DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

AKIL-ÂKIL-AKL

Akıl, insanın kendisinin ve bütün varlıkların varlığını, geçmiş ve gelecek zamanları, sebeblerin neticelerini ve varlık aleminde tecelli eden hikmetler gibi manaları bilme vesilesidir. Bu hususiyetleri cihetiyle akıl muhatab-ı İlahîdir. Aklın vazifesi:

İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsanı hayvandan ayıran şeylerden:

Biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake mâlik değildir.

İkincisi, gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dâhilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir.

Üçüncüsü, inşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir. Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

Binaenaleyh insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sânii hamd ü sena etmektir.” Ms:206

1- Akıl ve vahiy eserlerinin farkı:

“Cây-ı dikkattir ki: Cüz'î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san'atı bir petek hüceyrat şehri; bir nar ve (cilnar) gülnardan intizamca geridir.1 H:137

2- Kur’an ilmine nisbetle aklın derin meselelerdeki nakısiyeti:

“Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş! Deme, niçin bu "Onuncu Söz"ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma!

Çünki İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet, اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demiş. "İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez" diye hükmetmiştir. Hem bütün ülema-i İslâm: "Haşir, bir mes'ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez." diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez.” S:93

Fakat Onuncu Söz, Kur’anın feyzi ile avama da anlatıyor.

“Meselâ: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ  kelimesi ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mali bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele, kendi kendine çok acaib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat surenin işaret ettiği gibi2 haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zahirdir. Çünki her meyvedar ağacın, ya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esma-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının a'malini zikrettiği gibi; dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'malini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu Hakîmane, Hafîzane, Müdebbirane, Mürebbiyane, Latifane şu işi yapan odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ  Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et.” S:426

İşte Kur’anın kitab-ı kâinatı okuma mesleğinin harikalığı…

“Ey makam-ı istima'daki insan! Şu ikinci işkal ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır.. illâ nur-u iman3 ile görünür. Fakat bazı temsilât ile, o hakikatın vücudu,4 fehme takrib edilir. Öyle ise, bir nebze takribe çalışacağız.5 S:579

Nur-u iman ile görünür tabirinin mahiyetini anlatan şu beyan:

“Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani: "Sâni'-i Zülcelal'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım" gibi manalarla insandaki san'at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Sâniine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.” S:312

“İşte nasıl bir gece adamı ki, hiç Güneş'i görmemiş. Yalnız Kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneş'e mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklid ediyor.6 Öyle de: Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) ile Kadir ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmeyen, haşr-i a'zamı ve kıyamet-i kübrayı taklidî olarak kabul eder, "Aklî bir mes'ele değildir" der. Çünki hakikat-ı haşir ve kıyamet, ism-i a'zamın ve bazı esmanın derece-i a'zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder.” S:340

Evet Risale-i Nur, ism-i azama mazhar olduğundan son tefsirdir. Şöyle ki:

“İsm-i A’zam cilvesiyle tevhid-i hakikî a’zamî bir surette yazıldığından, mes’eleleri hem gayet geniş, hem gayet derin ve bazan çok uzun olduğundan, herkes birden ihata edemez.” Ş:98

“Risale-i Nur, İsm-i A’zam cilvesiyle ve İsm-i Rahîm ve Hakîm’in tecellisiyle zuhur ettiğinden imtiyazlı hassası “Allahü Ekber”den iktibasen celal ve kibriya, “Bismillahirrahmanirrahîm”den istifazaten merhamet ve şefkat, وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (14:4) den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreblerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir ve re’fetkârane muhabbettir.” Ş:734

“İşte beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur'anın nuruyla rasad etseler görecekler ki: Bütün zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir "Kanun-u Kayyumiyet" görünüyor, bilmüşahede tasarruf ediyor.” S:557

3- Akıl, şuur ve histen süzülmüş…:

“Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.. ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır.. ve risalet-i Muhammediye dahi (A.S.M.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülâsasıdır, belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.), âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır.. ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.. ve vahy-i Kur'an dahi, hayatdar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.” L:336

4- Akıl için kuvvve-i hafıza sahilsiz bir sahra gibidir:

