DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِين

AFV VE MÜSAMAHADA ÖLÇÜ

“Tolerans” veya “hoşgörü” diye de ifade edilen ve dinimizde güzel ahlâktan olan müsamahayı; “dinî esaslardan taviz verip fedakârlık etme” şeklinde anlamak doğru değildir. Zira hukukullahtan, hukuk-u umumiyeden taviz vermeye ve müsamaha göstermeye kimsenin salahiyeti yoktur.

Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin şu şiddetli ifadeyi kullandığını görüyoruz:

«Ey hitabet-i umumiye sıfatı ile, gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat’iyyen hakkın yoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..» (Mesnevî-i Nuriye sh: 89)

Evet, müsamaha (tolerans) sözü, birinin şahsi hatalarını yüzüne vurup utandırmadan, başkalarının yanında onu mahcub etmeden, sabır ve anlayışla kusurunu telafi etmesine imkân sağlamak manasına gelir ki; bu, güzel ahlâktan olup şahsî hukuka bakar.

Nitekim Hazret-i Aişe validemiz, Efendimizin müsamahasını anlatırken şahsî hiçbir mes’elesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini, kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki:

“Allah’a ait bir hak ayaklar altında çiğnenirse onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı.” (Müslim, Fedail, 79)

Diğer bir rivayette de Peygamberimiz (A.S.M.) şöyle buyuruyorlar:

“Bid’at ve kötülüklere yol açıp doğru yoldan sapıtan önderlerden ümmetim için endişeleniyorum.” (Tirmizi, Fiten 51; Ebu Davud, Fiten 1; İbn-i Mace, Fiten 9)

Bir din adamının bid’alar içinde bulunması şöyle dursun, başkasının kendisi hakkında sû’-i zanda bulunmasına sebebiyet verecek hallerden şiddetle kaçınması icab eder.

Bilhassa bir cemaat namına umuma görünüp, o cemaatı ittiham altına bırakacak olan yanlış ve hatalı hareketlerde bulunmanın; cemaatın şahs-ı manevîsine zarar vereceğini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.» (HŞ:55)

UMUMİ HUKUKA TECAVÜZ HOŞGÖRÜLEMEZ

Risale-i Nur eserlerinde afv ve müsamaha, şahsî ve umumî haklara göre değerlendirilir. Şahsî haklarda afv ve müsamaha güzel karşılanırken; umumî haklarda afv, zâlime yardım mânasında vasıflanıp deniliyor ki:

«Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlicenabane affetmesi ve birtek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan, safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i ammenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.

Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse, eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlicenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur...» (K:25)

Evet «Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanettir, amel-i talihtir.» (M:477)

Demek ki, hukuk-u âmmeye ve ahkâm-ı diniyeye taalluk eden suç veya haklarda müsamaha ve afv olamaz.

Zâlimlerin zulmü hukukta affedilmediği gibi, itikadiyatta da küfür cinayetinin affedilmiyeceği şöyle izah ediliyor:

«Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, birtek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de: Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz; hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki affa kabiliyeti kalmaz.» (Ş:230)

Evet «Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatına sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.

Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.» (K:75)

O halde afv ve müsamahanın amel-i sâlihten sayıldığı makamları olduğu gibi, meşru olmayıp mes’uliyet getiren kısmı da vardır. Bu kısımları da şeriat tayin eder ve etmiştir.

EHL-İ SEFAHETTEN UZAK DURMAK GEREKİR

Ehl-i sefahetle, sefih yaşadıkları müddetçe, müsamahakârane ihtilat etmeyi değil, bilakis, onlara muhalefetle onlardan uzak durmayı ders veren Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde mevzumuzla alâkalı hayli ikazlar vardır. Ezcümle, o ehl-i sefahetin lisan-ı hal ve fiilleriyle yaydıkları o telkinat ve onlara karşı verilen cevablar şöyle nazara veriliyor:

«Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.» (S:31) der.

Buna cevaben deniliyor ki:

«Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’ edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!.» (S:31)

Başka bir deyişle:

«Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus.» (S:32)

Bu hakikatı te’yid eden şu ifadeler de dikkat çekicidir:

«Medeniyet tilmizleri, müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız...”» (Ms:219)

«Hülâsa: Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşreb ve mesleğine tâbi olurlar.» (Ms:220)

Bediüzzaman Hazretlerinin diğer bir şiddetli ikazı da şöyle:

«Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki, müslümanları -ecanib tarzında- hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lu’b ve heva içinde bir lehivden başka birşey değildir.

Hem ne oluyorsun ki, keyiflerine kâfi gelen helâl ve tayyibat dairesinden huruca teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin terkine sebebiyet veriyorsun? Ve muharremat ve habîsat dairesine duhûle teşci’ ediyorsun?

Ey müvesvis! Bilir misin misalin neye benzer? O derece belâhet kesbetmiş bir sarhoşa benzer ki; arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatlı yarayı kırmızı gülden farketmez.» (NİK:23)

BİD’ALARA MÜSAMAHA CAİZ DEĞİLDİR

İşte bu ve buna benzer daha pekçok şiddetli ifadeler, müsamahanın caiz olmayan kısmını apaçık şekilde bildirir.

Bir müslümanın yaşayışına örnek tutacağı tek hayat yolu da şöyle nazara veriliyor:

«Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.» (L:54)

TAKİP EDİLECEK YOL

Yine müsamahaya lâyık olmayanlara müsamaha göstermekle onların dalaletine ortak olmak gibi müdhiş bir netice vereceğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki

 اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِم dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:  كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar?» (M:395)

«Bu şeairin umuma taalluk cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir mes’elesi) en büyük bir mes’ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!..» (M:396)

İşte bid’at içindeki yaşayışa bakan mezkûr şiddetli ifadeleri, gayr-ı meşru müsamaha lehinde yapılan telkinlere aldanıp meyledenler, nazar-ı dikkate almalıdırlar. Açık-saçıklığı ve o açık-saçık kız ve kadınlarla beraber bulunup, televizyonlarda nazar-ı umumiyeye göstermek ve bu bid’aları yayan ve destekleyenlere müsamaha ve dostluğu yaymak, dinin tahribine yardım değil midir?

Ezcümle: Bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:

مَنْ وَقَّرَ صَاحِبَ بِدْعَةٍ فَقَدْ اَعَانَ عَلَى هَدْمِﻻِْسْﻻَمِ

«Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı (yaşayışları İslâm âdab ve ahlâkına zıt olan kişileri) ağırlarsa, (dostluk ve hürmetkârlıkla karşılarsa) İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.»

Bu ve benzeri hadîslerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hattâ cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir. Bilhassa şeair aleyhinde ve bid’at lehinde en müessir fiilî bir propaganda olan Avrupaî hayat tarzını takib edip, moda ve fantaziye yoluna sapmanın vehametinden endişe duymamak mümkün değildir. Zira bunun neticesinde fâsık-ı mütecahirler çoğalır.

Şeriatta yasaklanan günahları ve bid’aları, insanların gözü önünde ve medenî yaşayışın gereğidir deyip yaşayışlarıyla yaymaya çalışan fâsık-ı mütecahirler hakkında yapılan gıybet ve tenkidin caiziyetini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.

İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.» (M:277)

HATALI  NEŞRİYATA MÜSAMAHA GÖSTERMEK HATADIR

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan bilmecburiye gayet ehemmiyetli bir hakikatı fâş etmeğe mecburum.» (Ş:455)

«Madem İmam-ı A’zam gibi eazım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere, Kur’anın bir tek mes’elesi için hapiste pekçok azab verilmiş. Ve şekva etmeyerek kemal-i sabır ile sebat edip o mes’elelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pek çok ziyade azab verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar.» (L:265)

Risale-i Nur’dan Sözler mecmuasında bizleri ikaz makamında deniliyor ki:

«İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidadları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men’etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

…Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki: Kur’an ve imanın hunhar ve müstebid zalim düşmanları; Kur’an ve İslâmiyet’i ve dini Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikatı beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya “Biraz susun” gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Aslâ ve kellâ, kat’â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamıyacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramıyacaklardır.» (S:768)

Bediüzzaman Hazretleri, yanlış bir düşünce ve harekete karşı müsamahakâr davranmayıp te’dib ve tenkid makamında cevab verirken diyor ki:

«Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: “Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor.” Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf’e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.

……Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnet’e muhalefet eden mes’elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor.» (L:273)

Bu yazıda da muhatablar ehl-i diyanet oldukları halde hakikatın muhafazası hesabına şiddet var ve müsamaha yok. Hem de kıyamete kadar herkesin okuyup bileceği şekilde, yani; her zaman örnek alınacak tarzda kitapta yazılarak ortaya konulmuş bulunuyor.

Evet, dinde lâübalilik ve bid’ata müsamahakâr davranışlara karşı şiddetle karşı çıkmak gerektiğini ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri, şu şer’î ölçüyü nazara verip der ki:

«Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.» (M:478)

HZ. MEVLÂNA’NIN HAKİKİ MÜSAMAHASI

Bazı çevrelerce gösterilen meşruiyet dışı müsamahayı meşru göstermek için; “Mevlana Hazretleri "putperest de olsan gel" demiş ve fâsık-sâlih herkesi kabul etmiş. O halde bizim de bu müsamaha hareketimiz meşrudur.” deniliyor.

Evet, fakat Mevlana Hazretleri gibi bazı zâtlar o fâsık insanların sefahethanelerine gidip onlarla haşir-neşir olmamışlar ve müslümanların da o sefihlere yanaşıp ifsad olunmalarına kapı açmamışlar. Aksine kendi dergâhlarında oturmuşlar ve bilâtefrik her isteyenin manevî istifadelerine kapılarının açık olduğunu bildirmişlerdir. Biz Nurcuların da medreselerine iman dersi için gelmek isteyen herkese, hizmetin başlangıcından beri kapımız açık olup; pek çok ateist, tabiatçı ve sefih kimselerin ıslah-ı hal edip samimî dindar oldukları herkesçe biliniyor. Ve aynı hizmet medreselerde devam ediyor. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Risale-i Nur’un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek, hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmağa mükellefiz.» (Ş:393)

«İman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez.» (E:180)

«İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez.» (Em:36)

O halde neden bu açık fark gösterilmiyor, örtülüyor ve tersine çevriliyor? Evet, sefihlerle sefahethanelerinde ihtilat edip her türlü neşriyat yoluyla yaymak ile; onları dinî telkinat yerlerine getirip âdâbına uygun olarak irşad etmek hareketi arasındaki tezadî fark apaçık değil mi?

Ecnebilere ve mukallidlerine İslâmiyeti sevdirmek, İslâmiyeti ef’alimizle göstermek ve lâübaliyane hareketlerden ve onları taklid etmekten uzak durmakla mümkün olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Gayr-ı müslime karşı hareketimiz ikna’dır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvî göstermektir. Zira onları munsıf zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez.» (DHÖ:60)

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.» (Mün:46)

Ve yine aynı hakikatı te’yiden diyor ki:

«Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.» (HŞ:24)

BİD’ATKÂR REJİM BU VATANDA TUTUNAMAZ

Yine Bediüzzaman Hazretleri, ilk Büyük Millet Meclisi’nde neşrettiği beyannamesinde de şöyle diyor:

«Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş…» (Ms:100)

Reis-i Cumhur’a gönderilen bir istida’nın zeylinde de şu ifadeler var:

«Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar.…… Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- “Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganimetler orduya, cemaata verilir, tevzi’ edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir” diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.» (E:284)

EN SAĞLAM İMAN

Mevzumuzu tam tenvir eden bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:

اَفْضَلُ اْﻻَعْمَالِ الْحُبُّ فِى اللَّهِ وَالْبُعْضُ فِى اللَّهِ

Yani: “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Davud, Sünnet 3, 4599)

Âlimler derler ki: “Allah için sevmenin gerekenlerinden biri, Allah’ın evliya ve asfiyalarını sevmektir. Onları sevmenin şartlarından biri de onların bıraktığı sünnete (İslâmî yaşayışlarına ve derslerine) uyup, onlarla yetinmek, bid’ata (İslâm ahlâkı ve adâbına zıt âdetlere) yer vermemek ve onların tavsiyelerine uymaktır.”

Fâsıklara, zâlimlere ve günahkârlara karşı meşru ölçüde buğzetmek “Allah için buğz” etmeye girer.

Taberanî Mu’cem-ül Kebir’de merfu olarak İbn-i Abbas’tan şunu kaydeder: “İman bağlarının en sağlamı Allah için dostluk, Allah için düşmanlık, Allah için sevgi, Allah için nefrettir.”

Diğer bir rivayette de şöyle buyurulur:

“Allah C.C., bir kula da buğzetti mi Cebrail Aleyhisselam’a: “Ben falancaya buğzettim, sen de buğzet!” diye seslenir. Ona Cebrail de buğzetmeye başlar. Sonra Cibril sema ehline nidâ eder:

“Allah C.C. falan kimseye buğzetti, siz de buğzedin!” Sonra yeryüzüne onun için buğz vaz’edilir.” konulur.» (Kütüb-ü Sitte 10. Cild sh:140-143)

Demek müsamahanın zıddı olan buğzetmek, nefret etmek, yerine göre a’mal-i sâlihadır, sevabdır. Bu hükümlerin tatbikî şekli de, imamların beyanlarıyla bilinir, şahsî anlayışlara itibar edilmez.

Bediüzzaman Hazretleri, idam tehlikesine rağmen, Rusya’daki esaretinde Rus Başkumandanının esirler kampına geldiğinde ayağa kalkmaması ve ona hürmet etmemesi ve neden ayağa kalkmadığını soran Rus Başkumandanına verdiği şu cevab, mes’elemizde dikkate değer bir hâdisedir:

«Ben müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.» (Ş:524)

Demek oluyor ki; din yolunda harb hilesi; yani kapalı yolları açmanın hakikî çaresi, aldatıcılık olan hileyi terketmek olduğunu nazara veren Üstad Hazretleri diyor ki:

«Biz ki hakikî müslümanız. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.» (DHÖ:32)

«S- Zâlim gâvurların bu kadar propagandalarına nasıl mukabele edilmeli?

C- Propaganda, sâbıkan tezyif ettiğim zâlim cerbezenin veled-i nâmeşruudur. Ona mukabele, o yalancı silâhla olmamalı, belki sıdk ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk, bir harman yalanı yakar.» (STİ:91)

ŞEFKATE LÂYIK OLMAYANLAR

«Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ 1 ve usul-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ yani, “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düsturun mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz.» (E:44)

Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir suale verdiği şu cevab da çok manidardır:

«Sual: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye, Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun; hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?”

Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani, “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”» (M:362)

O halde herkese müsamaha ve dostluk yolu açık değildir. Bu açık düsturları nazara almayanların müvazene-i şer‘iyenin dışına çıkacakları da bedihidir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ehl-i dalalete acıması, dalaletten kurtulmaları temennisi manasında olup onlarla ihtilat manasında olmadığını, hayatı boyunca yaşayışıyla gösterdiği gibi, şu ifadesi de aynı hali sarahatla gösterir:

“Ey bedbaht! Ben seni i’dam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve i’damıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belaların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi defol; senin ile uğraşmam, ne yaparsan yap.” der. O zâlim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, keşki kurtulsa idi diyerek ıslahına çalışır.» (Ş:272)

Ehl-i dalalete karşı muhalefetin, fakat mü’minler arasında da uhuvvetin esas olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«İman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.» (E:180)

İKİ SINIF MUHATAB

Bediüzzaman Hazretleri beyanat ve hitabelerinde muhatablarını ekseriyetle iki sınıf olarak nazara verir. Bir sınıfı; dost ve medeni ve insaniyetperver görünüp aldatmaya çalışan ve azınlıkta olan müfsid münafıklardır. Diğerleri ise; bu müfsid münafıkların aldatmağa çalıştığı insanlardır. Bunlar, fâsıkların sözlerine kapılmamayı ders veren (49:7) âyetin ikazından habersiz olduklarından; Üstad Hazretleri bunlara bazan ikazlı şiddet, bazan da irşadkâr ve yumuşak hitab eder. Bu hitabeleriyle, aldananları ikaz ve bizleri de onlara karşı vurdumduymazlıktan kurtarıp gayrete getirir.

İşte bu gibi hikmetler içindir ki; Kur’an’da böyle müfsidlere karşı pekçok şiddetli ifadeler vardır. Her hareketinde Kur’an’a ittiba eden Bediüzzaman Hazretleri’nin de o yolu takib edeceği muhakkaktır. Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ın şiddetli ifadelerine misal olarak diyor:

«Meselâ, Sûre-i  طسم de sekiz defa tekrar edilen şu اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ 1   âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, o zâlim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i’cazlı bir ulvî belâgattır.

