بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
CİHAD
(Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiille, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'lâ, küfr-ü mutlakın ve küffarın (süfyan ve deccalın) fitnelerini def ile hâkimiyet-i Hakkı te'min eylemek.
Kur'an-ı Kerim'de 9:24 âyetinin çok kısa bir meâli şöyledir:
"De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, akraba ve kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri (lâyık olduğunuz cezası ve felâketi) gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez."
Cihada dair pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır. Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir.
Bu mücahede, zamanımızda kılıçla değildir. Kılıçla olan cihad, din hükümlerinin câri olduğu dar-ı İslâmın hâricinde yapılabilir. Bununla berâber bu mezkûr maddî ve mânevî cihad, değişen şartlara bağlıdır.
“Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.” Hutbe-i Şamiye (143)
Bütün ümmet için ve bilhassa, İslâm ve Kur'an hizmetinde fedakâr ve sebatkâr çalışan mücâhidler için dâima tazeliğini koruyan Tebük Seferindeki bir hâdiseyi, bazı kısımlarını aynen alıyoruz. Bu hâdisede, çok çeşitli ders ve ibretler vardır.
Ezcümle: Maddi ve manevi cihadda, bir tekâsül ve ihmâlin bilhassa kendi şahsi hayatına temâyül gösterip özürsüz olarak cihaddan geri kalmakla, mücâhid cemaatin cihad ruhuna ve fedakârâne sebatına fütur getirmek ve kuvve-i mâneviyeyi kırmaya sebep olmak gibi büyük mes'uliyetler bulunduğundan, cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketler, cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından takbih edilerek, bu tarz hissiyatların inkişafına meydan vermemek ve ihlâs ile ve sadece Allah rızası için çalışmanın şiddetli imtihanlarından geçmekle azami sadakat dersini vermek gibi ehemmiyetli çok hikmetleri ihtivâ eder:
İşte bu hakikatı bize ders veren uzun bir hadis, Buhari’de yer almakta ve hâdiseyi Kâ’b bin Malik (R.A.) şöyle anlatmaktadır:
«Resulullah ile müslümanlar gaza hazırlığıyla meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım Hiçbir iş görmeden akşam üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime: “Hazırlanmağa kudretim, vaktim müsaittir” derdim. Bu ihmalcilik bende durmayıp devam etmişti. Ve neticede, sefere hazırlanamadım ve geri kaldım.
Resulullah gazaya gittikten sonra çarşıya, pazara çıktığım ve halk arasında dolaştığım sıra beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da halk arasında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse) görmemekliğim; ancak ya nasiyesine nifak damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da ma’lul olup da Allah Teâla’nın mazur gördüğü bir mü’min görürdüm.
Sonra Resulullah bir sabah seferden dönüp Medine’ye teşrif buyurdu. Resulullah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekat namaz kılmak, sonra halkın “Hoş geldiniz!” temennilerini kabul etmek için oturmak itiyadında idi. Bu defa da bu âdetini yerine getirip mescidde oturunca, Tebük Seferi’ne gitmeyip arda kalanlar Resulullah’a gelerek özür dilemeye ve yemin ile özürlerini te’yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen kadar er kişiydiler.
Resulullah bunların hallerine göre özürlerini ve biatlerini kabul ve onlar için istiğfar buyurdu. Ve bunların iç yüzünü ve hakikatını Allah Teâla’ya havale eyledi. Bu arada ben de huzura geldim. Ve Resulullah’a selâm verince gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana “Gel” dedi. Ben de yürüyüp vardım, tâ önünde oturdum. Bana “Seni nasıl bir mani geri bıraktı? Sen Akabe’de arkana biat almış değil mi idin?” buyurdu. Ben de şöyle cevap verdim: “Evet vallahi ya Resulallah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi benim seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç özrüm yoktur. Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuvvetli ve daha sühuletli değildim.” Bu mazuratım üzerine Resulullah (A.S.M.): “Hakikaten bu, doğru söyledi Ey Kâ’b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle” buyurdu..