 “İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs'attedir ki, ihatası mümkün değildir; ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet bazan zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bazan de, âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder. Bazan de o kadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki; Vâcib-ül Vücud'u görmeğe çalışır. Bazan da küçülür, zerreye benzer. Bazan da semavat kadar büyür. Bazan da bir katreye girer. Bazan da fıtrat ve hilkati içine alır...” Ms:94

“İ'lem Eyyühel-Aziz! Aklın pek garib bir hali vardır. Öyle bir yed-i tûlâ sahibidir ki, bazan kâinatı ihata etmekle kucağına alıyor. Bazan daire-i imkândan çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazan da bir katre suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Maahaza hangi şeyde fena ve kaybolursa, bütün varlığı o şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi beraberce götürmek isteğindedir.” Ms:122

5- Aklın erişemediği hakaik:

“İsm-i a'zama ait nükteler, a'zamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan İsm-i Kayyum'a ait mes'eleler ve bilhassa Birinci Şuaı 7 maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden, elbette her adam her mes'eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes'eleden bir derece hisse alabilir. "Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz." kaidesiyle, "bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum" diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır.8 İsm-i a'zama ait mes'elelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan İsm-i Hayy ve Kayyum'a ve bilhassa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhassa Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine ve İsm-i Kayyum'un Birinci Şuaına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz.” L:340

Böylece devam edilmesi halinde anlayış artar ve artış devam eder ve ince manaları anlama ufku açılır. Eğer şartlarına riayet edilirse… Şöyle ki:

“Bil ey gafil, müşevveş Said! Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesamatıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüd eliyle tenkid etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma; belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünki ben müşahede ettim ki: Marifetullahın şahidleri, bürhanları üç çeşittir….” L:128

“Demek şu iki nokta ile bu derece nizam-ı âlemde hükümfermalık, hakikat-ı nefs-ül emriyenin hassa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan vücud-u Sâni' tecelli ediyor. Akıl görmezse de fıtrat görüyor... Vicdan nezzardır, kalb penceresidir.” Mu:120

“Bazı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir. Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe'ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl herbir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o mes'elede çocuk gibi mükellef değiliz.” Mu:76

اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا Yahut; acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, "aklımız bize yeter" deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.9 S:386

6- Aklın istifadesi için teenni ile okumak gerekiyor:

“Acemilerin yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumağa mecbur ettiğinden, Risale-i Nur'un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz'î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.10 E:65

“Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı.11 İ:164

7- Aklı esas alıp ona dayanan meslekler makbul olmadığını anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

 “O sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatında bulunan Firavun gibi bir firavun olur...” Ms:77

Kezaاَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ  Veyahut: Aklı hâkim yapan mütehakkim Mu'tezile gibi kendilerini Hâlıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelal'i mes'ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından bir şey çıkmaz. Sen de aldırma.” S:387

“Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemasından olan Mu'tezile imamları, zînet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddî temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü'min derecesine çıkabilmişler.” S:543

“Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a'lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” K:12

Evet İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur'anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol; Risalet-in Nur'un esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risalet-in Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni' derecesinde gösterdiğini görecekler.” K:18

8- Nur-u akıl kalbden gelir:

“Nur-u Akıl, Kalbden Gelir

Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.

O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.

Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver.

O içinde bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz; sen de birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.

Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.12 S:705

9- İlim, önce akıl midesinde idraktan sonra letaife girer:

Evet “iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a'saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.13 M:331

Arabî olan dinî tabirlerin “Manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizac eden meal-i icmalî, çok nurlara ve feyizlere medardır. Bahusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar, çok ehemmiyetlidir.” M:341

“İşte bunun için, "Bir pencere bana kâfi geldi, yeter" diyemezsin. Çünki senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh herbir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.” S:690

10- Kuran’a dayanmayan akıl ve hikmetin maneviyatta değersizliği:

“Yolum kabir, berzah ve haşir üstünden geçip ebed-ül âbâda kadar gider. O karanlık yolda, zâd ile ziya ister. Halbuki Kur'an haricinde hiçbir akıl ve hikmet ve hiçbir ilim ve felsefe o yolun zulümatını izale edecek bir nur ve o uzun sefere zâd olacak bir rızk vermiyor. Ancak onu ışıklandıracak yalnız şems-i Kur'an'dan iktibas edilen ziyadır. Ve o sefere zâd olacak, yalnız hazine-i Rahman'dır. Ve delalet-i Kur'an ile ahzedilen gıdadır.14 Ni:29