Hem meselâ, Sûre-i Rahmân’da tekrar edilen  فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ2   âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ 3   âyeti, cin ve nev-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye karşı inkâr ve istihfaşa mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semâvâta tehditkârâne haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemalli bir i’câz-ı belâgattır.» Şualar ( 246 ) 

«Hem meselâ , اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ4 ve اَلظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ  5 gibi tehdit âyetlerini Kur’ân gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nur’da kat’î ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor.   اِذَا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ6 âyetinin sarahatiyle, o zâlim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil,  belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.» (Ş:250)

«Çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semûd ve Fir’avunun başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Mûsâ Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla tesellî veriyor.» (Ş:244)

«İşte enva’-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.» (L:84)

«İşte Kur’anın tekrar edilen hakikatları bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i maneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder. Meğer maddiyyunluk taunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına mübtela ola…» (Ş:252)

Yukarıda anlatılan iki sınıf muhataba bakan pek çok ifadelerden, nümune olacak iki ifade şekli aynen şöyledir:

«Müdafaatımın bütün safahatında gizli ve müdhiş bir komiteye karşı mübareze vaziyetini gösteren tarz-ı ifademdeki maksadım şudur:

Nasılki Hükûmet-i Cumhuriye “Dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi; dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin îcaba-tındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen Hükûmet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe tarafdar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfî komitelerden tefrik edilip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum.» (T:240)

«Efendiler! Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes’elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.

(Fakat ikinci gün beraet kararı, o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)» (Ş:288)

«Ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar.» (E:17)

İşte Bediüzzaman Hazretleri’nin şiddetli hitablarını mezkûr ölçüye göre nazara almak gerekiyor.

ŞİDDETLİ TAHKİR VE MUHALEFET ÖRNEKLERİ

Şiddetli tahkire lâyık olanlara karşı kullanılan şu ifadelerin muhatablarına müsamaha göstermenin ve müsamahayı herkese teşmil etmenin taşıyacağı manayı anlamak gerek. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zendeka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, o zendekanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaası’nda tab’ettirmiştim.» (L:177)

İşte dinsizliğini gizleyerek müslümanlar arasına sokulan ve zâhiren müslüman görünen bu cereyana karşı, iman esaslarının isbatının lüzumunu gören Bediüzzaman Hazretleri’nin yazdığı Tabiat Risalesi’ndeki bazı şiddetli ifadeleri görelim. Şöyle ki:

«Bu risalenin sebeb-i te’lifi; gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ana hücum edilmesidir. O hücum ise, şiddetli bir hiddeti (kalbe) kaleme verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nur’un mesleği, nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir.» (L:176)

«Ey ahmak-ul humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan, seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni’-i Zülcelal’i gör.» (L:185)

«Evet o küfür; ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezeyandır.» (L:179)

«Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.» (L:178)

«İşte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki; senin zerratın adedince muhalat ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan, bu dalaletten vazgeç!» (L:181)

«Hâlık-ı Kâinat’ın san’atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.» (L:182)

Evet «Tabiiyyunların fikr-i küfrîleri, ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar “mütefennin ve akıllıyız” diye dava ettikleri halde, akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni’ ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!» (L183)

«İşte kâinatı dolduran bu yüksek sesleri ve kuvvetli şehadetleri işitmeyen ve kulak vermeyen, ne derece sağır ve ahmak ve cani olduğu elbette anladınız.» (Ş:603)

«Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!» (L:120)

«İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk’ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir. Mü’min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, akibetinde müstehak oldukları Cehennem’e teslim eder.» (L:121)

Risale-i Nur Külliyatı'ndan çok az aldığımız mezkûr şiddetli ifadeler, herkese müsamaha göstermek yolunu açmak istemekle istikamet-i şer’iyeyi aşanların hareketlerini nakzediyor.

GİZLİ VE DAHİLÎ İFSAD PLÂNI

1952’lerde Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul’da Eşref Edip Fergan’la yaptığı bir mülâkatında verdiği beyanatta şu hususa dikkat çekti:

«Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cem’iyetin bünyesi buna dayanamaz, çünki düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cem’iyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur.» (T:628)

Mezkûr gizli ifsad tarzı, İslâma en çok zarar veren bir fesad hareketidir.

Hulûl plânı denen bu gizli ve içten ifsad yoluyla ve zâhiren Nurcu ve dost görünerek has Nurcuların alâkalarını geniş daire mes’elelerine çekip, Risale-i Nur’un hizmet düsturlarından uzaklaştırmak plânından teyakkuz için deniliyor ki:

«Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.» (T:690)

«Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zâhirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski plânlarını bırakıp, daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O plânların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, Gül ve Nur Fabrikasının kahraman şakirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar.……Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar.» (Em:125)

Bediüzzaman Hazretleri, Demokrat Partisi devrinde dine dost meb’uslarına yazdığı ikaznamesinde, millî ahlâkı ifsad edenlere müsamahakârane dost olunmasını değil, onlara karşı cephe alınmasını tavsiye eder ve der ki:

«Komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata binaen Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.» (Em:24)

Yeri gelmişken ehemmiyetli bir hususa dikkat çekeriz ki; bu “hoşgörü”yü hararetle yayanlar, gerek Türkiye’de, gerek İslâm dünyasında insanlığın temel prensiplerini, din ve vicdan hürriyetlerini açıkça çiğneyip müslümanlar üzerinde yapılmak istenen zulüm ve tecavüzlerde ya fail veya müşevvikidirler. Veya en azından, seyirci kalırlar. Bu zulümkâr hâdiseler karşısında insan sevgisi ve hoşgörüden hiç bahsetmezler. Hattâ öyle durumlarda şefkat ve müsamahakârlığı nazara vermek, bunlara göre suç işlemek demektir. O halde bunların samimiyetlerine inanmak mümkün olur mu?

İşte bunlar bu tarz tutarsız hareketleriyle, ifsadçılık mesleklerinde acemilik yapıp; milletin uyanmasına ve bu acib cereyan mensublarının daha çok tanınmasına yol açıp kendi aleyhlerinde çalışıyorlar. وَاِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ اَوْ يَقْتُلُوكَ اَوْ يُخْرِجُوكَۜ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ (8:30)

GİZLİ MÜFSİD DİNSİZLERİN İÇYÜZÜ

Bu gizli ve sinsi müfsidlerin zâhiren medenî görünen zilletli içyüzlerinin hakikî çehresi, “Mesnevî-i Nuriye” adlı eserde tasvir edilirken deniliyor ki:

«Hayalin ile Nurşin Karyesi’ndeki Seyda (K.S.) hazretlerinin meclisine git. Ve o zatın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak! O zat-ı kerimin irşadıyla, fukara elbisesine bürünmüş sultanları ve insan libasını giymiş melaikeleri gör.

Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris’e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî Âdem suretine girmiş birer ifrittirler.» (Mesnevî-i Nuriye  Tercüme: A. Badıllı sh:179)

Münafıkların ve şer cereyanlarının ifsadlarıyla bozulan insanlar, tefessüh ettikçe hayvaniyet derecesine düşüyorlar ki, buna “mesh” denir.

Sünuhat adlı eserde, asrımızdaki sefih medeniyetin beş menfi esasından birisi olan “heva” nın, beşerin mesh-i manevisine7 sebeb olduğu ifade ediliyor ve zamanın bozuk ve fâsık medeniyetinin neticesi nazara verilirken deniliyor ki:

«Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.

O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i manevisine sebeb olmaktır.

Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.» (STİ:40)

«Biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değil, çünki insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılab eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır.» (L:120)

Kur’anda, lâyık olanlara bakan pekçok şiddetli âyetlerin ilhamıyla yazılan bu şiddetli ifadeler; Bediüzzaman Hazretlerinin hâşâ ifratkâr sözleri diye mi değerlendirilecek?

Ehl-i sefahetin menfî hayatlarını okşarcasına onlara müsamaha göstermek ve onlarla ihtilat ile nazar-ı âmmeye görünerek fâsık-sâlih herkesi meşruiyet vasfında eşitlermiş gibi göstermek manasına gelmez mi?

