.İ. 216)

“Mister Karlayl yine diyor: “En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed’in (A.S.M.) sözüdür. Çünki hakiki söz onun sözleridir.” Hem yine de diyor ki: “Eğer hakikat-ı İslâmiyede şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat’iyede iştibah edersin. Çünki en bedihi ve zaruri bir hakikat ise, İslâmiyet’tir.” İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış.” (H.Ş. 31)

Bir atıf notu:

-Prens Bismark’ın Kur’an hakkındaki takdiri, bak: 295.p.

2122- Tekrarat-ı Kur’aniye ve tilavet:

“Tilavet: takib etmek, arkasına düşmek, alettevali (tekrar be-tekrar) okumak.” (E.T. 438)

“Ragıb’ın beyanına göre bilhassa Allah Teala’nın kütüb-ü münzelesini, ya kıraat veya içindeki emr ü nehyi, tergib ve terhibi i’tiyad ile ta’kib eylemektir. Demek ki tilavet, kıraattan min vechin ehastır.” (E.T. 3718)

Elhasıl, tilavet: tesirinde kalıp fikren, hissen ve amelen tabi olmayı netice vermek; derin ve ince manaları, hikmet ve gaye-i İlahiyeyi daha iyi anlamak için tekraren ve tefekkürle okumaktır. Kur’anda tilavet ifadesi, müteaddid âyetlerde geçer.

2122/1- Kur’an okuyan çocuklara hitaben yazdığı bir mektubunda Bediüzzaman Hazretleri, dünyevî ilimlere bedel Kur’anî ilimlerin üstünlüğünü ve Kur’anı latince yazı ile okumamak gerektiğini şöyle anlatıyor:

“Aziz masum evladlarım,

Kur’anı öğrenmek için ders almağa çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir.

Hem Kur’anı okumanın faidesi, yalnız hâfız olmak ve dünyada onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil; belki herbir harfi, hiç olmazsa on hayrından ta yüze, ta binlere kadar Cennet meyvelerini, âhiret faidelerini vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini te’min etmek niyetiyle okumak lâzımdır.

Evet mekteblerde, dünya maişeti, ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faidesi bir ise, ebedî hayatta Kur’an ve Kur’anın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.” (E.L.I. 238)

2123- “Tekrarat-ı Kur’aniyedeki i’cazın bir lem’asını beyan zımnında “altı nokta”dan ibarettir:

Birinci Nokta: Kur’an bir zikir kitabı, bir dua kitabı, bir davet kitabı olduğuna nazaran surelerinde vukua gelen tekrar, belagatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünki zikir ve duadan maksad sevabdır ve merhamet-i İlahiyeyi celbetmektir. Malumdur ki: Bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki, o nisbette sevap kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zik-rin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde te’siri, te’kidi vardır.

2124- İkinci Nokta: Kur’an bütün beşerin tabakatına hitab ve deva olduğu için zeki, gabi, takiyy, şaki, zahid, gayr-ı zahid bütün insan tabakaları şu hitab-ı ilahiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyeden ilaç almaya hakları vardır. Halbuki Kur’anı tamamen ve daima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler, bilhassa uzun surelerde tekrar edilmiştir ki, herbir sure hemen hemen bir küçük Kur’an hükmünde olsun ki herkes sühuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur’anın sevabını kazanabilsin.

Evet وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ ( 54:17 ) olan âyet-i kerime bu hakikatı isbat ediyor.

2125- Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarıyla tebeddül eder. Noksan ve fazlalaşır. Meselâ: Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hacet, her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç alelekser haftada bir defa lâzımdır. Ve hakeza..

Kezalik manevi ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda “Allah” kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit “Besmele”ye, her saatte “Lâ İlahe İllallah”a ihtiyaç vardır. Ve hakeza... Binaenaleyh âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.

2126- Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki Kur’an bu metin din-i azîmin esasatını ve İslâmiyet’in erkânını te’sis ettiği gibi içtimaat-ı beşeriyeyi tebdil eden bir kitabdır. Malumdur ki: Müessis olan zat, vaz’ettiği esasları güzelce yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet tekrar edilen şey sabit kalır, takarrur eder, unutulmaz.

Ve keza, Kur’an beşerin muhtelif tabakalarından kalî veya hâli yapılan suallere lâzım olan cevabları veren umumi bir mürşid-i mücîbdir. Malum ya, sual tekerrür ederse cevab da tekerrür eder.

2127- Beşinci Nokta: Bilirsiniz ki Kur’an pek büyük mes’elelerden bahseder. Ve kalbleri iman ve tasdike davet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikin kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslublarla tekrara ihtiyaç vardır.

2128- Altıncı Nokta: Bilirsiniz ki her âyet için bir zâhir var, bir bâtın var, bir had var, bir muttala’ var. Ve herbir kıssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksadlar vardır. Binaenaleyh muayyen bir âyet, her yerde öbür münasib bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile hakikatta tekrar değildir. (M.N. 230)

2129- “Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’caza bak ki:

Kur’an; hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab.-ı davet, olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil... Zira zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur’anı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye, ekser uzun surelerde dercedilerek her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Hem öyle mesail-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerleştirmek için çok def’a muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber sureten tekrardır fakat manen herbir âyetin çok manaları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksadlar için zikrediliyor.” (S. 242) (Tekrarat-ı Kur’aniye için Kur’an (39:23) âyetine ve “Tezkir” kelimesine bakınız.)

2130- «Kur’an-ı Kerim okunurken istimaında bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin:

1- Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev’-i beşere hitaben Kur’anın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayelen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun.

2- Veya Cebrail( A.S.) Hazret-i Muhammed’e (A.S.M.) tebliğ ederken her iki Hazretin arasında yapılan tebliğ tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.

3- Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelî’nin Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir.” (M.N. 140) (Bak: 3008. p.)

2131- “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın her bir suresi, bütün Kur’anın münderecatını icmalen ihtiva ettiği gibi, sair surelerde zikredilen makasıd ve mühim kıssaları da tazammun etmiştir. Bundaki hikmet, Kur’an’ı tamamen okumaya vakti müsait olmayan veya ancak bir kısmını veya bir suresini okuyabilen insanlar, Kur’anın hepsini okumaktan hasıl olan sevabdan mahrum kalmamasıdır.

Evet mükellefin arasında bulunan ümmiler ancak bir sureyi okuyabilirler. İ’caz-ı Kur’an onları da tam sevap kazanmaktan mahrum etmemek için, bu nükte-i i’caziyeyi takip ederek bir sureyi tam Kur’an hükmünde kılmıştır.” (M.N.108)

2132- “Kur’an’ın her bir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i baki vermesi, hatta bir kısım âyâtın ve surelerin  herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî  imtiyazları kazanmış.” (Ş.139)

“Kur’an-ı Azimüşşan’ın herbir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber; tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rast geldikçe ve melek ve sair zişuur ruhaniler kıraatını dinledikçe herbir harfi öyle bir çekirdek olur ki, hasenat cihetinden öyle bir manevi sünbül teşekkül eder ki; o sünbülün taneleri, tekellüm vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının ayinelerinde temessül eden milyonlarca o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsavi gelir. Böyle her bir harfi bir hazine-i ebediyenin bir anahtarı olabilir ki kudsî kelâmı kalbinde yazmak, ne kadar mukaddes bir hizmet olduğu aşikârdır.” (B.L.337) (Kur’anın bazı surelerinin okunmasındaki sevab dereceleri, bak:3364.p.)

2133- Kasemat-ı Kur’aniyenin nükte ve sırları:

“Cenab-ı Hak, Kur’anda çok şeylere kasem etmiş. Kasemat-ı Kur’aniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var. Mesela:(91:1) وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا da kasem, Onbirinci Söz’deki muhteşem temsilin esasınıa işaret eder. Kâinatı, bir saray ve bir şehir suretinde gösterir.

Hem (36:1,2) يس ٭ وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ deki kasem ile, i’cazat-ı Kur’aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder. (56:75,76) (53:1)

وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى ٭ فَلاَ اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ deki kasem; yıldızların sukutuyla vahye şüphe iras etmemek için cin ve şeytanların gaybi haberlerden kesilmelerine alamet olduğuna işaret etmekle beraber; yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemel-i intizam ile yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayretengiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.

(77:1) (51:1) وَالذَّارِيَاتِ ٭ وَالْمُرْسَلاَتِ deki kasemde; havanın temevvücatı ve tasrifatı  içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgarlara me’mur melaikelere kasem ile nazar-ı dikkati celbediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nâzik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar. Ve hakeza... Her bir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faidesi vardır. Vakit müsait olmadığı için, yalnız icmalen (95:1)وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye işaret edeceğiz. Şöyle ki:

2134- Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla, azamet-i kudretini  ve kemal-i rahmetini ve büyük ni’metlerini ihtar ederek, esfel-i safilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih ile, tâ a’lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı maneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Ni’metler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi; o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi’ olması ve hilkatlerinde  de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünki hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi, incirin hilkatı, zerre gibi  bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını  saklayıp dercetmek gibi bir hârika mu’cize-i kudreti gösterdiği gibi; taamında, menfaatinde  ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında  ve daha sair menafiindeki ni’met-i İlahiyeyi kasem ile hatıra getiriyor. Buna mukabil, insanı iman ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i safilîne düşürmemek için ders veriyor.”“ (M.389) (Bak: Tefekkür) (Kur’ana kasem edilmesinin bir hikmeti, bak:2591.p.)

2135- Nüzul-ü Kur’an:

Kur’anın nüzulü hakkında müteaddid âyetler vardır. Ezcümle: Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

“Size sıyamı farz kılınan eyyam-ı ma’dude شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓى o mübarek şehr-i Ramazandır ki, اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ ( 2:185 ) âyetleri furkan ve hidayetten ibaret beyyinat, mecmuu bütün insanlara ayn-ı hidayet olarak Kur’an bu ayda inzal olundu.”

İnzal def’aten, tenzil de tedricen indirmek demektir. Kur’an yirmiüç senede tedricen tenzil buyurulmuş olduğu halde burada şehr-i Ramazanda inzalinin beyan buyurulması şayan-ı dikkattir. Bunda üç mana vardır.

Birincisi: Ekser müfessirînin rivayat-ı varidesine  göre Kur’an, şehr-i Ramazanın Kadir gecesi denilen bir leyle-i mübarekesinde sema-i Dünyaya, Beyt-i Ma’mure (Bak:Beyt-i Ma’mur) def’aten inzal, ba’dehu yirmiüç senede tedricen, parça parça arza tenzil buyurulmuştur. Demek ki hakikat-ı Kur’aniye, arza nüzulünden evvel âlem-i kevnde ve arza en yakın olan semada bir ramazan gecesi toptan tecelli etmiş ve yeryüzüne nüzulü onu takib eylemiştir.

İkincisi; Kur’an bu ayda inzal olunmağa başladı demektir. Zikr-i küll ve irade-i cüz’ kabilinden mecaz olmakla beraber, Muhammed İbn-i İshak’tan mervi ve maafih zahir gibidir. Bu surette Gar-ı Hira’da (96:1)اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ ayetinin nüzulü Ramazan-ı Şerifin kadir gecesine  müsadif olmuştur.

Üçüncüsü: (2:185) اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ Hakkında bu vecihle  Kur’an inzal edilmiş bulunan Şehr-i Ramazan demektir. Filhakika Kur’an-ı Azimüşşan’da bu mübarek aydan başka bilhassa medh-i celil-i İlahîye mazhar olarak ismi tasrih edilmiş bir ay yoktur. İşte Şehr-i Ramazan böyle mübarek bir aydır. Ve bunun için siyamın farziyeti de bu aya tahsis edilmiştir.” (E.T.645)

Diğer bir âyette de şöyle buyuruluyor: “(17:106) وَنَزَّلْنَاهُ تَنْز۪يلاً Ve tenzilen indirdik, ya’ni hepsini birden değil. Usulden furua doğru nâsın her türlü mesalih ve ihtiyacatına ve ahvalin mukteziyatına mutabık olmak üzere tedricen indirdik.” (E.T.3213) (76:23 âyeti de aynı hakikatı beyan eder.)

2136- Kur’anın Arabça lisan üzerine nazil olduğunu bildiren âyetlerden birinde şöyle buyuruluyor: “(12:2)اِنَّٓا اَنْزَلْنَاهُ قُرْءٰنًا عَرَبِيًّا Hakikaten biz onu Arabî bir Kur’an olarak inzal eyledik- Ya’ni yalnız manasını değil, Arabî olan nazmıyla birlikte makruvv olarak indirdik لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ ki taakkul edesiniz - iyi anlayasınız diye... (Bak:Arabiyyat)

Bundan anlaşılır ki Kur’anın manası iyi anlaşılmak ve mazmunu ve meali taakkul ve tedebbür olunmak matlub-u İlahîdir. Ve binaenaleyh Arabî bilmesi mümkün olmıyanlara (3:187) لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلاَتَكْتُمُونَهُۘ muktezasınca  kendi lisanlarıyla mümkün olduğu kadar beyan olunması da zaruridir. Fakat Kur’an tercümelerinin Kur’an olmasına imkân ve ihtimal yoktur. Çünki Kur’an, Arabîdir. Ancak Arabî olarak inzal buyurulmuştur. Bunun içindir ki Kur’an tercümelerine Kur’an tesmiye edilmesi, meselâ: Farisî Kur’an, Türkçe Kur’an denilmesi (12:2) اِنَّٓا اَنْزَلْنَاهُ قُرْءٰنًا عَرَبِيًّا nassına küfr olacağını ülema ihtar ederler.” (E.T.2844) (Bak.Terceme)

Kur’anda (13:37) (20:113) (39:28) (41:3) (42:7) (43:3) (46:12) âyetleri de Kur’anın Arabça inzal olunduğunu beyan eder.

Bir atıf notu:

-Kur’an lisanı olan kelâm-ı Mudari’nin meziyetlerinin muhafazası, bak:256.p.

2137- Kur’an (73:4,5,6) âyetleri, çok hakikatları beyan etmekle beraber kıraat-ı Kur’anda tertil, yani manaya ve makama münasip, tagannisiz, açık ve sade okumayı tahsin eder. (Bak.326,2658.p.lar)

2138- Kur’anın muhtelif fazilet ve hususiyetleri hakkında hayli ehadis-i şerife vardır. Ezcümle: Sahih-i Buhari  66. Kitabı ve Sahih-i Müslim 6.Kitab 32 ilâ 50. babları ve İbn-i Mace Mukaddime 16.babı ile 33. kitab 52. babı, Kur’anın faziletleri, kıraatı, ta’lim ve taallümü gibi muhtelif hususiyetleri hakkındadır.

Kur’anın bir mushaf  halinde toplanması meselesi için 736.737.p.lara bakınız.

Atıf notları

-Hz. Osman (R.A.) zamanında  Kur’anın istinsah ve teksir edilmesi, bak: 2940.p.

-Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti ile felsefe hikmetinin müvazenesi, bak: 1309,3903.p.lar

-Hakaik-ı Kur’aniye geçmiş milletlerin seviyelerine göre kütüb-ü semaviyede tezahür etmiştir, bak: 870.p.

-Kur’an-ı Hakîm, münasebat-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak diğer bir hâdiseye intikal eder, bak: 4111.p.

-Her bir tabaka-i beşeriyenin kendi seviyelerine göre Kur’andan istifham ve istifade etmeleri, bak: 3345.p.

-Kur’an-ı Kerim’in ıtlak ve icmal ile yaptığı mana şümuliyeti, bak: 241.p.

-Kur’an-ı Kerim mahluk değil, ezelîdir, bak: 1622.p.

-Kur’anın usandırmamasının hikmeti, bak: 902.p.

-Kur’anın güzel sesle okunmasının müstahsen olduğu, bak: 2658.p.

-Kitablar Kur’ana gölge olmamalı, bak: 1492-1495.p.lar.

-Kur’an’ı tefsir eden yine Kur’an ve hadis-i sahihtir, bak: 1777.p.

-Kur’anın kâinattan bahsi istidlal içindir, bak: 1783.p.

-Kur’anın yüksek hakikatlarını iyi anlayabilmek için ülfet perdesinden azade olmanın lüzumu, bak: 3904/1.p.

-Kur’an mü’minlere şifadır, bak: 1213/1.p.da âyet notu.

2139- Kur’an hakkında âyetlerden bir kaç not:

-Kur’anı hakkıyla ve adabına uygun okumak: (2:121)

-Kur’anın mükerremliği ve temiz olmıyanların el süremiyeceği: (56:77-79)

-Kur’ana hürmet etmek: (80:13,14)

-Kur’anın kelâm-ı beşer olamıyacağı: (16:103) (Bak:463.p.)

-Kur’anın “zikr-ül hakîm” vasfı: (3:58)

-Kur’an zikirdir: (38:87)

Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’an”  kelimelerinin geçtiği âyetleri “Hizb-ü Elfaz-ıl Kur’an” namı altında  bir hizb şeklinde bir araya toplamış ve bu eser Envar Neşriyat tarafından neşredilmiştir.

1 (Haşiye): Şu ciddî mes'eleyi yazarken ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu, şu latif latifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümid ederim ki, üslûbun latifeliği, mes'elenin ciddiyetine halel vermesin.

2 (Haşiye): Ebu Cehil-i Laîn ile Ebu Bekir-i Sıddık müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zayi' olacak.

3 (Haşiye): Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir: Şems'in yerinde mevlevîvari yaptığı semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir. Kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek Şems'in mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa, yıldızlar düşerler.

 Said Nursî

Muhterem müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor: Evet güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri Eğer sükûnuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.

 Mütercim

4 K.H. hadis: 630 ve İ.U.ci: l.shfa: 251

Yukarı Çık