“Ve keza bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümid yok. Ancak Kur'an'ın güneşinden, Rahman'ın hazinesinden tedarik edilebilir.15 Ms:220

11- Şeri’atta akıl ve nakil, dest be-dest:

“Öyle bir şeriat ki; akıl ve nakil, dest be-dest ittifak vererek ol şeriatın hakaikinin hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.” Mu:7

“Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” Mu:12

Yani, dinden kopuk mücerred akıl, ahkâm-ı şer’iyeye medar olamadığı, dinen müsellemdir. Ancak şeriata isnad eden akıl muraddır. Keza, meselenin muhaliyeti şarttır. Şöyle ki:

Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğundan, bürhan ve isbat ister. O nefiydir. Nefiy kolayca isbat edilmez. Belki butlan-ı mana ile binefsihî müntefî olur.” Sti:99

Kur’an, “Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan mes'elelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani esasları vaz'etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akılların meşveretine16 havale etmiştir.” İ:112

“Ülema-i ilm-i Kelâm, Kur'anın şakirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mu'tezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için Kur'anın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat'î isbat ve ciddî ikna edememişler.” S:441

“Ey aklı nakl üzerine tercih eden mütefelsif, bil ki! Sen kendi felsefî aklınla nakli te’vil ediyor, belki de tahrif ediyorsun. Öyledir, zira gururdan ve felsefiyatta tagalguldan tefessüh etmiş olan aklın ona dar gelir.” Bms:208

12- Akıl Kur’anı değil, Kur’an aklı tezkiye eder:

“Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın misdakı i'cazıdır. Müfessiri eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder17 değildir. Faraza bu mutabakatı18 izhar etmekten maksad, o şahid-i sadıkın tezkiyesi için olsa da yine abestir. Zira Kur'an-ı Mübin, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünki o, onları tezkiye etmezse; şehadetleri mesmu' olamaz. Evet Süreyya'yı serada değil, semada aramak gerektir. Kur'an'ın maânîsini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da sikke-i belâgat olmadığından Kur'an kabul etmez.” Mu:20

Burada anlatılan Kur’anî hakikatlara, beşerî anlayışla tasarruf edilemediği kaidesi, Risale-i Nur hakkında da geçerlidir. Şöyle ki:

“Benimle görüşmek arzunuzu hissettim. Kardeşlerim, benimle görüşmek iki cihetle olur. Ya dünya cihetiyle, yani hayat-ı içtimaiye-i insaniye itibariyledir. Şu cihetteki kapıyı kapamışım. Veya hayat-ı uhreviye ve hayat-ı maneviye cihetiyledir. O da iki vecihledir. Biri: Şahsıma haddimden fazla hüsn-ü zan edip, şahsımdan bir istifade-i maneviyeyi niyet etmektir. Şu vechi de kabul etmem. Çünki ben Kur’an-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum. Çünki Kur’an-ı Hakîm’in kudsî elmaslarının kıymetlerine şübhe îras etmemek için, perişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam; hakikî sarraf olmayan müşteriler, dellâllık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabilirler, zihinlerine bir iltibas, bir şübhe gelir. Onun için şahsî dükkânımı kat’iyyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidiyor. B:269

13- İmansızlardaki akıl, insanı dehşetli canavar kılar:

“Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünki kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmez.19 Ş:588

“Evet dünyada en ziyade hayret edilecek birşey varsa, o da bu inkârdır. Çünki kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine şahidler bulunduğu halde; onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ diyebilirim ki; ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestaîler, en akıllılarıdır. Çünki kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler. "Hiçbir şey yok" diyerek akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup, bir derece akla yanaştılar.” L:315

14- Âkıl kişi, “Huz Ma Safa” kaidesiyle amel eder:

“Bahçe ise, cem'iyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyedir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki: خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ  kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider.” S:38