MİMSİZ MEDENİYETİN ALÇAK VAHŞETİ

Halbuki Bediüzzaman Hazretleri deniyet ve rezalet manasında bir tabir olarak kullandığı “mimsiz” medenilere dostluk şöyle dursun, şiddetle hitab ederek milletin ikazına çalışmıştır. Meselâ O, şöyle demektedir:

«Ben hakikî, menfaatli medeniyete karşı değil, belki kusurlu ve zararlı “mimsiz” tabir ettiğim medeniyete karşı otuz-kırk seneden beri i’caz-ı Kur’anı esas tutup, o medeniyetin muhalif noktalarını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i’caz-ı Kur’anı isbat etmek esası üzerine; matbu’ ve gayr-ı matbu’ Arabça ve Türkçe çok kitablar yazdım.» (T:255)

Bediüzzaman Hazretlerinin mimsiz medeniyetten; yani bu medeniyete bağlı olanlardan uzak durmasının sebebi hakkında bir sual:

«Sen eskiden şarktaki bedevi aşairde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevab: Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları, faidelerine racih geldi.» (Em:99)

«Havarik-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyeyi, bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi.» (K:72)

«Adalet-i İlahiye, İslâmiyet’e ihanet eden mimsiz medeniyete öyle bir azab-ı manevî vermiş ki, bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşağı düşürtmüş.» (K:22)

«Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zâlimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.» (M:429)

«Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, kat’iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlış yola sevkediyorsunuz. Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatın idaresinden daha müşkildir.» (L:122)

«Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış.» (S:27)

«Mimsiz medeniyetin pisliği ile dünyayı mülevves ettikleri için, aynı istihracın gösterdiği tarihte, o mimsiz medeniyetin başına da öyle bir semavî tokat indi ki, en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.» (K:87)

«Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.» (K:253)

«Bir mes’ele daha var. O da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’ana göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin îcabatından olarak hacat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.» (Em:242)

Zamanın medeniyeti ve medenileri hakkında mezkûr şiddetli ifadeler ve tavsifattan, bu medenilere hoşgörü namı altında yaklaşanlara da mes’uliyet hissesi çıkar.

Aynı mevzuda Lemaat’ta yarı-manzum tarzda mimsiz medeniyet hakkındaki ifade şöyledir:

«Cazibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci’, teshil; hevesatı, arzuları tatmin; bundan çıkar sefahet.

O heva, hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Ma’nevi meshediyor, değişir insaniyet.

Şu medenilerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret.

Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı...» (S:712)

«Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır.» (DHÖ46)

«Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara benzeterek yanaşmayınız.» (Mesnevî-i Nuriye  Tercüme: A.Badıllı:252)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ana ittibaen yukarıda nümunelerini gördüğümüz şekilde daha pek çok ders ve ikazlarıyla, efkâr ve hissiyat-ı milliyemizin muhafazası ve insaniyetin mimsiz medeniyete bulaştırılmaması için çalışılmasını istemiş ve lisan-ı hal ve kaliyle telkinlerde bulunmuştur. Elbette ki; talebelerinin de bu yolu takib etmeleri icab eder.

onları dinlemeye mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve mânevî musibetler hücuma başlarlar.» (Ş: 317)

MÜBAREZE KANUNU TEKÂMÜLE VESİLEDİR

Hak ve bâtılın karşı karşıya gelmesiyle meydana gelen mübareze kanunu neticesi olarak ebrarın eşrardan nefretle uzak durmaları, sahabeler devrinde en ileri derecede olduğundan, bu devrin ebrarı olan sahabelerin üstün bir kemalât kazandıklarını, sonraları ise mübareze kanunu zayıflamakla yani bir nevi müsamahakârlıkla ebrar ve eşrar arasındaki mesafenin azalarak içiçe girdiğini ve ebrarın eşrara karışmasıyla eşrarla ünsiyet meydana gelip ahlâk-ı içtimaiyenin bozulmasına yol açıldığını beyanla asrımızın dikkatini çeken Hazret-i Üstad diyor ki:

«Sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insaniyenin en a’lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılab-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı.……Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu.» (S489)

İşte ehl-i dünyaya ve fâsıklara müsamaha ve dostluk göstermek, tekâmül sebebi olan mezkûr mübareze kanununa zıttır. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi’ bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi’ kıldığı için; o şecere-i hilkatın câmi’ bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.» (L:80)

Demek, teslimiyetli müslümanlar arasında zararlı olan mübareze, ahyar ve eşrar arasında şer’î şartlara göre olursa tekâmüle vesiledir. Fâsıklarla dostluk ise, mezkûr hikmet-i Rabbaniyeye muhalif bir harekettir.

Bir âyette hakiki mü’minlerin iman kemalâtı hassasiyetiyle küfrü, fıskı ve isyanı nefretle kerih gördüklerinin nazara verilmesi, mes’elenin ciddiyetini gösteriyor. Şöyle ki:

«(49:7)  وَلٰكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ اِلَيْكُمُ اْلا۪يمَانَ Ve lâkin Allah size imanı sevdirdi…

İşte böyle imanın esası bir sevgi ile alâkadar olduğu, sevgi de Allah’ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı sevdirdi.

وَزَيَّنَهُ ف۪ى قُلُوبِكُمْ Ve onu, o imanı kalbinizde tezyin buyurdu -mucebince amel edip Peygamber’e itaat ettiniz.

وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ Ve küfrü, füsuku, isyanı size kerih, iğrenç kıldı -onun için onlardan sakındınız.

« اُو۬لٰٓئِكَ İşte onlar -öyle imanı sevip Peygamber’e iman eden ve kalblerinde iman ziynetlenip mucebince amel ederek sıdk ile itaat eyleyen ve küfrü, füsuku, isyanı menfur görüp imanın istikametince sadakat ve itaattan ayrılmayan kimseler  هُمُ الرَّاشِدُونَodur ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden zâtlardır. Allah’ın fazl u ni’metinden -yani o rüşd, yahud hep bu zikrolunan tahbib ve tekrih ve rüşd, Allah’ın fazl u ni’metinden olarak cereyan etmektedir.» (Elmalı Tefsiri sh:4459-4461)

Evet, müslüman; küfre, nifaka, fıska ve dalalete muhalif ve İslâm’a tarafdardır. Kur’anda bu hakikat tekrar be-tekrar nazara verilmiştir. Kur’anın bu derslerini bu asrın insanlarına izhar edip neşreden Bediüzzaman Hazretleri, meşru ve yerinde olmayan müsamaha şeklini red ile müslümanlar arasında uhuvvet ve tesanüde, ittifaka götüren afv ve müsamahayı terviç etmiştir.

İşte bu derslerde anlatılan zararlara düşmemek için, mimsiz medeniyet ehline müsamahakârlıkla yanaşmamak gerektiğine dikkat çeken Hazret-i Üstad şu ikazda bulunuyor:

«Ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara benzeterek yanaşmayınız. Güya zannedersiniz ki, bizim ile onların arasında bir köprü vazifesini görüp de muvasalayı temin edecekmişsiniz ve aramızdaki pek derin dereyi dolduracakmışsınız, kellâ!.. Yanlış düşünüyorsunuz.…… Belki ya onlara iltihak edersiniz veyahut dalaletin en uzak derekesine düşüp İslâmiyetten uzaklaşırsınız.» (Mesnevî-i Nuriye Tercümesi A.Badıllı:251)

DİNDEN TAVİZ VERMEKLE DİNE HİZMET OLUR MU?

Bediüzzaman Hazretleri daha çok zamanımıza bakan ehemmiyetli bir mektubunda eğer ehl-i dünyaya müsamahakârlıkla yanaşıp onlarla temas kurmuş olsaydı, binlerce adamın Risale-i Nur’a girip eserlerini neşredeceklerini ve mahkemelerle eziyetler de vermeyeceklerini fakat buna rağmen o ehl-i dünyaya yanaşmamak gerektiğini ifade ile ders verir ve der ki:

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

[Hem manevî, hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevabdır.]

Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor.……En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.» (E:38)

Evet, bid’alara müsamaha ile sağlam bir hizmetin yapılamıyacağını beyan eden Hazret-i Üstad, dikkatleri Risale-i Nur mesleğine çeker ve der ki:

«Mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.» (E:63)

İşte bütün bu beyanlar, Risale-i Nur’un mesleğini sarahaten gösteriyor.

