3901- ÜLFET الفة : Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. *Âlemdeki İlahî sanat eserlerini devamlı görmek neticesi bunların hârikalık durumlarını düşünemez olmak. (Bak: Âdiyat, Gaflet, Tefekkür)
Bir atıf notu:
- Mürur-u zamanla hakaika karşı ülfet, bak: 3206.p.
3902- «İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani me’lufları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı malum zannettikleri o adi şeyler, birer hârika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyalaye im’an-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garip hâlâtına bakmayarak yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Malik-ül Bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.
İnsanların arza ait malumat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebnidir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’an âyetleriyle insanların nazarını me’lufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havarik-ul âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.» (M.N. 196)
3903- «Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!
İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bütün kâinattaki âdiyat namıyla yadolunan, hârikulade ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zişuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizat-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruc eden ve kemal-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zişuura takdim eder. Meselâ: En cami bir mu’cize-i kudret olan insanın hilkatini adi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemal-i hilkatinden huruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ: En latif ve umumi bir mu’cize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini adi görüp, küfran perdesini üste çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görüp ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister.1 İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sani’ cihetindeki fakr ve iflasını gör, ibret al!» (S:137)
3904- «Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikatı tanımayan hayalata sapar. Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır. Zahirperestleri aldatan bir sebeb: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddemenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın. Hem de ihtilâlatı tevlid eden, ihtilâfatı ika’ eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, hilkatte olan hüsün ve azamet ve ulviyete adem-i kanaattir. Hâşa zevk-i fasidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir. Halbuki akıl ve hikmet nazarlarında herbiri kudretin en bahir mu’cizelerinden olan hakaik-ı âlemde olan hüsn-ü intizam ve kemal ve ulviyet, o derece dest-i hikmet ile nakşolmuş ki: Bütün hayalperestlerin ve mübalağacıların hülyalarından geçmiş olan hârikulâde hüsün ve kemale nisbet olunsa; o hârikulâde hayaller gayet adi ve o âdâtullah gayet hârikulâde bir hüsün ve haşmet gösterecektir. Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir:
Me’luf olan âfak ve enfüste dikkat-ı nazara, Kitab-ı Hakîm emreder. Evet gözleri açan yalnız nücum-u Kur’aniyedir. Öyle nücum-u sâkıbedirler ki: Cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def ettikleri gibi; âyat-ı beyyinat,yed-i beyza ile, ülfet ve sathiyenin hicablarını ve zahirperestliğin perdesini parça parça ederek, ukûlü âfak ve enfüsün hakaikına tevcih edip irşad etmişlerdir. Hem de meyl-ül mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi; hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir. Buna binaen vakta beşer, nazar-ı sathî ile kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhanîyi zevk edemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsizlik ve hârikulâdeye meyil ve hayalâta iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile teceddüd veya tervic için meyl-ül mübalağa tevellüd eder. O mübalağa ise, dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlanmakla ta hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi hakikatının çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meyl-ül mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, şape gibi büyür. Hatta kalbe değil, belki sımahta, belki hayalde bile yerleşemiyor. Sonra bir nazar-ı hak gelir, onu tecrid etmekle çıplak ederek tevabiini dağıtıp aslına irca’ eder. “Hak gelir, batıl ölür” sırrı da zahir olur.» (Mu. 43)
3904/1- Ülfet, kevnî hakikatlarda olduğu gibi, mürur-u zamanla cemiyette ulûm-u mütearife hükmüne geçen Kur’anî hakikatların kıymetini derk ve takdirinde de perde olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri, bundan kurtulmanın yolunu şöyle beyan ediyor:
«Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşr ile küfrün zülumatını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur’anın lisan-ı ulviyesinden يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ ( 62:1 ) gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem يُسَبِّحُ sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gök yüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat, تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ ( 17:44 ) sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda ve arz bir kafa, berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı didar eder. Yoksa bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-ü mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zülumatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva-ı i’cazı içinde bu nev’-i i’cazını zevk edemezsin.» (S.137)
«Hatta bir adam, (57:1) سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hârika telakki edilen belagatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da, kendini Kur’andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak halî, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız, fani bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’anın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki; bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zişuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir cami-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihde ve vazife başında cuş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belagatını zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur’anın zemzeme-i belagatı arzın nısfını ve nev’-i beşerin humsunu istila ederek, haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla ondört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.» (Ş.135) (Bak: 3008.p.)
1 (Haşiye): Amerika'da aynen bu vakıa olmuştur.