2250- MARİFETULLAH معرفة الله : Âlemdeki âsârından Hâlikın varlığını, birliğini, sıfat ve esmasını, hikmet ve gayelerini Kur’anın ders ve talimiyle veya ehlinden öğrenip bilmek ve şuuruna ermek. Masnuat-ı İlahiyeyi ve Kur’anî hakikatleri tefekkür ve tahsil edip (Bak: Tefekkür) lütf-u İlahî ile kalbî inkişaf ve basirete sahib olmak. İlahî hakikatlara ve hikmetlere vukufiyet, Her işde Allah rızasına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek. (Bak: Allah)

Marifetin zıddı, inkârdır. İlmin zıddı ise, cehildir..

Bir atıf notu:

-Ene’deki ahval ve hissiyatın marifetullaha vesile olması, bak: 818-822.p.lar.

2250/1- Kur’an-ı Kerim’de, marifetullah yani âlemde tecelli eden esma-i İlahiyeyi tefekkür ile Allah’ı sıfatlarıyla bilmeyi ve insanın yaradılış gayelerini anlamayı teşvik ve emreden pekçok âyetler vardır. Meselâ:

«(51:56) وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlik-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billah’tır. Ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan biçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssül’esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki, çoğunun kıymetleri yoktur.” (Ş.100)

“İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, Marifetullahtır ve onun üssül-esası da iman-ı billah’tır.” (S.316)

2250/2- - Evet “hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi “İman-ı Billah”tır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, İman-ı Billah içindeki “Marifetullah”tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki “Muhabbetullah”tır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz.

Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur. Evet şu perişan dünyada, avare nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu avare nev’-i beşer içinde, bu perişan fani dünyada; insan sahibini tanımazsa, malikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerden olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” (M.222)

Keza “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zinetleri, Hâlikımızı, Malikimizi ve mevlamızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennem’dir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır.” (M.N.104)

2251- “Marifet-i Sani’ denilen kemalat arşına uzanan mi’racların usûlü dörttür.

Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi: İmkân ve hudusa mebni mütekellimîn tarikıdır.

Bu iki asıl, çendan Kur’andan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masun kalmamışlar.

Üçüncüsü: Şübehat-alud hükema mesleğidir.

Dördüncüsü en birincisi: Belagat-ı Kur’aniyenin ulvi mertebesini ilan etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’anîdir.

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, talim, tasfiye, nazar-ı fikrî.” (M.N.252)

2252- İlm-i Kelâm, tasavvuf ve cadde-i kübra diye tabir edilen üç mesleğin, marifetullahı kazandırmadaki farklarını beyan eden aşağıdaki mektub, mevzumuzu tenvir eder.

Sual ediliyor ki: “Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Razi’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir? Maksad nedir? soruyor.

Usul-üd din imamları ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın akaide dair ve vücud-u Vacib-ül Vücud ve tevhid-i İlahîye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm’ın imamlarından Fahreddin-i Razi’ye öyle demiş.

Evet İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.

Hem Muhyiddin-i Arabi’nin nazarında, Fahreddin-i Razi’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ deyip kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş.Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’di-i Şirazî’nin dediği gibi: دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.

2253- Bazı Sözlerde ülema-i İlm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan minhac-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki: Meselâ: Bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ülema-i İlm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vacib-ül Vücud’un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir ayeti, birer asa-yı Musa gibi, nereye vursa ab-ı hayat fışkırtıyor. وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu, her şeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki: Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza... letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Razi’ye bu noktayı ihtar ediyor.” (M.330) (Bak: Velayet-i Kübra)

Atıf notları:

-Ma’rifetullahın şahidleri ve bürhanları üç çeşittir, bak: 665.p.

-Zihnin vazifesi marifetullahtır, bak: 3965.p.

Yukarı Çık