Resulullah, kendisinden seferde geri kalanlardan bizim işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana yeryüzü yabancılaştı. Bu hakidan benim bildiğim toprak değildi. Bu hal üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım halktan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat ben onların daha genci ve daha salabetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. ve sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Resulullah’ın meclisine varır ve kendine selâm verirdim. Ve içimden: Acaba Resulullah selâmıma mukabele ederek dudaklarını oynattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra namazı Resulullah’ın yakınında kılardım da gizlice onu gözetlerdim. namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi.
Nihayet halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hal uzayınca bir gün gittim, tâ Ebu Katade’nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katade, amcam oğlu ve halk arasında beni en çok seven bir zat idi. Vardım ona selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Ben: “Ey Ebu Katade! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah’ı ve Resulullah’ı sevdiğimi bilir misin? dedim. Sustu, cevab vermedi. Tekrar and verdim. Allah aşkına sordum. Yine sükût etti. Üçüncü bir daha Allah adına and verdim. Bu defa: “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm, duvardan aştım.
Kâ’b bin Malik rivayetine devam ederek der ki: Birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine’ye zahire satmağa gelen Şam ahalisinden nebetî bir fellah, bir ekinci: “Kâ’b bin Malik’i bulmağa bana kim delâlet eder?” diye soruyordu.
Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe başladılar. Nihayet nebetî kişi bana geldi. Ve Gassan Melikinden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba’dü)den sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: “Haber aldığıma göre, sahibin (Peygamber) sana cefa ve eza ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şanına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz.”
Bu mektubu okuyunca, bu da öbürüsü gibi bir belâdır, dedim. Hemen bu sayfayı ocağa attım, ocakta yaktım.
Nihayet bu elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki Resulullah’ın gönderdiği bir zat (Huzeyme bin Sabit) bana geliyor. Huzeyme gelip, bana: “Resulullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!” dedi. Ben de: “Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?” dedim. O da: “Hayır, boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma.” dedi.
Resulullah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ve Hilal’e de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, “Haydi ehline (baban ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun!” dedim.
Bundan sonra on gün daha durdum. Ta ki Resulullah’ın bizimle halkı görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta ki ellinci günün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum. Öyle bir halde bulunuyordum ki, Allah Teâla’nın (Tevbe Suresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili Dağı üzerine en yüksek sesiyle: “Ey Kâ’b bin Malik, müjde!” diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim. Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulullah sabah namazını kıldığı zaman Allah’ın, bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilan etmiştir de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur.
Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili Dağı’nın üstüne çıkmıştı. Bunun sesi attan sür’atli idi.
Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. Ebu Katade’den iğreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Resulullah’a (A.S.M.) koştum.
Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan beraetimi) tebrik ediyorlar ve: Allah’ın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun! diyorlardı.
Kâ’b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim. Resulullah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hemen Talha bin Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden Talha’dan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha’nın bu lütfunu unutmam.
Kâ’b der ki: Vaktaki Resulullah’a (A.S.M.) selâm verdim. Mübarek yüzü meserretten şimşek çakar gibi şakır bir halde bana: “Bir günün hayır ve saadeti ile müjde sana ey Kâ’b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!” buyurdu. Ben: “Ya Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?” dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-i Ekrem, taraf-ı İlahîden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parladı, hatta o bir ay parçasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini, onun bu sevimli simasından anlardık.
Vaktaki Resulullah’ın huzurunda oturdum. “Ya Resulallah! Allah ve Resulullah’ın rızası için hâlis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve malımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü icabındandır” dedim. Resulullah (A.S.M.): “Hayır, malının bir kısmını kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!” buyurdu. Ben de “Şu Hayber’deki hissemi alıkorum” dedim.» (S.B.M. Hadis no:1659)
(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Cihad maddesi)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.