Hürmete lâyık muhterem zatlar olduğu gibi, hürmete lâyık olmayanlar ve müsamahakârlıkla kendilerine yaklaşılmayacak olanlar da vardır. Ezcümle bir hadîste şöyle buyurulur:

ثَﻻَثَةٌ ﻻَحُرْمَةَ فَاسِقٌ مُعْلِنٌ بِفِسْقِهِ وَصَاحِبُ هَوًى وَسُلْطَانٌ جَائِرٌ

«Yani: Üç kimseye hürmet yapılmaz: Fıskı açık işleyen fâsık, hevasına uyan kişi, zâlim hükümdar.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:267)

Bütün ders ve ikazlarını Kur’andan ve hadislerden alıp zamanımızın anlayışına ve ihtiyacına uygun bir şekilde ilhamen izah eden Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine hitaben diyor ki:

«Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci’, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Ş:320)

Bu beyanda da, avam mü’minlerin moda ve medenîlik namı altında aşılanan sefahetten uzak durmaları için ehl-i sefahete karşı duran ve salabet-i diniyeye sahib ve emin bir hizbullahın elzemiyeti nazara veriliyor. Ve dine hizmette önde görünenlerin, müsamaha ile ehl-i sefahete ve Avrupaî hayata yanaşmalarından doğacak dehşetli tereddinin felaketine de dikkat çekiliyor.

Bu ve benzeri derslerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hattâ cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir.

Bediüzzaman’ın ehl-i dünyaya yanaşmaması ve müsamaha göstermemesi hakkında bir sual ve cevabı:

«Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun?

Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?

Elcevab: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum.» (M:68)

diyerek müsamahakarlık tavrını göstermemektedir.

Hazret-i Üstad hükûmete müracaat etmemesinin sebeblerinden birini anlatırken de der ki:

«Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zendeka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zendekayı okşamak demektir.» (M:74)

EHL-İ SEFAHETİ HOŞ GÖRENLER, DİNDARLARIN NEFRETİNİ KAZANIR

Ehl-i sefahetin teveccühünü kazanmak için onlara müsamahakarlık tavrıyla hoşgörünmek ehl-i hidayetin nefretine sebeb olduğunu ders veren Hazret-i Üstad, şu ikazı nazara verir:

«Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bu hubb-u cah cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalâletin propagandacılarına veya şeytanın şakirtlerine deyiniz ki:

“Evvelâ rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve kabul‑ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür; yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beşpara etmez.””

Hubb-u câh hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır.» dedikten sonra bunu izah eden bir misal verilir ve misalin ifade ettiği hakikat da şöyle açıklanır:

«İşte, aynen bu misal gibi, âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl‑i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz herişerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar‑ı dikkat ona çevrilir.

Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği  ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ8 duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur.  Yalnız, hayvânât-ı muzırra nev’inden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl‑i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. » (M:413)

MÜ’MİNLERİN EBEDÎ DÜŞMANLARI

Ehl-i sefahete müsamahakârlık yolunda şeairden taviz verip bid’alara kapı açmanın getireceği zararlı neticelere dikkat çekip ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde dağıttığı beyannamesinde diyor ki:

«Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. fieairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder…» (Ms:102)

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Ey kardeşbil ki! Kâfirler, hususan Avrupalılar ve bilhassa İngiltere şeytanları ve Firenk iblisleri, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana ebedî can düşmanı ve daimî muannid hasımlardır.

Çünki Kur’an-ı Hakîm; Kur’an’ı ve İslâmı inkâr eden kâfirleri ve onların abâ ve ecdadlarını i’dam-ı ebedî ile mahkûm ediyor. Evet o Kur’anın kat’î nususuyla o kâfirler ebedî bir surette i’dama mahkûm ve Cehennem’de sermedî mahbusturlar.

İşte ey ehl-i Kur’an! Size ebedî düşman olan ve hiç bir surette size muhabbet ve meyletmelerine imkânı olmayan kimselere nasıl meyl ve muhabbet ediyorsunuz? Madem öyledir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُdeyiniz.» (Mesnevî-i Nuriye Tercümesi/A.Badıllı:179)

Bu kısımda açıkça görülüyor ki; herkese müsamaha göstermek, Risale-i Nur’a ve meşruiyete uygun düşmüyor. Gizli din düşmanlarının; mimsiz, sefih medeniyete tedricen alıştırmak ve hayat tarzlarını aşılamakla millî ahlâkı bozup İslâmî hayatı unutturmağa çalışmalarına karşı müsamaha göstermeyen ve onlara sert mukabelede bulunan Bediüzzaman Hazretleri bir müdafaasında şöyle der:

«Elbette 1350 senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’anımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda 350 milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terkedip; gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihane bir medeniyetin ahlâksızcasına belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyane kanunlara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür (Ş:394)

Bediüzzaman Hazretleri’nin ehl-i sefahete müsamaha ile yaklaşıp taviz vermediği, Tarihçe-i Hayat eserinde şöyle nazara veriliyor:

«Şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsî şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara mecbur edilenlerin çokluğu zamanında; Bediüzzaman ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kalinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdid edildiği halde en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır. Bilakis “Ecel birdir, tegayyür etmez… Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve âlem-i nura gitmek için bir terhistir.” deyip mücadeleye atılmış; bid’aları tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve Sünnet-i Seniyeyi ihya eden eserleri perde altında otuz seneden beri neşretmişve muhitinde, âdeta Devr-i Saadet’in bir cilvesini yaşatmıştır. Bir Sünnet-i Seniyeye muhalif hareket etmemek için, işkenceli bir inzivayı ihtiyar etmiştir. Otuz seneden beri milyonlara hükmeden dinsiz ve emsalsiz bir istibdad-ı mutlak, Bediüzzaman’ı hiçbir cihetten hiçbir vakit hükmü altına alamamış, bilakis zâlim müstebidler ona mağlub olmuşlardır.» (T:694)

Siyasi liderlerin ekserisi, dinî şahıslardan bazılarını “hoşgörü sahibidir ve insanseverlikte üstündür” gibi medihlerle kendi sahalarına çekip maksadlarına âlet etmek isterler.

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Biçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk çocuğunun maişet derdi için bid’alara fetva verdiler veya tarafdar göründüler.» (HR:26)

Halbuki yedi kebairden birisi, «…dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.» (B:335)

Kur’anda bizzat Resulullah’a hitab edip dolayısıyla dinî şahsiyetlere de ders veren ve tefsirlerde izah edilen şu âyette buyuruluyor ki:

«(68:9) وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ  Hayatperest ehl-i dalalet  arzu ettiler ki sen müdahene etsen; ilişmesen, muvafakat etsen, diye istediler de onlara dehalet etmediğin için tekzibe kalkıştılar. Yoksa sen müdahene edecek, garazlarına revac verecek olsaydın, o suretle sen de onların dalaletlerine iştirak etmiş bulunsaydın فَيُدْهِنُونَ o vakit müdahene edeceklerdi -onlar da sana ne büyük, ne akıllı adam diyeceklerdi. Lakin sen müdahene etmeyip hakkı söylediğin, Allah’ın emrini, risaletini tebliğ eylediğin için öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler. Onun için sen onlara itaat etme, İşte büyük ahlâkın ilk umdesi budur.» (E.T. 5271)

Kur’anın her dersine riayet eden Bediüzzaman Hazretleri anlatıyor:

«Büyük me’murlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaşverip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, fieyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece işgörmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.» (Ş:289)

Evet kendisine hürmet edilen bir şahsiyet, hâkim olan menfî cereyana dost olursa, kendine itimad edenlerin hüsn-ü zanlarını o cereyanın lehine çevirir ve kuvvet verdirir. Böylece o cereyanın şerlerine âlet ve ortak olur ve merhamet-i İlahiyeye ters düşer. Gafil olmayan samimi müslümanların nazarında da itimadı kaybeder ve dinî hizmette manevî tesiri kırılır.

Eğer bu şahsiyet bu cereyanın haricinde kalıp İslâmî hayatı takvadarane ve merdane yaşayıp Kur’an hakikatlarını tavizsiz olarak neşretse, bu sebeble de o menfî cereyan bu şahsiyete tahakküm edip dokunsa, kendisine hürmet edenler bu şer cereyanını tanıyıp aldanmaz ve dine taraftarlıkları ciddiyet kazanır. Hattâ inayet-i İlahiye tecelli edip kuvvetli bir dinî hizmet faaliyeti meydana gelir.

Hürriyet diye tabir ettiği meşrutiyetin, yani; İslâmî bir cem’iyetin ve idaresinin tahakkuku ve devamı, sefahet ve bid’atlardan uzak durmak ve adab-ı şeriata riayet etmekle mümkün olacağını hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri bir hitabesinde diyor ki:

«Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû’-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. 9Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünema bulur. Sadr-ı evvelin yani sahabe-i kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bir bürhan-ı bâhirdir.……

Elhasıl: Zünub ve mesavi-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. …… Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için iki cihetle sarılmak zarurîdir.» (DHÖ:68)

Buraya kadar görülen ve cüz’î nümuneler olarak nakledilen bütün ifade, beyan ve ikazlarda lâyık olmayanlara karşı müsamaha değil, şiddetli ihtar ve te’dibler vardır. Ve şeairin muhafazası esas alınır. Eğer fâsık-sâlih tefrik edilmeden müsamaha göstermek meşru olsa idi, Bediüzzaman Hazretleri o geniş şefkatiyle herkese müsamaha yolunu açardı.

