بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
HÜRRİYET-İ ŞER’İYENİN HAKİKATI VE LÜZUMU
(Risale-i Nur Külliyatından alınmış birkaç parçadır)
Risale-i Nur’dan derlenen bu bahislerdeki hükümler, umum zamanlara bakan derslerdir. Yalnız söylendiği zamana has değil, bilakis zamanımıza daha çok bakar diye Hz. Bediüzzaman Münazarat adlı eserinde şöyle hatırlatıyor:
Hal aldatıyor... Aldanmayınız.
İstikbal hesabına konuşuyor... Öyle dinleyiniz.
Keza Divan-ı Harb-i Örfî eserinde, yani İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesinde de aynı manada şöyle der:
[Yarım asır evvel tab'edilen bu müdafaayı şimdi bu asra daha muvafık gördük. Güya o zamandan elli sene sonra bir hiss-i kabl-el vuku' ile bir nevi ihbar-ı gaybî olarak hayat-ı içtimaiyeyi alâkadar eden çok hakikatlara temas ettiğinden neşredildi.] (D:4)
Önce mevzumuz olan Hürriyet-i Şer’iye tabirinin Risale-i Nur’da kasd edilen manasına kısaca bakalım. Şöyle ki:
Hürriyet-i Şer’iye, yani Allah’ın verdiği hürriyet, yani Allah’ın bildirdiği helal ve yasaklar dairesidir. Bu hükümlere insanlar kendi anlayış ve isteklerine göre müdahale ve tasarruf edemezler. Hürriyet-i Şer’iye İlâhî hükümlerin insanların yaşayışları üzerindeki hâkimiyetidir. Yani hiç kimsenin hiç kimseye tahakküm ve baskı yapamaması ve insanın insana karşı hür olması hakikatidir.
Bu Hürriyet-i Şer’iye gereği gibi anlaşılıp yaşanmazsa, hissî temayüllerin sebeb olduğu ihtilaflar, gruplaşmalar ve boğuşmalar çoğalır. Hatta tarihî hadiselerin de çoğu bu sebebe dayanır. Evet, müslümanın Allah’ın hükmünü bırakıp kendi ene ve hissiyatına dayanmasının ne feci bir durum olduğu âhirette apaçık görünecektir ve bundan doğacak olan manevî Cehennemin, yani vicdan azabının, Cehennemden beter olduğu bildirilir. Bu feci durumun sebebi, cehaletle örtülü ve bir nevi lâik manayı taşıyan dinden kopuk gafletli hissiyat ve yaşayıştır.
Hürriyet-i şer’iye ifadeleri bulunan parçaların nakline başlanıyor. Altı çizili yerlere dikkat gerekiyor.
Evet, İslamın terakkisi için gerekli olan “üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak.
Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.” (H:34)
İşte Hürriyet-i Şer’iyenin getirdiği en yüksek kemalat...
Keza “Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir.” (H:54)
Bu kısımda, Hürriyet-i Şer’iyenin İslâmın hâkimiyeti olduğu görülüyor. Yani Hürriyet-i Şer’iyeye bağlı olan İslâm cemiyetinde İslâmın hâkim olacağı nazara veriliyor.
“İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyedir ki, o hürriyet-i şer'iye, âdâb-ı şer'iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer'iye, iki esası emreder:
اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَمَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız.” (H:61)
Demek tahakküm yapmak isteyenlere baş eğmeyip şahsiyetini korumak lâzımdır. Bu tarz şahsiyetli insanlar arasında mütehakkimler de tahakküm imkânı bulamaz ve böylece tahakkümler kalkar. Hz. Üstadın hayatı böyle şahsiyetli yaşamak örnekleri ile doludur. Mesela Hz. Bediüzzaman diyor ki:
“Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren "müsavat-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.” (L:170)
Yukarıdaki “adalet-i tamme” Hürriyet-i Şer’iye manasını ifade eder.
Bununla beraber, hürmete layık faziletli kişilere emr-i vicdanî ile hürmet etmek, dinin emri ve insaniyetin icabıdır. Amma hürmet, şahıstan daha çok, şahsın sahib olduğu fazilet sıfatlarına yapılır.
Hem, “Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlası kaybeder, riyaya girer.” (L:149)
“Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez.” (OL:685)
Bu gelen sualin cevabı, lafzen kısalığına rağmen çok geniş mana taşır.
“S- Mütegallib başlar, kendi kendilerine düştüler. Zulmün kapısı, onların yüzlerine karşı kapatıldı. Düşenlere ayak vurulmaz. Sekeratta olanları bırak kendi haline... Sekeratını tamam etsin.
C- İsterim ki: Hürriyet-i şer'iyenin sünnetini onlara ezber ettireceğim. Eğer ölmedilerse temessül etsinler. Evet yalnız istibdadın kuvveti ile terbiye olan başlar, bil'istihkak düştüler. Lâkin içlerinde gayet hamiyetli adamlar var, onlara teşekkür ederiz. Bazı mütekâsil var, onlardan şikayet ederiz. Bazı mütehayyir, mütereddid var; onları irşad etmek isteriz. Bazı ölmüşler var, miraslarını muhafaza etmek isteriz. Tâ yeni çıkmalar almasınlar.” (Mü:70)
Bu parçada anlatılan “mütegalib başlar” yani hem siyasî hem dinî sahada önde bulunmak isteyen ve kendine itaat etmeyenlere tahakkümlü davranan kişilerdir. Ekseriyetle ihtilaflı yoldan yürüdükleri için sonunda dağılıp perişan olurlar diye Bediüzzaman Hazretleri onların neticelerini ibret için nazara veriyor.
Parçada geçen “temessül” tabiri, Hürriyet-i Şer’iye hakikatının kişide seciyeleşmesi manasını taşır. Mesela: “Hem deme ki: "Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.” (S:231) ifadesinde görüldüğü gibi... “mütekâsil”ifadesiyle de, uyuşuk ve vurdumduymaz ve gayretsiz insanler kasdedilir. “Mütehayyirler” ise, dinin temel kitablarına tam dikkat etmediklerinden doğruyu, eğriyi ayıramayanlardır. “Yeni çıkmalar” tabirinde de, enaniyetli ve menfaatperest ve Hürriyet-i Şer’iye hakikatından habersiz veya teslimiyetsiz fırsatçılara dikkat çekiliyor.
Hürriyet-i Şer’iye ifadelerine devam ediliyor ve ictimaî sahadaki te’siri nazara verilecek. Bu parçada manidar teşbihler var. Bu teşbihler, aşağıda icmalen ele alınacak.
“Hem de hürriyet-i şer'iye denilen yüksek bir hakikat-ı içtimaiye, Sübhan ve Ağrı Dağları gibi istikbalin cibal-i şahikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefis altına girmeyi yasak etmiş ve gayre tecavüzü tecviz etmeyerek şeriata istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet-i şer'iye, yüksek sadâ ile sizin gibi mazinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik insanlara fen ve san'at silâhıyla "cehalet ve fakra hücum ediniz" emrini veriyor.” (D:51)
Bu kısımda geçen, “istikbalin cibal-i şahikasının tepesinde ayağa kalkmış” ifadesi, Hürriyet-i Şer’iyenin gelecekte en yüksek icraat makamında bulunacağına işarettir. Yani gelecekte insanların ferdî ve ictimaî yaşayışlarında Allah’ın, yani ahkâmının hâkimiyetini ihbardır.
“Esaret-i nefis altına girmeyi”, yani günün mimsiz medeniyetinin aşıladığı sefaheti..
“gayre tecavüzü tecviz etmeyerek”, yani tahakkümü kaldırarak..
“sultan-ı hürriyet-i şer'iye,” yani, Hürriyet-i Şer’iyenin idare hâkimiyeti..
Bu beyanlardan anlaşılıyor ki, mezkûr manadaki Hürriyet-i Şer’iyeyi ancak kuvvetli bir iktidar tahakkuk ettirebilecektir.
Nakillere devam ediliyor. Mahkemede Hz. Üstada lâiklik anlayışı hakkındaki suale verdiği cevabın bir kısmı aynen şöyledir:
Nasıl ki Asr-ı saadette “Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Ş:363)
Demek sahabeler tamamen Allah’ın emri altında yaşamışlardır. Evet, İmam-ı Âlinin (R.A.) şu manidar ve ibretlik hadisesi bunu isbat eder. Şöyle ki:
“Cây-ı ibret bir hâdise: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?" Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim." O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktır." dedi.
Hem medar-ı dikkat bir vakıa: Bir zaman bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünki şeriat namına, kanun-u İlahî hesabına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.” (M:268)
Dinî sahadaki hizmet birliği meselesine gelince:
Hizmet birliği için hizmet ehlinin mezkûr manadaki Hürriyet-i Şer’iyeyi anlayıp kendilerine şiar edinmiş, yani melekeleşmiş ahlâk haline gelmiş olması şarttır. Aksi halde onlarla ittihad ve hizmet beraberliği edilemiyeceğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri kendine sorulan vehimli bir suale verdiği cevabında bunu ifade eder.
İslâm birliğine çalışan ve Hz. Üstadın da alakadar olduğu ittihad-ı İslâm cemaati aleyhindeki sual şöyledir:
“İttihad-ı İslâm cemaati, sair cem'iyet-i diniye ile şakk-ul asâdır. Rekabet ve münaferatı intac eder.
Elcevab: Evvelâ umûr-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından bu cem'iyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Sâniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer'iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cem'iyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak.” (H:98)
Demek oluyor ki, Hürriyet-i Şer’iyeyi esas almamış ve onu kendine seciye ve ahlâk yapmamış kişiler ve cemaatler, İslâmî hizmet ve faaliyetlerde reislik ve enaniyet hırsiyle daima gruplaşmalara sebebiyet verirler. Bu tarz hareket, hukuk-u umumiye zarar verdiği cihetle de mes’uliyeti çok büyük olur. Yardım edenler de aynı suça ortak olacakları, şeri’atın açık bir hükmüdür.
Bu tarz zararlı hissiyatların izalesi için Bediüzzaman Hazretlerinin pek çok şiddetli ikazları vardır. Ezcümle bir ikazında şöyle der:
“Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:
"Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.” (M:269)
Yukarıda nazara verilen Hürriyet-i Şer’iyeye muhalif olarak tahakküm edenler; meşru hürriyet dairesinde şahsiyetlerini koruyanları, itaatsız görüp cemaat haricine atmak gibi tahakkümlerle korkutanlar, bu ikazdaki hitaba muhatabdırlar. Aslında daireden atılma tehdidi, Nurun hakiki dairesine geçmeyi netice verir. Hürriyet-i Şer’iyeye itaatsız kişilerle beraber olmak, mes’uliyetlidir. Esasen hakikati bilen kişiler, atılmak ve itilmekle değil, bizzat kendileri ihtiyarlariyle ve Kur’anın (73:10), (4:63), (7:199) ve emsali âyetlerin tavsiyelerine uygun olarak uzaklaşmalıdırlar. (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Hecr-i Cemil maddesi)
Böyle garib hissiyatlarla ve menfi ve sinsi yollarla cemaati dağıtmağa sebeb olanlar, Mektubattan nakledilen yukarıdaki parçada geçen “sukut”, yani dinî faziletten tamamen mahrum kalma; “vahşet” yani vahşilik, yani insanlığı terketme; ve “hiyanet”, yani kabul eder göründüğü dinî prensiplere muhalefet etmek manalarına gelen bu hitablara muhatab olurlar.
Hem de mezkûr manada ve hizmete zarar verici hareketlerde bulunanların bu tarz hareketlerinin büyük düşmana yardım olacağını anlatan Hz. Üstadın hayli ikazları vardır. Evet Hz. Üstad diyor:
“Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.” (E:211)
Böyle zararlı yollara itilmede, münafık parmakların rolü olabileceğine de dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“İnsanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmağa, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz'î-küllî arzu vardır….Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zaîf damarından ehl-i ilhadın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı bîçare dostlarımı o suretle çektiler, manen onları tehlikeye attılar.1 ” (M:412)
Yani kişinin sözlerinden daha çok hizmet sahasındaki tavır ve hareketlerine bakılır ve bakılmalı.
Yine Hz. Üstadın çokça nazara verdiği sukut tehlikesinden ikaz eden ve hizmet dairesine bakan bir ihtarında da şöyle der:
“Mesleğimiz "Haliliye" olduğu için, meşrebimiz "hıllet"tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet yol iki görünüyor. Cadde-i Kübra-yı Kur'aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşâallah Risale-i Nur yoluyla Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın daire-i kudsiyesine girenler; daima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.” L:162
“Kardeşlerim, enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillah için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasılki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü, kulağına hased etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de: Bu heyetimizin şahs-ı manevîsinde herbiriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.” (M:426)
Netice: Hürriyet-i Şer’iyye hakikati ferdlerde, cemaatlerde ve içtimaiyatta hükmetmezse tahakküm, tegallüb ve istibdadlar hükmeder ve insanlar huzura kavuşamaz.
1 O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın, "Kalbim safidir. Üstadımın mesleğine sadıktır." demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona "Namazın bozuldu" denildiği vakit, o diyor: "Neden namazım bozulsun, kalbim safidir."
Bu dersi indirmek için tıklayınız.