569- CİHAD جهاد : (Cehd. den) Din düşmanı ile muharebe. *İlim ve imanla, sözle, fiille Allah yolunda çalışmak. Erkân-ı imaniye ve esasat-ı diniyeyi muhafaza ve imanı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garra’nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah’ı i’lâ, küfr-ü mutlakın ve küffarın (Süfyan ve Deccal’ın) fitnelerini def’ ile hâkimiyet-i hakkı temin eylemek gayreti. Bu mücahede zamanımızda resmen vazifedar olmayan müslümanlar için, maddi olmaktan daha çok, manevi ve fikrîdir. (Bak: Cemaat, Cesaret, Emr-i Bi-l Ma'ruf, Galibiyet, Hicret, Mücahede, Tebliğ)
İki atıf notu:
-İlm-i din tahsili ve cihad-ı manevi için bir cemaat-ı kalilenin bulunması, bak: 958/1.p.
-Tahsil-il ilim cihaddır, bak: 1567,1570.p.lar
569/1- Cihada dair pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır. Meselâ:
قُلْ اِنْ كَانَ اٰبَٓاوُ۬ٔكُمْ وَاَبْنَٓاوُ۬ٔكُمْ وَاِخْوَانُكُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ وَعَش۪يرَتُكُمْ وَاَمْوَالٌ ۨاقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَٓا اَحَبَّ اِلَيْكُمْ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَجِهَادٍ ف۪ى سَب۪يلِه۪ فَتَرَبَّصُوا حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ وَاللّٰهُ لاَ يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ۟
(9:24) âyetinin ders ve ibret makamında olmak üzere çok kısa bir meali şöyledir:
“De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, akraba ve kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri (lâyık olduğunuz cezası ve felaketi) gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.”
Dinde emir ve tavsiye edilen a’mal ve vazifelerin tamamını bilfiil ve ekmel tarzda yapılamazsa da iktidar dairesinde yapmak gayreti ile beraber o ekmel dereceye binniyet ve bil’iltizam müteveccih olmalı: (Bak: 453.p.)
570- Diğer bir âyette de şöyle buyurulur: وَجَاهِدُوا فِى اللّٰهِ حَقَّ جِهَادِه۪ۜ ( 22:78 ) “Allah uğrunda hakkıyla cihad ediniz.” Cihad: Düşmana müdafaa gücünü sarf etmektir ki, üç kısımdır: Birisi, zâhir düşman ile mücahede; birisi, şeytan ile mücahede; birisi de nefs ile mücahededir. Bazıları burada cihaddan murad evvelkidir demiş, bazıları da heva ve nefs ile mücahededir demiş. Fakat evla olan, üç kısmın üçüne de şamil olmasıdır. Ve bu şümul, hakikat ile mecazın cem’i kabilinden değil, mücahede mefhumunun bizzat şümulündendir. Şübhe yok ki mücahede, mukateleden eammdır. Nitekim rivayet olunur ki, Hazret-i Hasan bu âyeti okumuş ve demiştir ki: Adam, Allah uğrunda cihad eder ve halbuki bir kılıç vurmamış bulunur.» (E.T.3423) (Bak: Müsbet Hareket)
İ.M. 36. Kitab-ül Fiten bab: 1, kelime-i tevhid diyen kimseye dokunulmayacağı hakkındadır.
571- Cihad âyetlerinden biri de şöyledir:
«(9:73) يَٓا اَيُّهَا النَّبِىُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ “Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et.وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ ve onlara karşı kalın ol, yumuşak davranma.” Bundan anlaşılıyor ki, cihad yalnız seyf ü kıtalden eammdır. Zira münafıklara gizli kâfir oldukları haysiyyetle açık kâfirler gibi harb ü kıtal ile cihad melhuz değildir. Münafıklara karşı cihad, izhar-ı hüccet ve ikame-i hudud ile müfesserdir. Filvaki’ cihad; seyf, lisan vesair herhangi bir vasıta ve suret ile olursa olsun bezl-i cühd ederek çalışıp uğraşmak, mücahede eylemek demektir ki, kıtal bunun bir nev-i mahsusudur.» (E.T.2591)
İslâm âlimleri, harb hukuku ile alâkalı olarak, (29:46) âyetinden, kendilerine tam tebliğ yapılmasına rağmen yine de mütecaviz olanlara müdahale etmek; (4:90) âyetinden de, mütecaviz olmayan gayr-ı müslimlere dokunmamak gerektiğini anlamışlardır.
İki atıf notu:
-Cihad, hürriyeti ikame etmek içindir, bak: 1421, 1423/2.p.lar.
-İncil’de Peygamberimiz’in (A.S.M.) cihada memur olacağını bildiren âyet, bak: 1661, 1664.p.lar.
-Mü’minler arasında muharebe, bak: 528.p.sonu
572- Peygamberimiz (A.S.M.) cihad hakkında:
«جَاهِدُوا الْمُشْرِكِينَ بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسَكُمْ وَاَلْسِنَتِكُمْ Müşriklerle mallarınız, canlarınız ve dillerinizle mücahede edin, buyurmuşlardır.»1
«Düşmanla muharebe etmek, nass-ı hadisle kıyamete kadar devam edip gidecektir. Resulullah (S.A.V.): اَلْجِهَادُ مَاضٍ اِلَى يَوْمِ الْقِيَمَةِ yani “Cihad kıyamete kadar devam edecektir.” buyurmuşlardır.»2
Kur’an (2:193) (8:39) gibi âyetlerde, fitne ehlinin ifsadat ve tecavüzatı durdurulup asayiş ve emniyetin tam temin edilmesine kadar, cihadın lüzumu beyan edilir. (3:200), (61:4) âyetlerinde de cihad yolunda tam tesanüd etmek emredilir.
573- Diğer bir rivayette de:
اِذَا تَبَا يَعْتُم بِالْعِينَةِ وَاَجَذْتُمْ اَذْنَابَ الْبَقَرِ
وَرَضِيتُمْ بِالزَّرْعِ وَتَرَكْتُمْ الْجِهَادَ سَلَّطَ اللهُ
عَلَيْكُمْ ذُلَّا لَا يَنْزِ عُهُ شَىْءٌ حَتَّى تَرْجِعُوا اِلَى دِينِكُمْ
İbn-i Ömer (radıyallahü anhüma)dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki: “Resulullah (Sallallahü aleyhi Vesellem): Siz îne alış verişini yapar; sığırların kuyruklarına yapışır da ziraate razı olur ve cihadı terkederseniz Allah üzerinize bir mezellet musallat eder de, tâ dininize dönünceye kadar onu kaldırmaz. derken işittim.”
574- Bey-i îne: Bir malı ma’lum bir fiat ve ma’lum bir müddetle satarak sonra o malın çoğu kendi zimmetinde kalsın diye müşteriden onu sattığından daha ucuz fiatla satın almaktır.
“Sığırların kuyruklarına yapışırsınız” ta’biri, cihadı bırakıp da çiftçilikle meşgul olmaktan kinayedir. Aynı kinaye lisanımızda da kullanılır. “Sen kara öküzün kuyruğuna iyi sarıl” derler ve bununla çiftçiliği kastederler. “Ziraate razı olmak”, bütün düşünce ve kaygılarının bundan ibaret olmasından kinayedir.»3
Bu rivayet, dünya menfaatlerine şiddetle sarılıp din için çalışmayı terk edenleri ve terk etmeyi zecr ü takbih eder.
Kur’an, (9:38 ilâ 42) ve emsali âyetlerinde, Fisebîlillah cihadı, dünya menfaatlerine tercih etmek gerektiğini beyan eder.
Aile ve mal meşguliyetleri, cihad ve dinî hizmetlerden geri kalmaya bahane gösterilmemeli, yani din ile dünya işi teâruz edince, hizmet-i diniye tercih ve ta’cil edilmelidir. (Bak: Kur’an 48.11 âyeti)
Bir atıf notu:
-Din yolunda Allah için hicret eden cemaat-ı kalile, bak: 958/1.p.
575- Bütün ümmet için bilhassa İslâm ve Kur’an hizmetinde fedakârane ve sebatkârane çalışan mücahidler için, daima tazeliğini koruyan ve Kur’an (9:117, 118) âyetlerinde bahsi geçen Tebük Seferi’ndeki bir hâdisede çok çeşitli ders ve ibretler vardır. Ezcümle, maddi ve manevi cihadda bir tekâsül ve ihmal, bilhassa kendi şahsî hayatına temayül gösterip özürsüz olarak cihaddan geri kalmak ve böylece cihad ruhuna ve fedakârane sebata fütur getirmek ve kuvve-i maneviyeyi kırmaya sebeb teşkil etmek, büyük mes’uliyetleri mûcibdir. Cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketlerin cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından takbih edilmesi, böyle temayül ve hissiyatların inkişafına meydan verilmemesi, bir nevi tenkil mânasında, bu hâdise bir levha-i ibrettir.
İşte bu hakikatı bize ders veren uzun bir hadis, Buhari’de yer almakta ve hâdiseyi Kâ’b bin Malik (R.A.) şöyle anlatmaktadır:
576- «Resulullah ile müslümanlar gaza hazırlığıyla meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım Hiçbir iş görmeden akşam üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime: “Hazırlanmağa kudretim, vaktim müsaittir” derdim. Bu ihmalcilik bende durmayıp devam etmişti. Ve neticede, sefere hazırlanamadım ve geri kaldım.
Resulullah gazaya gittikten sonra çarşıya, pazara çıktığım ve halk arasında dolaştığım sıra beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da halk arasında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse) görmemekliğim; ancak ya nasiyesine nifak damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da ma’lul olup da Allah Teâla’nın mazur gördüğü bir mü’min görürdüm.
Sonra Resulullah bir sabah seferden dönüp Medine’ye teşrif buyurdu. Resulullah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekat namaz kılmak, sonra halkın “Hoş geldiniz!” temennilerini kabul etmek için oturmak itiyadında idi. Bu defa da bu âdetini yerine getirip mescidde oturunca, Tebük Seferi’ne gitmeyip arda kalanlar Resulullah’a gelerek özür dilemeye ve yemin ile özürlerini te’yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen kadar er kişiydiler.
Resulullah bunların hallerine göre özürlerini ve biatlerini kabul ve onlar için istiğfar buyurdu. Ve bunların iç yüzünü ve hakikatını Allah Teâla’ya havale eyledi. Bu arada ben de huzura geldim. Ve Resulullah’a selâm verince gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana “Gel” dedi. Ben de yürüyüp vardım, tâ önünde oturdum. Bana “Seni nasıl bir mani geri bıraktı? Sen Akabe’de arkana biat almış değil mi idin?” buyurdu. Ben de şöyle cevap verdim: “Evet vallahi ya Resulallah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi benim seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç özrüm yoktur. Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuvvetli ve daha sühuletli değildim.” Bu mazuratım üzerine Resulullah (A.S.M.): “Hakikaten bu, doğru söyledi Ey Kâ’b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle” buyurdu..
577- Resulullah, kendisinden seferde geri kalanlardan bizim işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana yeryüzü yabancılaştı. Bu hakidan benim bildiğim toprak değildi. Bu hal üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım halktan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat ben onların daha genci ve daha salabetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. ve sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Resulullah’ın meclisine varır ve kendine selâm verirdim. Ve içimden: Acaba Resulullah selâmıma mukabele ederek dudaklarını oynattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra namazı Resulullah’ın yakınında kılardım da gizlice onu gözetlerdim. namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi.
Nihayet halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hal uzayınca bir gün gittim, tâ Ebu Katade’nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katade, amcam oğlu ve halk arasında beni en çok seven bir zat idi. Vardım ona selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Ben: “Ey Ebu Katade! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah’ı ve Resulullah’ı sevdiğimi bilir misin? dedim. Sustu, cevab vermedi. Tekrar and verdim. Allah aşkına sordum. Yine sükût etti. Üçüncü bir daha Allah adına and verdim. Bu defa: “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm, duvardan aştım.
578- Kâ’b bin Malik rivayetine devam ederek der ki: Birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine’ye zahire satmağa gelen Şam ahalisinden nebetî bir fellah, bir ekinci: “Kâ’b bin Malik’i bulmağa bana kim delâlet eder?” diye soruyordu.
Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe başladılar. Nihayet nebetî kişi bana geldi. Ve Gassan Melikinden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba’dü)den sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: “Haber aldığıma göre, sahibin (Peygamber) sana cefa ve eza ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şanına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz.”
Bu mektubu okuyunca, bu da öbürüsü gibi bir belâdır, dedim. Hemen bu sayfayı ocağa attım, ocakta yaktım.
Nihayet bu elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki Resulullah’ın gönderdiği bir zat (Huzeyme bin Sabit) bana geliyor. Huzeyme gelip, bana: “Resulullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!” dedi. Ben de: “Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?” dedim. O da: “Hayır, boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma.” dedi.
Resulullah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ve Hilal’e de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, “Haydi ehline (baban ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun!” dedim.
579- Bundan sonra on gün daha durdum. Ta ki Resulullah’ın bizimle halkı görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta ki ellinci günün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum. Öyle bir halde bulunuyordum ki, Allah Teâla’nın (Tevbe Suresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili Dağı üzerine en yüksek sesiyle: “Ey Kâ’b bin Malik, müjde!” diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim. Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulullah sabah namazını kıldığı zaman Allah’ın, bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilan etmiştir de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur.
Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili Dağı’nın üstüne çıkmıştı. Bunun sesi attan sür’atli idi.
Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. Ebu Katade’den iğreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Resulullah’a (A.S.M.) koştum.
Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan beraetimi) tebrik ediyorlar ve: Allah’ın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun! diyorlardı.
580- Kâ’b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim. Resulullah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hemen Talha bin Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden Talha’dan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha’nın bu lütfunu unutmam.
Kâ’b der ki: Vaktaki Resulullah’a (A.S.M.) selâm verdim. Mübarek yüzü meserretten şimşek çakar gibi şakır bir halde bana: “Bir günün hayır ve saadeti ile müjde sana ey Kâ’b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!” buyurdu. Ben: “Ya Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?” dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-i Ekrem, taraf-ı İlahîden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parladı, hatta o bir ay parçasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini, onun bu sevimli simasından anlardık.
Vaktaki Resulullah’ın huzurunda oturdum. “Ya Resulallah! Allah ve Resulullah’ın rızası için hâlis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve malımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü icabındandır” dedim. Resulullah (A.S.M.): “Hayır, malının bir kısmını kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!” buyurdu. Ben de “Şu Hayber’deki hissemi alıkorum” dedim.» (S.B.M. Hadis no:1659)
Bir atıf notu:
-Hizmet ehlinde sebatkârlığın lüzumu, bak: 3940/10.p.
581- Cihad, şehadetle velayet kazandırır. (Bak: Şehid)
Evet «şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hatta adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır.» (H.Ş.143)
Din düşmanlarıyla cihad yolundaki musibetlerin, imtihan sırrına bakan derin hikmetleri vardır. Ezcümle bu gelen âyet mezkûr hakikatı pek açık ifade eder. Şöyle ki:
«(47:4)وَلَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لاَنْتَصَرَ مِنْهُمْۙ Eğer Allah dileyecek olsaydı onlardan yani o küfredip Allah yolundan sapan veya men’eden kâfirlerden öcünü, intikamını alıverirdi. Herhangi bir helâk sebebiyle helâk ediverirdi. Meselâ yere geçiriverirdi, volkan yapar, gark eder ilh...
وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍۜ Velakin bazınızı bazınızla mübtela kılmak, imti-han etmek için öyle harb ü darb emrini veriyor. Yani mu’cize ile cebren yapmak için değil, şer’u kanun ile emren yapmak ve insanları birbiriyle def’edip Allah yolunda mücahede edenleri sevaba erdirmek için bu emirleri veriyor.» (E.T.4378) (İmtihan maddesinin sonundaki âyet notlarına da bakınız.) (29:6) âyeti de mezkûr mâna ile alâkalıdır.
582- Din yolunda çeşitli meşakkalerle imtihan olmak olan İlahî hikmetin hükmü her zaman caridir. Ezcümle: Bediüzzaman Hazretleri talebeleriyle hapishanelerde çektikleri musibetleri, mezkûr hikmetle tefsir ederken şöyle diyor:
«Birden bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa “altun mu, bakır mı” diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı yok mu üç-dört eleklerle elenmek; hâlisane, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pekçok lüzumu vardı ki; kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor. Çünki böyle meydan-ı imtihanda inatçı ve bahaneci insafsız muarızların karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki: Hiç bir hile, hiç bir enaniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis, hak ve hakikattan geliyor. Eğer perde altında kalsaydı, çok mânalar verilebilirdi. Daha avam-ı ehl-i iman itimad etmezdi. “Belki bizi kandırırlar” der ve havas kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i makamat gibi kendilerini satmak, itimad kazanmak için böyle yapıyorlar diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşâallah.» (Ş.522) Demek, dinî hizmetlerde ihlas esastır.
Kur’an (4:95,96) âyetleri, mücahidlerin diğer mü’minlerden fazilet ve derece farklılığını ve (9:87, 93) âyetleri de, aileleriyle beraber kalmayı tercihen cihadı terk edenlerin hallerini beyan eder.
(9:46,47) âyetleri de cihad yolunda keyfiyet ehlini tercih etmeye işaret eder. (4: 104) âyeti ise, cenneti uman mü’minin kâfirden daha gayretli olmasını ister. Allah, mü’minlerin canlarıyla mallarıyla cihad etmelerini ister. Kur’an (3:186) (4:95) (8:72) (9:20, 41,88) (49:15) (61:11) âyetleri örnek verilebilir. Ve yine Kur’an (2:207) âyetinde rıza-yı İlahî için nefsini (kendini, hayatını) Allah’a satmak (feda etmek) dersi verilir. (9:111) âyeti de bununla alâkalıdır. Kur’an (8:60) âyetinde, cihadın teknik imkânlarının hazırlanması ve caydırıcı kuvvet ortaya konması tavsiye edilir.
583- İslâm cemiyetleri içinde meydana gelen fitnelere karşı yapılacak cihad, maddi değil, manevidir. Manevi cihad, her zaman makbul ve sevablı olup, can itlafı olmaz ve musibetlere sebeb olan dâhildeki maddi cihad gibi mes’uliyet ihtimali de yoktur.
Bütün ümmete şâmil ittihad-ı İslâm içinde teşekkülü gereken icma-ı ümmet mânasında bir şûra-yı ümmet merciine dayanmadan, resmî bir makam ve salahiyete sahib olmadan, din ve ümmet-i İslâm namına maddi mücadelelere girilmemelidir. Çünki böyle bir mücadeleye salahiyettar olan ferd ve zümreler, yahud fırkalar değil, ancak bütün ümmet-i İslâmı temsil eden merci’dir, şûra-yı ümmettir. (Bak: 1339, 3579 ilâ 3582.p.lar)
O halde hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile alâkadar olanların o mercii teşkil edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakkukuna hizmet etmeleri evleviyet kazanıyor. (Bak: İttihad-ı İslâm)
584- Evet, harice karşı yapılan cihadda kuvvet kullanılır. Fakat zaruret-i kat’iye olmadıkça dahilde kuvvet kullanılmamalıdır. Çünki hastalar, ihtiyarlar, çocuklar gibi şefkata muhtaç olanlar, cemiyette iç içe karışık olduğundan, böyle menfi hâdiselerde onlar daha çok perişan olurlar ve zulme uğrarlar.
İşte bunun gibi daha pek çok hikmetler için Kütüb-ü Hadisiyenin Kitab-ül Fiten kısmındaki bazı bablarında, dahilî fitnelere karşı silahlı mücadeleler men edilmiştir. Ancak idareciler müsbet şahıslar ise, fitne ehlini tenkil ve tecziye edebilirler ve etmelidirler. (Bak: Müsbet Hareket)
Dinde bir kısım fer’î hükümler var ki, zamanın ve mekânın değişen şartları ile alâkalıdır. O şartlara göre hükümleri şer’î kaynaklarda görmek ve tatbikatlarını göstermek, dinde büyük şahsiyetlere has olup onların icmaiyle teşri’ olunur.
Ahkâmda rey sahibi olmayan müslüman, âyet ve hadislerden ahkâm istinbat edemez. Ancak müteşabih ve müşkil olmayan âyet ve hadislerden seviyeye göre ibret derstleri alabilirler.
Binaenaleyh gerek aşağıda derc edilen hadisler ve gerek bu ansiklopedinin diğer kısımlarında bulunan âyet ve hadisler, ahkâm-ı Şer’î istinbat etmek için konulmamıştır. Belki ibret, ikaz ve teşvik gibi hikmetler içindir.
585- Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden bir kaç hadis ve mealleri:
سَتَكُونُ فِتَنٌ الْقَائِدُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ الْقَائِمِ وَالْقَائِمُ فِيهَا
خَيْرٌ مِنَ الْمَاشِى وَالْمَاشِى فِيهَا خَيْرٌ مِنَ السَّاعِى مَنْ
تَشَرَّفَ لَهَا تَسْتَشْرِ فُهُ فَمَنْ وَجَدَ فِيهَا مَلْجَاً اَوْمَعَاذًا فَالْيَعِذْ بِهِ
«Ebu Hüreyre (R.A.)’den: Peygamber (A.S.M.) buyurdu: Öyle fitneler olacak ki; oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen (o fitneye) koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye karışırsa, fitne onu kendi içinde yere çarpar. Kim ondan korunacak bir yer bulursa oraya sığınsın!
يَا رَسُولَ اللهُ اُرَاَيْتَ اَنْ دَخَلَ عَلَى بَيْتِى
وَبَسَطَ يَدَهُ لَيَقْتُلَنِى قَالَ كُنْ كَاِبْنِى آدَمَ الْقَائِلِ
لَئِنۢ بَسَطتَ إِلَىَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِى مَآ أَنَا۠ بِبَاسِطٍ يَدِىَ إِلَيْكَ لِأَقْتُلَكَ
Sa’d b. Ebi Vakkas (R.A.): Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öldürmek için elini uzatırsa, ne buyurursun?
Peygamber (A.S.M.): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam” (Bak: Kur’an 5:28) diyen Hz. Âdem’in oğlu gibi ol! buyurdu.
اِنَّهُ قَالَ فِى الْفِتْنَةِ : كَسِّرُوا فِيهَا قَسِّيَكُمْ وَ قَطِّعُوا فِيهَا اَوْ
تَارَكُمْ وَاَلْزَمُوا فِيهَا اَجْوَافَ بُيُوتِكُمْ وَ كُونُوا كَاِبْنِ آدَمَ
Ebu Musa (R.A.) dan: Peygamber (A.S.M.) fitne hakkında şöyle buyurdu: Oklarınızı kırın, kirişlerinizi koparın; fitne halinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem (A.S.)ın oğlu gibi olun!
لَا يَنْبَغِى لِلْمُؤْمِنِ اَنْ يَذُلَّ نَفْسَهُ، قَالُوا وَكَيْفَ يَذَلُّ
نَفْسَهُ؟ قَالَ يَتَعَرَّضُ مِنَ الْبَلَاءِ لِمَا لَا يَطِيقُ
Resulullah (A.S.M.): Mü’minin kendisini zelil yapması lâyık değildir, buyurdu. “Mü’min kendisini nasıl zelil yapar?” diye sordular. “Gücü yetmeyen işlere girişir” diye cevab verdi.»4
Bu hadiste, dâhilde menfi mücadelelere girip mütecaviz münafıkların hücumuna sebebiyet verilmemesine de bir işaret vardır. İ.M. 36. Kitab-ül fiten 13. babı, fitne zamanında uzlet ve inziva hakkındadır.