HAKİKİ SEYYİD ŞERİATIN VE SÜNNETİN MUHAFIZIDIR

Bediüzzaman Hazretleri Âl-i Beyt’in büyük şahsiyetleri ve temsil ettikleri seyyidler cemaatı Âlem-i İslâm’ın kemalat-ı maneviyesinde ve İslâm’a tarafgirlikte ve muhafazasında nümune-i imtisal olduklarını nazara verirken diyor ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm «Ümmet-i Muhammediye’de de (A.S.M.) vezaif-i azime-i İslâmiyet-te ve ekser turuk ve mesalikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim. Çünki: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.» (L:21)

«Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünki İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten tarafdardırlar. Cibillî tarafdarlık; zaîf ve şansız hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık; ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç tarafdarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünki fıtrî tarafdardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.» (L:22)

NETİCE

Kur’anda; kâfir, münafık, fâsık ve onlara benzer insanlara bakan: (4:89), (9:23, 73), (58:22), (60:1, 2) ve emsali pek çok âyât vardır. Bu âyetler mezkûr evsaftaki insanlara dostluğu yasakladığı gibi makamlarına göre onlara muhalefet etmeyi de ihtar eder. Yani, dinimizde memduh olan müsamaha ve afv, liyakata göredir, mutlak değildir. Bu liyakatı da ancak büyük imamlar tayin ederler ve etmişlerdir. Şahsî anlayış ve meyillere göre ve tevillerle hareket edilemiyeceği de zâhirdir.

Mevzumuzu tenvir eden ve her zaman ve mekânı irşad ve ikaz eden bir âyetin mana-yı münevviriyle hâtime veririz. Şöyle ki:

فَمَا لَكُمْ فِى الْمُنَافِق۪ينَ فِئَتَيْنِ  (4:88, 89) Siz o münafıklar hakkında neye iki fırka oluyorsunuz?

وَاللّٰهُ اَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُواۜ اَتُر۪يدُونَ Halbuki Allah onları kesb ettikleri küfr ü maasî sebebiyle terslerine çevirip reddetmiştir.

اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ Siz Allah’ın dalalet verdiğine hidayet vermek mi istiyorsunuz?

فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلاً Halbuki Allah her kime dalalet verirse, yani her kimde dalalet halk ederse ya Muhammed, sen bile artık ona bir yol bulamazsın.

وَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُوا فَتَكُونُونَ سَوَٓاءً Onlar kendileri nasıl kâfirlerse siz de öyle küfr etseniz de hepiniz kâfirlikte müsavi olsanız diye arzu etmektedirler.

Binaenaleyh  فَلاَ تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ اَوْلِيَٓاءَ حَتّٰى يُهَاجِرُوا ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِۜonlar fisebilillah hicret edinceye, bu suretle imanlarını isbat eyleyinceye kadar içlerinden dost tutmayınız.» (Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri’nden)

Demek hakikî mü’minler, fâsık ve münafıklara muhaliftirler. Onlara dost olacak ayrı bir fırka teşkil etmezler. Samimi mü’minler, hepsi birden Kur’ana ittiba ederler.

Bahsimiz münasebetiyle, birkaç hadîs meallerini, zamanımızın bid’atkâr hâdiselerine çok ciddi baktığı cihetle; ibret, teyakkuz ve lâkaydlıktan kurtulmakla, vazife şuuru ve mes’uliyetine sahib olmak makamında aşağıya alıyoruz:

«Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı, imanın en zayıf mertebesidir.» [Ebu Davud; Melahim 17, (4340); Müslim, İman 78, (49); Ebu Davud; Salât-ül İydeyn 248, (1140); Tirmizî, Fiten 20, (4013)]

«Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri ve arkadaşları olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra bu peygamberlerin ardından öylesi kötüler zuhur etmişti ki; yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Kim bu güruhla, eliyle mücahede ederse mü’mindir. Kim onunla diliyle mücahede ederse, o da mü’mindir. Kim de onlarla kalbiyle mücahede ederse, o da mü’mindir. Bunun gerisinde, artık zerre miktar iman yoktur.»

Açıklama: İşlenen bir kötülük (münker) karşısında, mü’min, şartlara göre mutlaka bir tavır alacaktır. Eliyle müdahale ettiği taktirde halledebileceği, müessir olabileceği bir durumsa eliyle; sözle faydalı olabilecekse diliyle müdahale edecektir. Her ikisi de fayda vermeyecek bir durumda ise, kalben buğzederek tarafdar olmadığını belirtecektir. Bunu da yapmazsa, o münkeri hoşgörüyor demektir. Bu, elbette imanla bağdaşmaz. [ Müslim, İman 80, (50)]

«Yine İbnu Mes’ud (Radıyallahu Anh) anlatıyor. Hz. Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdu ki: “İsrailoğulları bir kısım günahlar işlemeye başlayınca, âlimleri onları bu işlerden men’ettiler. Ancak onlar dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalaletini öbürüne katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı. “Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onları lanetledi…» (Maide 78)

Sonra ayakta bulunan Resulullah (Aleyhissalâtü Vesselâm) oturarak sözünü tamamladı: “Hâyır, nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin ederim, onları hak adına kötülüklerden men’etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz.)”» [Ebu Davud, Melahim 17, (4336); Tirmizî, Tefsir, Maide (3050), ibnu Mace, Fiten 20, (4006)]

Kays İbnu Ebî Hâzım anlatıyor: «Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) Cenab-ı Hakk’a hamd ü senadan sonra buyurdu ki: “Ey insanlar! Sizler şu âyeti okuyor ve fakat yanlış anlıyorsunuz: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Doğru yolda iseniz, sapıtan kimse size zarar veremez." (Maide 105). Biz Hz. Peygamberin (Aleyhissalâtü Vesselâm): "İnsanlar, zâlimi görüp elinden tutmazlarsa (mani’ olmazlarsa), Allah’ın, hepsine ulaşacak umumi bir belâ göndermesi yakındır" dediğini işittik.” Keza ben, Resulullah’ın (Aleyhissalâtü Vesselâm): "İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde seyirci kalır, müdahale etmezse, Allah’ın hepsini saran umumi bir belâ göndermesi yakındır" dediğini işittim.”» [Ebu Davud, Melahim 17, (4338); Tirmizî, Tefsir, Maide (3059), Fiten 8 (2169); İbnu Mace, Fiten 20 (4005)]

Urs İbnu Amîre el-Kindî (Radıyallahu Anh) anlatıyor: «Hz. Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdular ki: “Yeryüzünde bir kötülük işlendiği vakit, ona şâhid olan bunu takbih ederse (kötü olduğunu teyid ederse), o kötülüğü görmemiş gibi zararından kurtulur. O kötülüğe şâhid olmadığı halde, işittiği zaman memnun kalan kimse, sanki şâhid olmuş gibi manen zarar görür.”» [Ebu Davud, Melahim 17, (4345).» (Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Tercüme ve fierhi, c:2 sh:375-380, Akçağ Yay., 1988 Ankara)]

Bu beyan olunan hakikatlar gibi pek çok şer’î ölçüler müvacehesinde: Fâsıkların fısk u sefahetlerine müsamaha namı altında yapılan onlarla ihtilat ve lehte telkinlerin neticesi, oldukça düşündürücüdür...

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

ZENDEKAYA BAŞ EĞMEMEK VE DEHALET ETMEMEK

Aşağıda sıralanan parçalar, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinin muhtelif yerlerinde geçen ve ehl-i dünya, ehl-i dalalet, ehl-i bid’a, ehl-i sefahet, ehl-i nifak, ehl-i ilhad ve ifsad komitesi gibi vasıflarla tavsif edilen şer cereyanlarına ve taraftarlarına, Üstadımızın dost olmadığını ve olunamayacağını ve ihtilat etmediğini ve edilemeyeceğini bildiren ikaz ve derslerden az bir kısmıdır.

Bu sarih beyanları kendilerine ölçü ittihaz edenler, gereken istikametli düşünmede zorluk çekmezler.

«Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet âzâsı iken, birgün, arkadaşımızdan ve Darü’l-Hikmet âzâsından Seyyid Sadeddin Paşa dedi ki:

“Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.”

Ben de “Tevekkeltû alâllah, ecel birdir, tagayyür etmez” dedim.

İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu). En son dehşetli plânları, sabık Dahiliye Vekilini ve Afyon’un sâbık Vâlisini, Emirdağının sabık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zayıf, ihtiyar, merdumgiriz, fakir, garip, hizmete çok muhtaç bir biçâreye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki, bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde, inayet ve hıfz-ı İlâhî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.» (E:193)

«Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben bugün yalnız iki üç kardeşimizin tahliyelerini isterdim. Fakat hakkımızdaki inâyet-i İlâhiye onların menfaati için geri bıraktı. Ve yirmi gün kadar, bizim bu vaziyetimiz lâzım ve elzemdir. Çünkü bu bayramda beraber bulunmamız hem bize, hem Nurlara, hem hizmetimize, hem mânevî ve maddî istirahatimize ve hacıların dualarından tam bir hisse almamıza ve Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un müsadereden kurtulmasına ve bizim mazlumiyetimize acıyıp Nurlara sarılanların çoğalmasına ve hazır büyük hatâlara rıza ile vatan ve millet ve din hâinlerine dehalet etmediğimize bir hüccet olması lâzımdı.» (Ş:517)

«Aziz kardeşlerim,

Bu Cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz. “Bu musibetten kurtulmak için ne yapacağız?” lisan-ı hâl ile dediniz. Benim kalbime bu geldi: Sıkı bir tesanüdle, el ele, omuz omuza veriniz. Çünkü, birbirinden ve Risale-i Nur’dan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim, eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fınızdan, teberrînizden cesaret alır, daha ziyade ezer. Hem mesleğimiz hıllet ve uhuvvet olduğundan, şahsiyet ve enaniyet cihetinden bir rekabet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zayıf bir biçarenin noksaniyetlerine değil, belki Risale-i Nur’un kemalâtına bakmalı.» (T:431)

«Madem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatin uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir.» (T:434)

«Şimdi Nurcuları ürkütmek, zayıf bir damar bulup nazarlarını başka tarafa çevirmeye bazı bahaneleri buluyorlar. İnşaallah, demir gibi metin Nurcuların kahramanane sebatları ve tahammülleri ve mücahid-i ekber olan Nurun hakikatleri, onun elinde birer elmas kılıç bulunan şakirtlerin şahs-ı mânevîsinin pek harika fedakârlığı, onların bu plânını da akîm bırakacak. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem dahi lüzumsuz değil. Sizlere tekrarla beyan edilmiş: Eski zamanın kahraman mücahidlerine nispeten en az zahmet, ağır şerait ve bu zamanın şiddet-i ihtiyaç cihetiyle çok sevap kazanan, inşaallah halis Nurculardır. Ve boş boşuna, bâd-ı hevâ, belki günahlı, zararlı giden birkaç sene ömrünü, böyle kudsî bir hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeye sarf eden ve onunla ebedî bir ömrü kazanan, Nur talebeleridir. Ben, kendi hisseme düşen bütün bu hücumlarına karşı, pek çok zaafiyetimle beraber tahammüle karar verdim. İnşaallah, kuvvetli, fedakâr, genç, kahraman kardeşlerim benden geri kalmaz ve kaçmazlar ve kaçanları da geri çevirmeye, şimdiye kadar çalıştıkları gibi çalışacaklar.» (T:596)

«Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?» (M:70)

«İhvanlarıma da tavsiyem budur ki:

Zaruriyet-i kat’iye olmadan bunlarla uğraşmayınız. Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût nev’inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız.  Fakat buna dikkat ediniz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyleyse dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.

İKİNCİ NOKTA: وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ 10 âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.

İşte, bir ehl-i kemal, kâmilâne, şu âyetin çok cevâhirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

Muîn-i zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir,

Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten.

Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin meâlindeki tokada müstehaktır.» (M: 361)

«Buna dair bir düstur-u hakikati beyan etmek lâzım. Şöyle ki:

Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!» (M:396)

«Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen, hizbü’l-Kur’ân’ın fedakâr hâdimlerini hubb‑u cah vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:

İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder.

Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dostlarımı o suretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar.11

Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bu hubb-u cah cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalâletin propagandacılarına veya şeytanın şakirtlerine deyiniz ki:

“Evvelâ rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve kabul‑ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür; yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.”

Hubb-u cah hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki:

Sevab-ı uhrevî için, dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasında, gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur. Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda  haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur’ân’dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.

Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârâne tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celb edecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.

İşte, aynen bu misal gibi, âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl‑i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar‑ı dikkat ona çevrilir.

Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği  ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duasında dahil olup  hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur.  Yalnız, hayvânât-ı muzırra nev’inden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl‑i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ  12 sırrına göre, ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği halde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.

İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. اْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ   sırrına göre, dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birinci suretteki adam, faraza hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâsı ve rıza-yı İlâhîyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek şartıyla, bir nevi meşru makam-ı mânevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u cah damarını kemâliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz birşey kaybeder; ona mukabil, çok, hem pek çok  kıymettar,  zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel çok mübarek mahlûkları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp,  mübarek  rahmet  şerbetçileri olan arıları kendine celb eder, onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki, daima dualarıyla ve âb-ı kevser gibi feyizler, âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’mâline geçirilir.

Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim, başına vurdum. İyi sarstı; fakat kendimi hubb-u cahtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı.» (M:412)

«İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:

“Biz hizbü’l-Kur’ân’ız.  اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 13 sırrıyla, Kur’ân’ın kalesindeyiz. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ14 etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz.”» (M:415)

«Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.

Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. !" قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ 15 mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.» (M:417)

«Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet—ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye—olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz. Biz de اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 16 diyerek Rabbimize dayanıyoruz.» (Ş: 280)

«Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr‑ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!» (Ş: 292)

«Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zâhirî sebebi olan Risale-i Nur‘un o zahmet çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkikî ve iman-ı tahkikî ile hüsn-ü hâtime ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a’mâl-i saliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiyatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasârettir. Şakirtlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarf edilen paraları muzaaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibadetlere çevirmesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktiza ediyor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zaten hapsin haricinde onlara faydasız sevaplar, mes’uliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mes’uliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır.» (Ş:316)

«Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak imkânı bulmadık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Bîçare merhum Şeyh Abdülhakîm, Şeyh Abdülbâki kurtulamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekvâ etmek hem haksız, hem mânâsız, hem zararlı, hem Risale-i Nur’dan bir nevi küsmektir. Sakın, sakın, has rükünlerin gösterdikleri faaliyeti bu musibete bir sebep görüp onlardan gücenmek ise, Risale-i Nur’dan çekilmek ve hakaik-i imaniyeyi öğrenmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddî musibetten daha büyük bir mânevî musibettir.» (Ş:322)

«Sizin tahliyeniz bu hakikate zarar vermez; fakat benim beraetim, zarardır. Umum âlem-i İslâmı alâkadar eden bir hakikatin hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevî hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın Risale‑i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor.» (Ş:325)

«Zaten meseleyi uzatacak ehemmiyetli kitapları ve evrakları ve müdafaaları dahi Ankara’ya göndereceğini, mahkeme reisi o gün söyledi. Elbette şimdi yetişmiş. Şimdi benim muntazam ve izahlı iki müdafaanamem gitse, belki meseleyi çabuk halleder, mesele uzanmaz, tâcil eder; çabuk aile sahipleri kurtulurlar. Fakat ben ve benim gibi alâkasızlar kurtulmaya değil, belki hakaik-i imaniyeyi mülhidlere, mürtedlere karşı müdafaa etmek için, en müsait bir yer olan hapiste kalmak lâzımdır.» (Ş:326)

«Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur.17 O başka yere gider, yine tenvir eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.» (Ş:351)

«Risale-i Nur’a mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarâne kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir aynası olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve âsâyişe zarar vermeyeceklerdir.» (Ş:398)

«Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki, “Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek...» (Em:166)

«Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir. يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ 18 âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin.» (K.197)

«Hafız Ahmed (r.h.) namında bir adamdır. Bu zat, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârâne bir surette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl‑i dünya zayıf bir damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti—belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevi mevki kazansın ve dar olan maişetine bir suhulet olsun. İşte, hizmet-i Kur’âniyeye o suretle, o yüzden gelen fütur ve zarara mukabil iki tokat yedi. Biri: Dar maişetiyle beraber beş nüfus daha ilâve edildi, perişaniyeti ehemmiyet kesb etti. İkinci tokat: Şeref ve haysiyet noktasında hassas ve hattâ birtek adamın tenkit ve itirazını çekemeyen o zat, bilmeyerek bazı dessas insanlar onu öyle bir surette kendilerine perde ettiler ki, şerefi zîrüzeber oldu, yüzde doksanını kaybetti ve yüzde doksan adamı aleyhine çevirdi. Her ne ise, Allah affetsin, belki inşaallah bundan intibaha gelir, yine kısmen vazifesine döner.» (L:45)

Şer cereyanı hakimiyetinde o cereyandan Risale-i Nur'a gelen serbestiyet dahi hizmete zarar verir.

«Üstadımız diyor ki:

Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nura ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki, bu tehirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:

Hariç âlem-i İslâmda Nurun ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece  Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâmda Nurların hakikî ihlâsına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, zaaf gösteriyorlar diye, Nurun kıymetine büyük zarar olduğu için, bu  tehir o evhamları izale eder. Ve ispat ediyor ki, otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.» (Em:107)

«Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Ş:320)

«Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!» (L: 262)

«Üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-i Kur’âna feda olan bu başımı zâlimlere eğmem” diyen.» (Ş:450}

«Mânâsız, çok zararlı nazlanmaktan vazgeçiniz. Yoksa, bir kısmımız Şemsi, Şefik, Tevfik gibi, muarızlara sureten iltihak edip, hizmet-i imaniyemize büyük bir zarar ve noksaniyet olacak.» (Ş:513)

«Üçüncü Âyet:

الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولئِكَ فِى ضَلاَلٍ بَعِيدٍ

Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebât-ı mâneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.” (Ş:724)

«Şimdi bizimle uğraşan ve Abdülbâki ve Abdülhakîm ve Hacı Süleyman’ı nefyeden ve Yeşil Şemsi’yi tahliyeden sonra burada durduran adamlar, elbette Hâfız Mehmed ve Seyyid Şefik gibi salâbet-i diniyeleri ile ve onların ölmüş reislerine ve suretine baş eğmemesiyle ve ilhad ve bid’alara taraftarlıklarını göstermemesiyle beraber, serbest bırakmamak ihtimalini de, hem Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumî bir meselede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi zamanında şakirtlerini arkasında bulmak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız.» (Ş:327)

وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى19 âyet-i kerimesinin sırrıyla nefs-i emmareme itimad edemem. Nefis kusursuz olmaz. Fakat şimdi bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında, müdafaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir. Ve on adet muhtaçlardan beş altı biçareyi Nurun ilâçlarından mahrum etmektir. Bu nokta için ben kendi kuvvetime, meziyetime hiç itimad etmeyerek, yalnız hakikat-i Kur’âniye ve onun tefsiri olan hakaik-i imaniyedeki kuvvete istinaden dünyaya ilân ediyorum ki, bütün dinsizler toplansalar, ben onlara karşı çekinmeyerek meydan okuyorum. Ve başımı eğmiyorum. Ve izzet-i ilmiyeyi kırmıyorum.» (Em: 153)

Risale-i Nuru ve hizmet ehlini müdafaadan men etmek için yapılan korkutma planı:

«İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin Üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidatları nisbetinde, istifade ve istifâzelerinden doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkep, bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men etmeye çalışıyorlar. Bunun için, sâfdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte, böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı, çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki, din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da, bizler hakikatı izhar tarzıyla müdâfaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki, İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bediüzzaman hakkında zâlimâne ve cebbarâne haksızlıkları irtikâb eden, o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken, biz, Üstad ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini ilân ederek o acip yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve sâf-derunluk olmaz mı ki; Kur’ân ve imânın hunhar ve müstebid zâlim düşmanları, Kur’ân ve İslâmiyeti ve dini, Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikatı beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya “biraz susun” gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Asla ve kellâ, kat’a ve asla susmayacağız! Ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can, bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh, bu cesetten ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar, Risale-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nur’un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî’nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberra olduğunu, iftiracı ve tertipçi, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar ve ilân edeceğiz...» (S:768)

Ehl-i dünyanın tazyikı ile kaderin tecziyesi arasında kader tarafını tercih etme lüzumu:

«Altıncı sebep: Bana karşı ehl-i dünyanın verdiği sıkıntı, siyaset için değil. Çünkü onlar da bilirler ki siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki, bilerek veya bilmeyerek, zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tâzip ediyorlar. Öyleyse, onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir.

Hem ben onlara müracaat ve dehalet ettikçe; âdil olan kader-i İlâhî, beni onların zalim eliyle tâzip edecektir. Çünkü onlar diyanete merbutiyetimden beni sıkıyorlar; kader ise, benim diyanette ve ihlâsta noksaniyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya riyakârlıklarımdan için beni sıkıyor. Öyleyse, şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem, kader der: “Ey riyakâr, bu müracaatın cezasını çek.” Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya der: “Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal.”» (M: 74)

«İKİNCİ DESİSE:: İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.» (M: 415)

«İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:

“Biz hizbü’l-Kur’ân’ız.  اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 20 sırrıyla, Kur’ân’ın kalesindeyiz.حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  21 etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz.”» (M: 415)

«Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli” deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz.

Hem o dalkavuklara deyiniz ki: “Yüz binler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimalle bir helâket gelse, zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız.”

Çünkü, mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen belâ en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde mânen ölmüş.» (M: 416)

«Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır; onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilâh etmektir. Çünkü o derece ilhadda taassup etmiş ki, bizim gibilerden yalnız teslimiyetle ve tasannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dünyaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye dayanıp metanet ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuvvetli hakikatlerle galebe çalmasına dua etmekten başka çare yoktur. Biz birbirimizden çekinmekle ve gücenmekle ve Risale-i Nur’dan çekilmekle ve onlara teslim ve hattâ iltihak etmekle fayda vermediği şimdiye kadar tecrübe edildi. Hem hiç merak etmeyiniz. O Vekilin o farfaralı telâşı, zaafına ve tam korkusuna delâlet eder. Tecavüze değil, belki tedâfüe mecburiyeti bildiriyor.» (Ş: 335)

Mürtedler, komünizm ile yahudi cereyanını birleştirip ve hükümetteki din düşmanı olmayanları da susturup en şiddetli tecavüzleri de yapsalar,  tevakkuf var fakat dehalet yok:

«Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitaplarına karşı inat etse ve musalâha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alâmettir ve hükümet,

 

1 “Rabbin ise, şüphesiz ki, kudreti herşeye galip olan ve rahmeti herşeyi kuşatan Allah’tır.” Şuarâ Sûresi, 26:9.

2 “Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” Rahmân Sûresi, 55:13.

3 “Yazıklar olsun o gün yalanlayanlara!” Mürselât Sûresi, 77:15.

4 “İnkâr edenler için ise Cehennem ateşi vardır.” Fâtır Sûresi, 35:36.

5 “Zâlimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır.” İbrahim Sûresi, 14:22.

6 “Oraya atıldıklarında Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor.

Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:7-8.

7 Mesh-i manevî: Sefahet ve fısk ile insanların hayvanlaşması, insanî seciyenin hayvaniyete dönüşü. Yayınevimizin neşrettiği İslâm Prensipleri Ansiklopedisi’nin Mesh maddesinde izahat vardır.

8 Allahım, erkek ve kadın mü’minleri mağfiret et.

9 Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.

10 Hûd Sûresi, 11:113.

11 O biçareler, “Kalbimiz Üstadla beraberdir” fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i ilhâdın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın “Kalbim sâfidir, Üstadımın mesleğine sadıktır” demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu” denildiği vakit, o diyor: “Neden namazım bozulsun? Kalbim sâfidir.”

12 Tirmizî, Tefsiru Sûre 15:6; Ebû Naîm, Hılyetü’l-Evliyâ, 4:94; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10: 268; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:42.

13   Zuhruf Sûresi, 43:67.

14   Hicr Sûresi, 15:9.

15 Âl-i İmrân Sûresi, 3:173

16 Cum’a Sûresi, 62:8.

17 Bakara Sûresi, 2:156.

18 Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, “Yazık olur” hükmünü ispat ettiler.

19  İbrahim Sûresi, 14:3.

20 Yûsuf Sûresi, 12:53.

21 Hicr Sûresi, 15:9.

22 Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık