3803- TEVAFUKAT-I GAYBİYE توافقاتِ غيبيه : Gayb cihetinden yani, kasd ve irade-i İlahiye ile tertiblenen ve farkına varılan tevafuklar. Kur’an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin yazılışlarında İlahî bir takdir ile, altalta veya yanyana dizilişleri veya kâinat hâdiselerinde ve fıtrat âleminde görülen manidar ve hikmetli tertib ve nizamlılıklar. (Bak: Tefe’ül, Gayb) (Ebced hesabının meşruiyeti, bak: 730.p.)

3804- Fıtrat âlemindeki tevafuktan bir örnek verelim. Meselâ: «Senin yüzün, vechin o kadar küçüklüğü ile beraber geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri havi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Saniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Saniin Vahid-i Ehad olduğuna delalet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıd’ın kasdıyla, bir Muhtar’ın ihtiyarıyla, bir Mürid’in iradesi ile, bir Alîm’in ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhalatın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahi nişanlar dercedilmiştir ki, göz ile okunur da nazar ile, yani akıl ile görünmez.

3805- İnsan nev’inde şu tehalüf ile beraber buğday, üzüm, arı, karınca nevilerindeki tevafuk, kör tesadüfün işi olmadığı güneş gibi aşikârdır. Mademki kesretin böyle uzak, ince, geniş ahval ve etvarında da tesadüfün müdahalesine imkân yoktur. Ve tesadüfün elinden mahfuzdur. Ve ancak bir Hakîm’in kasdı ve bir Muhtar’ın ihtiyarı ve Semi’, Basir bir Mürid’in iradesinin daire-i tasarrufundadır.

“Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.» (M.N. 180)

3806- Âlemdeki hadiseler nev’indeki tevafuka misal olarak, Mi’rac gecesine ait bir tevafuk kerameti hakkında bir sual ve cevab:

«Sual: “Tevafukla bu keramet nasıl kat’i sabit oluyor?” diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük cevaptır.

Elcevab: Bir şeyde tevafuk olsa, küçük bir emare olur ki; onda bir kasd var; bir irade var; rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa tevafuk bir kaç cihette olsa, o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebetdar olsa, o tevafuktan gelen işaret sarih bir delalet hükmüne geçer ki; bir kasd ve irade ile ve bir maksad için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.

3807- İşte bu mes’ele-i Mi’raciye de aynen böyle oldu. Doksandokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’raca yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve “Mi’raciye Risalesi”nin burada çoklar tarafından şevk ile kıraat ve kitabet ve neşrine rastgelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle bir kaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı için acib gürültülerle, söylenmeyecek maddi manevi zemin gürültüleriyle feryadlarına tehditkârane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın me’yusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zafiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeair-i İslâmiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak, kâinat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz? diye manasında, kesretli rahmetle şeair-i İslâmiyeye karşı, hatta semavat ve feza-yı âlem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki, bu işde hususi bir kasd ve irade ve ehl-i imana hususi bir inayet ve merhamettir; hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz. Demek hakikat-ı Mi’rac, bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) ve keramet-i kübrası olduğu ve mi’rac merdiveni ile göklere çıkması ile Zat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi; bu seneki Mi’rac da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.» (E.L.I.40)

3808- Kur’andaki tevafuklara gelince: Usulüne uygun olmak şartıyla, tevafukat-ı Kur’aniyeden hissedilen ince manalar makbuldür. Ancak Kur’andaki «tevafuklara ahkâm terettüb ettirilecek kadar ihticaca salih, ifadesi maksud bir mana-yı murad nazarıyla bakmak doğru olmaz ise de, hakikatta ilm-i İlahîye nazaran tesadüf mülahazası varid olmıyacağı ve her tesadüfün dahi nefsül’emirde bir hikmet ve manası bulunmak iktiza edeceği teemmül olunursa, bu gibi tesadüflerin yerine remzî bir ma’na ifadesinden halî kalmıyacağı da inkâr edilemez. Bu sebeble bunları da letaif-i işarat ve müstetbeat-ı terakib kabilinden olan zevkî nüktelere mülhak remizler, imalar halinde kayd ve mütalaa etmek faideden halî olmaz. Kur’anda bu kabilden de çok incelikler bulunduğu malum.

Maamafih müteşabihat vadisi demek olan bu gibi nüktelerden muhkemat hilafına manalar çıkarmağa kalkışmak, Hurufîlik zeyg ü dalaliyle Batınîlik zulmetlerine sürüklenmek demek olacağı, bunun ise Kur’anın zulmetten nura götüren açık beyanına münafi olduğu da şüphesiz olmakla beraber, muhkemata aykırı olmıyarak  sezilen, duyulan lem’alar, ince ince irfanları, zevkleri okşayan remizler, imalar, kalden ziyade hale ait olan ve eh-linden başkasına keşf-i nikab etmiyen bedi’alar da ne kadar incelense o kadar müfid, o kadar latif olur.» (E.T.6430)

3809- «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da tevafukatın envaı var. Tevafukat-ı nakş-ı lafzîden başka, tevafukat-ı maneviyesi var. Hem çok manidar ve çok vardır. Tevafukat-ı lafziyesi ise üç tarzdadır: Biri, bir tek sahifede; ikincisi, karşıdaki sahifede; üçüncüsü, yapraklar arasında bir tevafuktur...

3810- Kur’an kelâm-ı ezelî olduğundan ve kelime-i vahid hükmünde bulunduğundan ve âyatı birbirine bakmasından ve birbirini tefsir ve tekmil etmesinden anlaşılıyor ki, bir sahifede kelimeler birbirine baktığı ve bir intizam-ı tevafukkârane gösterdiği gibi, Kur’anın mecmuunda aynı hal vardır.» (Osmanlıca Mektubat mecmuasında 29. Mektub’un 3. kısmının 5.ve 6. Mes’elesinden)

3811- Tevafuktan bir örnek: «Hafız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor.

Meselâ: Sure-i Kehf’de (18:22) وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ kelimesi altında yapraklar delinse; Sure-i Fâtır'daki قِطْمِيرٍ ( 35:13 ) kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak.» (M.183)

3812-   Yani: Kur’an (18:22) âyetinde, Ashab-ı Kehf 7 kişi olup sekisincisi köpekleri olduğunu, (35:13) âyetinde geçen (Kıtmir) kelimesi, yukarda geçen (kelbühüm) kelimesine tevafukla te’yid ediyor.

3813- İşte böyle «Kur’anın müteaddit yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, manidar bir surette birbirine bakar. İşte tertib-i Kur’an irşad-ı Nebevî ile, münteşir ve matbu’ Kur’anlar da ilham-ı İlahî ile olduğundan; Kur’an-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında, bir nevi’ alâmet-i i’caz işareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab’ın noksanıdır ki, tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.» (M.183)

3814- Hem «göz ile görünecek, lafzî, nakşî mezayalar mananın hüsnünden ve cemalinden ve intizamından ileri gelmezse, kabil-i takliddir. Kolayca onun naziri kasden yapılabilir. Halbuki i’caz, taklid edilmiyecek bir tarzda olacak. Hatta bu tevafukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz san’at-ı bedia i’cazın ecza-yı hakikiyesinden değil, belki bir nevi’ i’cazın vazifesini gördüğü için i’cazın eczası içine dahil olmuştur. Çünki i’caz gösteriyor ki, Kur’an kelâmullahtır, beşerin değildir. Şu tevafukat-ı gaybiye dahi madem tesadüf işi olamıyor ve fikr-i beşerin düşünüşü değildir. O da delalet eder ki, o kelâm gaybdandır, beşerin değildir. Eğer tevafukata kasıd girse, o delalet hassası kaybolur.»  (Osmanlıca 29. Mektubun 3. Kısmının 5. ve 6. Meselesinden)

3815- «Tevafukla işaretler eğer münasebet-i maneviyeye istinad etmezse ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i maneviyesi kuvvetli ise, bu onun bir ferdi, bir masadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakatı bulunsa, o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelâmdan bunun iradesine bir emare olur. Ve ondan o ferdin hususi bir surette dahil olduğuna ya remz, ya işaret, ya delalet hükmünde onu gösterir.» (Ş.686)

3816- «Tenbih: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en ziyade münteşir nüshalarının sahifeleri, en uzun âyet olan Âyet-i Müdayene vahid-i kıyasî olmuştur. Ve o ölçüye binaen sahifeler tanzim edilmiş ve satırlar için vahid-i kıyas ve mikyas ve ölçü, Sure-i İhlas olmuştur. Onun için bu kısım mushaflarda tezahür edene meziyetler ve mehasin doğrudan doğruya Kur’anın i’cazına aittir ve Kur’anın malıdır. Bu mehasinin envaı çoktur. Bir nev’i, tevafukattır. Tevafukatın da envaı çoktur. Bir sahife içinde tevafukat ve karşı karşıya sahifelerdeki tevafukat ve mecmu-u Kur’andaki tevafukattır. Bunların da hem manevi, hem lafzî, hem hükmî aksamları var. Biz çok enva’dan ve çok efraddan, yalnız bir sayfadaki tevafukatı, tafsilatlı yeni bir Kur’anı yazdırmakla göstereceğiz.» (Osmanlıca Mektubat, 29. Mektubun 4. Kısmından)

Burada bahsedilen tevafuklu Kur’an, tevafuklu kelimeleri kırmızı renkte olarak İstanbul’da Hizmet Vakfı tarafından neşredilmiştir.    

3817- Tevafukat ve cifir ilmi gibi meselelerle fazla meşgul olmamayı anlatan Bediüzzaman Hazretlerinin bir mektubu:

«Kardeşlerim,

Bu günlerde Rumuzat-ı Semaniyeye ait iki risaleyi ehemmiyetli talebelere, bir yere gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalaa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevkedilmeden perde indi, başka yolda sevkedildik, çalıştırıldık.” Birden ihtar edildi ki: “O gaybî esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumi ihtiyaca medar ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslâmiyetin temel taşları olan hakaik-i imaniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. En büyük ve en yüksek maksad olan hakaik-i imaniyeyi ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi.”

Sure-i (110:1) اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ remzinde, esrar-ı gaybiye gösterildi; birden kapandı, perde indi.

Hem bu sır içindir ki, o yolda fazla istihdam edilmedik, yalnız o meslek-i tevafukiyenin tereşşuhatından Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir imza ve cezaletine bir zinet ve huruf-u Kur’aniyenin intizamından ve vaziyetlerinden tezahür eden bir nevi i’caz çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.» (K.L.112)

Yukarı Çık