Sâniyen: مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ "Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur" sırrıyla, خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ "Herşeyin güzel cihetine bakınız" kaidesinin sırrıyla, الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولئِكَ الَّذِينَ هَدَيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولئِكَ هُمْ اُولُوا اْلاَلْبَابِ gayet kısacık bir meali: "Sözleri dinleyip en güzeline tâbi' olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır" mealinde. Bizler için şimdi herşeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.20 Sekizinci Söz'de bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye Medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup, çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.” Ş:509

15- Dekaik-i şeri’atta câhil olan, ahkâm-ı zâhiriye-i kat’iyede âkıl sayılır:

Hz. Üstada sorulan bir   S- Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.

C- Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte müştebih ağaçları gösteren, semereleridir.21 Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattır. Ötekisinde ihtilaf ve zarar saklanmıştır.22 Mü:15

16- İnsanın nakısiyeti, nübüvvete ihtiyacı gösterir:

“Cihet-i ûlâda dikkat et! Bak nasıl sevk-ül insaniyet23 ve meyl-i tabiînin24 adem-i kifayeti ve nazarın25 kusuru ve tarîk-ı akıldaki evhamın ihtilatı,26 nasıl nev'-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid Peygamberdir.

İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâ-yetenahîlik ve tabiatındaki meyl-üt tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meyl-ül istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meyl-üt terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve manen iki âlemde saadet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü' edecek, zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlahiyeye ihtiyaç gösterir. İşte şeriatı getiren Peygamberdir.” Mu:140

“İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i akliye Sâni' tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz'-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.

Sonra o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci', bir sahib lâzımdır.27 O merci' ve o sahib de, ancak peygamberdir.28 İ:84

17- Bu asrın akıllılığından Hz. Üstad’ın istifa etmesi:

“Kırk sene evvel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkata isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum;29 o çeşit akıldan istifa ediyorum;30 وَ كُلُّ النَّاسِ مَجْنُونٌ وَ لكِنْ عَلَى قَدَرِ الْهَوَى اِخْتَلَفَ الْجُنُونُ  kaidesini sizlerde görüyorum demiştim.” Ş:345

Muhteva:

1- Akıl ve vahiy eserlerinin farkı

2- Kur’an ilmine nisbetle aklın derin meselelerdeki nakısiyeti

3- Akıl, şuur ve histen süzülmüş

4- Akıl için kuvve-i hafıza sahilsiz bir sahra gibidir.

5- Aklın erişemediği hakaik

6- Aklın istifadesi için teenni ile okumak gerekiyor.

7- Aklı esas alıp ona dayanan mesleklerin makbul olmadığı

8- Nur-u akıl kalbden gelir

9- İlim, önce akıl midesinde idraktan sonra letaife girer

10- Kur’an’a dayanmayan akıl ve hikmetin maneviyatta değersizliği

11- Şeri’atta akıl ve nakil, dest be-dest

12- Akıl Kur’anı değil, Kur’an aklı tezkiye eder.

13- İmansızlardaki akıl, insanı dehşetli canavar kılar.

14- Âkıl kişi, “Huz Ma Safa” kaidesiyle amel eder.

15- Dekaik-i şeri’atta câhil olan, ahkâm-ı zâhiriye-i kat’iyede âkıl sayılır.

16- İnsanın nakısiyeti, nübüvvete ihtiyacı gösterir.

17- Bu asrın akıllılığından Hz. Üstad’ın istifa etmesi

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Akıl maddesi)

 

1 Yani insanda ihtiyar, arıda hissî bir nevi ihtiyar bulunduğundan, nar ise ihtiyarsız, yani bizzat İlahî irade ile olduğundan eser mükemmel oluyor. İnsan dahi aklına ve meyline değil ahkâm-ı İlahiyeye uysa, kâmil olur.  Ahkâm-ı İlahiyeye uyduğu derecede eserleri de mükemmel olur.

2 فَانظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا (30:50)

إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ilh

3 Bütün kâinatı sonsuz kudretle icad ve idare edildiğini, kitab-ı kâinatı okumağa dayanan marifetullah ilmi ile bilenin nazarında, hiç bir şey Allah’a zor gelemeyeceğini anlayan iman.

4 Yani mahiyeti değil fakat mevcudiyeti

5 Anlayış kolaylığını sağlıyacağız deyip, yine kâinat kitabından misal veriliyor.

6 Evet bütün insanlarda ve her insanın hayatı boyunca akıl, anlayışta derecelidir. Kâfir-mü’min arasında fark etmeyen göz gibi görmede derecesiz değildir.

7 Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse, Birinci Şuaı okumasın veya âhirde okusun; ikinciden başlasın.

8 Yani insan tekâmül etmeğe müstaid bir varlıktır. Yani gelecek zamanlarda öğreneceklerini önce bilmiyor ve bu merhaleler bitmez.

9 Aklın Kur’anla, yani bu zamanda onun tefsiri olan Risale-i Nur’la tenevvür etmesi şarttır.

10 Yani, aklın istifadesi için teenni ile okumak gerektiği ifade ediliyor.

11 Yani, insanın insan olması dine bağlanmak sebebiyledir. Yeni doğan çocuk misalini nazara al.

12 Kalpsiz akıl olamaz doğru bir hakikat fakat, kalbin kemalatı nasıl kazanılacak? Kalbin tekalümü marifetullaha dayanır. Bu asırda marifetullahın hakikat dersleri Risale-i Nur veriyor. Yalnız olmasını  bilmek şart.

13 Yani Kur’andan alınan marifetullah dersleri olması şarttır.

14 İşte bu dahi Risale-i Nur olduğu ehlince bilinmektedir.

15 Yani, dinden kopuk akıl ve akıldaki ilimden manevi faydalar gelmez.

16 Yani, şura-yı şer’iyeye

17 Çakıl taşı, yani değersiz mal

18 Kur’andaki ibarelerle mana tutarlılığı

19 “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.” H:79

20 Yani beşerî münasebetlerde, vesvese ve evham verici haberleri ve sözleri hatta menfi rüyalara kadar yaymamalı. Ancak maslahat ve makam iktiza ederse müstesnadır.

21 Yani, ağacın cinsini gösteren meyveleridir.

22 Kat’î bilinmeyen meselelerde, beğenmek ve beğenmemek manasındaki değerlendirmeler ekseriyetle neticelere göre olmalıdır kaidesi nazara veriliyor.

23 Yani, dine dayanmayan beşerî anlayışla yapılan yönetim.

24 Yani, temayülat-ı beşeriyenin

25 Teorik düşüncelerin

26 Mücerred aklın hakka isabette tereddüdünden çıkan karışıklıklar:

“Efkârca muhtelif ve istidadça mütebayin asırlardan her asra göre güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir. Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’anın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’anın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitab insanları Kur’anın يَا اَهْلَ الْكِتَابِ يَا اَهْلَ الْكِتَابِ (3:64) hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitab doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir.” S:407

“Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol; bu asrın sahilinden dal, Ceziret-ül Arab yarımadasına çık; o yarımadanın mahsulâtından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak. Göreceksin ki: Bir insan tek başına... Ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi. Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına Küre-i Arz’dan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü’ ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev’-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî’den ayrıldık, nev’-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev’-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev’-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.” İ:114 

“Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. Zira şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telahuk-u efkârla hasıl olan netaicinin teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü’ ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir.” D:76

27 Yani, dinde mevcud kaideler ve düsturlarla beraber icraatçı insan cemaatı dahi lazımdır. Bu hakikatı teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş:

“Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim.” Çünki Sünnet-i Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.” L:21  

Bu kaide küllidir.

“Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı

Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid:

Cumhur-u nâsta olmaz, ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeair; kalır mühmel, muattal. Umûr-u nâsta olmaz, müstenid ve mu’temid.” S:706

Sahibler: maddi kuvvetle nifak cereyanından korur ve geniş dairede tatbik eder manasındadır.

28 Temsil ettiği ümmet kuvvetiyle…

29 Yani, heva-yı nefse bağlı akıl, bir çeşid deliliktir.

30 Bütün insanlar, hevaya uymada farklı derecelerle delidirler. Yani hak yerine hevaya uyan akla, akıl denilmez. Ancak, hevaya uyduğunu bilip istiğfar eden akıl müstesnadır.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık