3915- VAHDET-ÜL VÜCUD وحدة الوجود : Bu ifade tasavvufî bir terim olup kelime manası, maksadı ifade etmez. Hatta bu terimle tasavvufta ifade edilmek istenen mana, aklî izahlarla anlatılması ve anlaşılması dahi müşkildir. Tasavvufi meslekler içinde en ince ve hissî bir meşreb olan vahdet-ül vücud mesleği, ruhî inkişafa dayanan halî ve kalbî bir yoldur. Panteizm denen ve Hâlik ile mahlûku bir tevehhüm eden felsefe cereyanına zahiren benzetilir ise de, menşe ve mahiyetleri birbirinden ayrıdır. İlerde bu farklılık bir derece izah edilecektir.
Bediüzzaman Hazretleri, vahdet-ül vücud ehli için şöyle der:
«Şunlar, ehl-i vahdet-üş şuhuddurlar. Fakat vahdet-ül vücud ile mecazen tabir edilebilir. Fakat hakikaten vahdet-ül vücud, bazı hükema-i kadimenin meslek-i bâtılasıdır.» (Mu.118)
«Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulul zâhir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki: Bazı maddiyyunun mesleği olan vahdet-ül vücuda bir münasebet gösterir.» (Mu.117)
«Şu mutasavvıfinın reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hululü iddia eden, marifet-i İlahiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkin, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek. Kellâ!..» (Mu.118)
3916- «Bu mes’ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasılki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telakki edilir. Öyle de vahdet-ül vücud mes’elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avam-lara girse, tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:
Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı adeta inkâr etmek iken avama girdikçe gafil avamlara hususan maddiyyun fikriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.
İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, masiva-yı İlahînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, masivayı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlikı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, adeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi “el-iyazübillah” öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.
Üçüncüsü: Tagayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, mualla olan Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı batılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren seradan süreyya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ’ya diken, istiğrakî bir surette kâinatı madum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vahid-i Ehad’dan görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var.
Fikren Arş’a çıkan, Celaleddin Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirisin.” Yoksa, Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkmayan ve Ferşten Arş’a kadar mevcudatı ayine şeklinde görmeyen adama, “Kulak ver, herkesten Kelâmullah’ı işitirsin” desen, manen Arş’tan Ferş’e sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı batılaya giriftar olur...» (L.272)
3917- «Sual: Vahdet-ül vücudu nasıl görüyorsun?
Elcevab: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i uluhiyetten sonra tevhidde zevkten şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret yani لاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ اللّٰهُ sonra vahdet-i idare, sonra vahdet-i şuhud, sonra vahdet-ül vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkikîn-i Sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlal edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve te’sirinden kurtulmayan bir ruh, vahdet-ül vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vacib-ül Vücud’a o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu belki bir mevcudu görmüşler. Evet delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sanii müşahede etmek, tarik-ı istiğrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlahiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada seyeran-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfatı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-ı zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından çok evham-ı batılaya menşe oldu. Maddeperver hükema ve zaif-ül itikad ehl-i nazarın vahdet-ül vücudu ile evliyanın vahdet-ül vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:
Birincisi: Muhakkikîn-i Sofiye, Vacib-ü Vücud’a o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onun hesabına kâinatın vücudunu inkâr etmişler. Hükema ve zaif-ül itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki, fehm-i uluhiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek hatta uluhiyeti onda mezcetmek, hatta kâinat hesabına uluhiyetten istiğna etmek derecede tarik-ı müteassifeye girmişlerdir.
İkincisi: Muhakkikîn-i sofiyenin vahdet-i vücudu vahdet-üş şühudu tazammun eder. İkincilerin vahdet-ül mevcudu tazammun eder.
Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerin nazarîdir.
Dördüncüsü: Birinciler evvelen ve bizzat Hakk’a, nazar-ı tebeî olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.
Beşincisi: Birinciler, Hüdaperesttirler. İkinciler, hodperesttirler.
3918- Meselâ: Küre-i Arz rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam par-çalarından farzolunursa, her biri başka hasiyetle levnine ve cirmine ve şekline nisbet ile şemsden bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise, ne güneşin zatı ve ne de ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı faraza lisana gelseler, herbiri “Güneş benim gibidir” veyahut “Güneş benim” diyeceklerdir.
آنْ خَيَالاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ ٭ عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ
Fakat Ehl-i Vahdet-üş Şühudun meşrebi, fark ve sahvdır. Ehl-i vahdet-ül vücudun meşrebi mahv ve sekirdir. Safi meşreb ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.
تَفَكَّرُوا فِى آلاَءِ اللّٰهِ وَ لاَ تَفَكَّرُوا فِى ذَاتِهِ فَاِنَّكُمْ لَنْ تَقْدِرُوا
1 حَقِيقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ هُوَ الَّذِى
(M.N.256) (Bak: 3715.p.da bir rivayet)
3919- «Tarikatın gayet mühim bir meşrebi olan “vahdet-ül vücud” namı altındaki vahdet-üş şühud, yani Vacib-ül Vücud’un vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı o vücud-u Vacib’e nisbeten o kadar zaif ve gölge görür ki, vücud ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i mavisa makamında onları hiç saymak, hatta madum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esma-i İlahiyeye hayalî bir ayine vaziyeti vermek kadar ileri gider.
İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikatı var ki: Vacib-ül Vücud’un vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derecesinde inkişafiyle, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; adeta Vacib-ül Vücud’un hesabına kâinatı inkâr eder.
3920- Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki: Erkân-ı imaniye altıdır. İman-ı billah’tan başka, iman-ı bilyevmil’âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise, mümkinatın vücudlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniye, hayal üstünde bina edilmez! Onun için, o meşreb sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden âlem-i sahve girdiği vakit, o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır.
Hem kalbî ve halî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünki Kitab ve Sünnet’ten gelen desatir-i akliye ve kavanin-i ilmiye ve usul-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor; kabil-i tatbik olamıyor. Onun için, Hulefa’yı Raşidînden ve Eimme-i Müçtehidînden ve selef-i salihînin büyüklerinden, o meşreb sarihan görünmüyor. Demek en âlî bir meşreb değil! Belki yüksek, fakat nâkıs. Çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlı. Çok ağır, fakat çok zevklidir. O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar, hodgâmlık ile en yüksek mertebe zannediyorlar.
Bu meşrebin esasını ve mahiyetini, Nokta Risalesi’nde ve bir kısım Sözlerde ve Mektubatta bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifaen, şurada o mühim meşrebin ehemmiyetli bir vartasını beyan edeceğiz. Şöyle ki:
3921- O meşreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i masiva sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyeden uzaklaştırmaktır. Çünki dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fani dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor; vahdet-ül vücud bahanesiyle ona birbaki vücud tevehhüm eder. O mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mabudiyet derecesine çıkarır, -neûzübillah- Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar.
Şu asırda maddiyunluk fikri o derece istila etmiş ki, maddiyatı herşeye merci’ biliyorlar. Böyle bir asırda has ehl-i iman, maddiyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden; vahdet-ül vücud meşrebi ortaya atılsa; belki maddiyunlar sahib çıkacaklar, “Biz de böyle diyoruz” diyecekler. Halbuki dünyada meşarib içinde, maddiyunların ve tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşreb, vahdet-ül vücud meşrebidir. Çünki ehl-i vahdet-ül vücud, o kadar vücud-u İlahîye kuvvet-i iman ile ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki, kâinat hesabına Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?» (M.448)
3922- «Sual: Vahdet-ül vücud mes’elesi, çoklar tarafından en yüksek makam telakki ediliyor. Halbuki velayet-i kübrada bulunan başta Hulefa-yı Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Aba olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak Müçtehidîn ve Tabiînden bu çeşit vahdet-ül vücud meşrebi sarihan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübra mı bulmuşlar?
Elcevab: Hâşa! Şems-i Risalet’in en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan, hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübra onlarındır. Vahdet-ül vücud ise, bir meşreb ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neş’eli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar; en münteha mertebe zannediyorlar.
İşte şu meşreb sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârane bir şuhuda mazhar ise; vahdet-ül vücuddan değil belki vahdet-üş şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, halî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam te’min edebilir. Hatta Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevaggil ise, vahdet-ül vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.
Evet cadde-i kübra, Sahabe ve Tabiîn ve Asfiya’nın caddesidir.
حَقَائِقُ اْلاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenab-ı Hakk'ın لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ ( 42:11 ) mazmunu üzere, hiçbir şey ile müşabeheti yok.
Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, Hâlikıyettir. Ehl-i vahdet-ül vücudun dedikleri gibi; mevcudat evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi, Cenab-ı Hakk’ın âsârıdır. “Heme Ost” değil, “Heme Ezost”tur. Yani, herşey O değil, belki herşey O’ndandır. Çünki hâdisat, ayn-ı Kadîm olamaz. Şu meseleyi iki temsil ile fehme takrib edeceğiz:
Birincisi: Meselâ bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir. Bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de kumandan-ı azam ismi var. O isim ile devair-i askeriyede faaliyet gösterir. Ordu, o ismin mazharıdır. Şimdi biri çıksa dese ki: “O padişah, yalnız hâkim-i âdildir, devair-i adliyeden başka daire yok.” O vakit bilmecburiye adliye memurları içinde hakiki değil itibarî bir surette meşihat dairesindeki ülemanın evsafını ve ahvalini onlara tatbik edip, zıllî ve hayalî bir tarzda, hakiki adliye içinde tebeî ve zıllî bir meşihat dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelatını yine farazî bir tarzda o memurîn-i adliye içinde itibar edip, gayr-ı hakiki bir daire-i askeriye itibar edilir ve hakeza... İşte şu halde padişahın hakiki ismi ve hakiki hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı azam, sultan gibi isimler hakiki değiller, itibarîdirler. Halbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikatı, bütün isimleri hakiki olarak iktiza eder. Hakiki isimler ise, hakiki daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar. İşte saltanat-ı uluhiyet Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallak, Fa’al, Kerim, Rahim gibi pek çok esma-i mukaddeseyi hakiki olarak iktiza ediyor. O hakiki esma dahi, hakiki ayineleri iktiza ediyorlar. Şimdi ehl-i vahdet-ül vücud madem لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ der, hakaik-ı eşyayı hayal derecesine indirir. Cenab-ı Hakk’ın Vacib-ül Vücud ve Mevcud ve Vahid ve Ehad isimlerinin hakiki cilveleri ve daireleri var. Belki ayineleri, daireleri hakiki olmazsa, hayalî ademî dahi olsa onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikinin ayinesinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safi ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallak gibi isimleri ise tecellileri hakiki olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar, Mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.
İşte Sahabe ve Asfiya-i Müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt حَقَائِقُ اْلاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ derler ki, Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasıyla hakiki bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın onun icadıyla bir vücud-u arızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vacib-ül Vücud’un vücuduna nisbeten gayet zaif ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.
İkinci Temsil: Meselâ şu menzilin dört duvarında dört tane endam ayinesi bulunsa, herbir ayine içinde her ne kadar o menzil öteki üç ayine ile beraber irtisam ediyor. Fakat herbir ayine kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler, kendine mahsus misalî bir menzil hükmün-dedir. İşte şimdi iki adam o menzile girse; birisi birtek ayineye bakar, der ki: “Herşey bunun içindedir.” Başka ayineleri ve ayinelerin içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmuatını o tek ayinedeki iki derece gölge olmuş, hakikatı küçülmüş, tegayyür etmiş o ayinenin küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: “Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir.” Diğer adam ona der ki: “Evet sen görüyorsun, gördüğün haktır; fakat vakide ve nefsül’emirde hakikatın hakiki sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin ayine gibi daha başka ayineler var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller.”
İşte esma-i İlahiyenin herbiri ayrı ayrı birer ayine ister. Hem meselâ: Rahman, Rezzak hakikatlı, asıl oldukları için kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahman nasıl hakiki bir dünyada rızka muhtaç hakikatlı ziruhları ister; Rahim de öyle hakiki bir Cennet’i ister.
Eğer yalnız Mevcud ve Vacib-ül Vücud ve Vahid-i Ehad isimleri hakiki tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmaya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.
İşte şu sırdandır ki: Cadde-i kübra elbette velayet-i kübra sahipleri olan Sahabe ve Asfiya ve Tabiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir.» (M. 83-85)
3923- Vahdet-ül Vücud anlayışına götüren muhtelif esbab vardır. Ezcümle bir sebebi şudur:
«Mertebe-i rububiyetin hallakiyetini azami derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyetle, her şeyi bizzat kabza-i Rububiyetinda tuttuğunu ve her şey kudret ve ihtiyar ve iradesi ile vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, her şey O’dur veyahut yoktur veya hayaldir veya tezahüriyetidir veya cilveleridir demeye kendilerini mecbur bilmişler. (Hiçten icad mes’elesine kudret-i İlahiye canibinden bakmak gerektir, bak: 1476.p.)
3924- İkinci Sebeb: Firakı hiç istemiyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derecede nefret eden ve visali ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi hadsiz bir iştiyak ile arzulayan aşk sıfatı, her şeydeki akrebiyet-i İlahiyenin bir cilvesine yapışmakla firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, lika ve visali daimî zannederek, Lâ mevcude illâ hu diye aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visalin muktezasıyla, gayet zevkli bir meşreb-i halî, vahdet-ül vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müdhiş firaklardan kurtulmak için, o vahdet-ül vücud mes’elesini melce’ ittihaz etmişler.
Demek birinci sebebin menşe’i; aklın eli, gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakaik-ı imaniyeye yetişmediğinden ve ihata edemediğinden ve aklın iman noktasında tamamıyla inkişaf etmediğindendir. İkinci sebebin menşe’i; kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafından ve hârikulâde inbisatından ve genişliğinden ileri gelmiştir.
3925- Amma sarahat-ı Kur’aniye ile, veraset-i Nübüvvetin evliya-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyanın gördükleri mertebe-i uzma-yı tevhid ise, hem çok yüksektir, hem rububiyet ve hallakiyet-i İlahiyenin mertebe-i uzmasını, hem bütün esma-i İlahiyenin hakiki olduklarını ifade ediyor. Ve esasatını muhafaza edip ve ahkâm-ı rububiyetin müvazenesini bozmuyor.
Çünki derler: Cenab-ı Hakk’ın ehadiyet-i zatiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şuunatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle isbat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcud gibi icad ve tedbir ediyor.
Bir çiçeği kolaylıkla halkettiği gibi, koca baharı o sühuletle halk eder. Bir şey, bir şeye mani olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yok. Onaltıncı Söz ve Otuzikinci Söz’ün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve isbat edilmiştir.» (O.L.129)
3925/1- Vahdet-ül vücud meşrebinde “Lâ mevcude illâ hu” “Lâ meşhude illâ hu” deyip kâinatı nefyetmek, hususi âleme bakar:
«Evet herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Adeta zişuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususi âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir ayinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, ayinesi içinde sahip olur. Öyle de herkesin hususi bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususi dünyasını لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ diye inkâr etmekle, terk-i masiva sırrıyla Cenab-ı Hakk’a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da yine daimî marifet ve huzuru bulmak için لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ deyip kendi hususi dünyasını nisyan hapsine sokar; fanilik perdesini üstüne çeker; huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Şimdi bu zamanda Kur’anın i’caz-ı manevisiyle tezahür eden وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vahid-i Ehad’i sıfatıyla bildiren âyetleri, yani delaletleri ve işaretleri var... Risale-i Nur, bu hakikatı izahatıyla isbat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikata muhtaçtır ki, Kur’an-ı Hakîm’in i’cazıyla bu hakikat tafsilatıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir naşir olmuşlar.» (E.L.II.69)
Bir atıf notu:
- Lâ mevcude illâ hu, Lâ meşhude illâ hu tabirleri, bak: 2252, 3973.p.lar.
1 H.G. hadis:133 ve K.H. hadis:1005