بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِين
DİNDEN TAVİZ VERMEKLE DİNE HİZMET OLUR MU?
Bediüzzaman Hazretleri daha çok zamanımıza bakan ehemmiyetli bir mektubunda eğer ehl-i dünyaya müsamahakârlıkla yanaşıp onlarla temas kurmuş olsaydı, binlerce adamın Risale-i Nur’a girip eserlerini neşredeceklerini ve mahkemelerle eziyetler de vermeyeceklerini fakat buna rağmen o ehl-i dünyaya yanaşmamak gerektiğini ifade ile ders verir ve der ki:
«Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Hem manevî, hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevabdır.]
Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!
Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor.……En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.» (E:38)
Evet, bid’alara müsamaha ile sağlam bir hizmetin yapılamıyacağını beyan eden Hazret-i Üstad, dikkatleri Risale-i Nur mesleğine çeker ve der ki:
«Mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.» (E:63)
İşte bütün bu beyanlar, Risale-i Nur’un mesleğini sarahaten gösteriyor.
Hürmete lâyık muhterem zatlar olduğu gibi, hürmete lâyık olmayanlar ve müsamahakârlıkla kendilerine yaklaşılmayacak olanlar da vardır. Ezcümle bir hadîste şöyle buyurulur:
ثَﻻَثَةٌ ﻻَحُرْمَةَ فَاسِقٌ مُعْلِنٌ بِفِسْقِهِ وَصَاحِبُ هَوًى وَسُلْطَانٌ جَائِرٌ
«Yani: Üç kimseye hürmet yapılmaz: Fıskı açık işleyen fâsık, hevasına uyan kişi, zâlim hükümdar.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:267)
Bütün ders ve ikazlarını Kur’andan ve hadislerden alıp zamanımızın anlayışına ve ihtiyacına uygun bir şekilde ilhamen izah eden Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine hitaben diyor ki:
«Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci’, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Ş:320)
Bu beyanda da, avam mü’minlerin moda ve medenîlik namı altında aşılanan sefahetten uzak durmaları için ehl-i sefahete karşı duran ve salabet-i diniyeye sahib ve emin bir hizbullahın elzemiyeti nazara veriliyor. Ve dine hizmette önde görünenlerin, müsamaha ile ehl-i sefahete ve Avrupaî hayata yanaşmalarından doğacak dehşetli tereddinin felaketine de dikkat çekiliyor.
Bu ve benzeri derslerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hattâ cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir.
Bediüzzaman’ın ehl-i dünyaya yanaşmaması ve müsamaha göstermemesi hakkında bir sual ve cevabı:
«Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun?
Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?
Elcevab: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum.» (M:68)
diyerek müsamahakarlık tavrını göstermemektedir.
Hazret-i Üstad hükûmete müracaat etmemesinin sebeblerinden birini anlatırken de der ki:
«Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zendeka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zendekayı okşamak demektir.» (M:74)
EHL-İ SEFAHETTEN UZAK DURMAK GEREKİR
Ehl-i sefahetle, sefih yaşadıkları müddetçe, müsamahakârane ihtilat etmeyi değil, bilakis, onlara muhalefetle onlardan uzak durmayı ders veren Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde mevzumuzla alâkalı hayli ikazlar vardır. Ezcümle, o ehl-i sefahetin lisan-ı hal ve fiilleriyle yaydıkları o telkinat ve onlara karşı verilen cevablar şöyle nazara veriliyor:
«Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.» (S:31) der.
Buna cevaben deniliyor ki:
«Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’ edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!.» (S:31)
Başka bir deyişle:
«Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus.» (S:32)
Bu hakikatı te’yid eden şu ifadeler de dikkat çekicidir:
«Medeniyet tilmizleri, müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız...”» (Ms:219)
«Hülâsa: Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşreb ve mesleğine tâbi olurlar.» (Ms:220)
Bediüzzaman Hazretlerinin diğer bir şiddetli ikazı da şöyle:
«Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki, müslümanları -ecanib tarzında- hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lu’b ve heva içinde bir lehivden başka birşey değildir.
Hem ne oluyorsun ki, keyiflerine kâfi gelen helâl ve tayyibat dairesinden huruca teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin terkine sebebiyet veriyorsun? Ve muharremat ve habîsat dairesine duhûle teşci’ ediyorsun?
Ey müvesvis! Bilir misin misalin neye benzer? O derece belâhet kesbetmiş bir sarhoşa benzer ki; arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatlı yarayı kırmızı gülden farketmez.» (NİK:23)
BİD’ALARA MÜSAMAHA CAİZ DEĞİLDİR
İşte bu ve buna benzer daha pekçok şiddetli ifadeler, müsamahanın caiz olmayan kısmını apaçık şekilde bildirir.
Bir müslümanın yaşayışına örnek tutacağı tek hayat yolu da şöyle nazara veriliyor:
«Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.» (L:54)
ŞEFKATE LÂYIK OLMAYANLAR
«Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ 1 ve usul-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ yani, “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düsturun mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”
Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz.» (E:44)
Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir suale verdiği şu cevab da çok manidardır:
«Sual: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye, Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun; hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?”
Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani, “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”» (M:362)
O halde herkese müsamaha ve dostluk yolu açık değildir. Bu açık düsturları nazara almayanların müvazene-i şer‘iyenin dışına çıkacakları da bedihidir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ehl-i dalalete acıması, dalaletten kurtulmaları temennisi manasında olup onlarla ihtilat manasında olmadığını, hayatı boyunca yaşayışıyla gösterdiği gibi, şu ifadesi de aynı hali sarahatla gösterir:
“Ey bedbaht! Ben seni i’dam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve i’damıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belaların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi defol; senin ile uğraşmam, ne yaparsan yap.” der. O zâlim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, keşki kurtulsa idi diyerek ıslahına çalışır.» (Ş:272)
Ehl-i dalalete karşı muhalefetin, fakat mü’minler arasında da uhuvvetin esas olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«İman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.» (E:180)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.