DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Müfsid cemiyette

İHTİLAT ETMEMEK MESELESİ

(Bu bahis sosyolojiye, yani cemiyet hayatının tesirine bakar. Evet, her nevi bid’atın sinsice ve insanları alıştırarak istila ettiği mevcud cemiyetin bu felaketli halini, tedricî alıştırma sebebiyle hissedemeyen ve ondan nefret edemeyen kişi, cemiyetin tesirinde kalarak dinî hayat ve anlayışın zıddına gider. Fakat kendini iyi yolda zanneder. Bu hal ise, çok kalın bir gaflettir.)

Bu ihtilat kelimesi lügatta, iç içe olmak manasındadır. Dinî bir tabir olarak ihtilat etmemek, cemiyetten uzak durmak ve bozuk insanlar arasına dostâne ihtilat etmemektir. Bunun ileri derecesine inziva hayatı denilir. Yani mekan bakımından insanlardan uzak durmak manasından daha çok, bozuk insanların lâûbaliyane yaşayışlarından ve adab ve ahlaka uymayan konuşmalarından uzak durmak ve gaflet veren laklakiyatlarına katılmamak manasındadır. Evet, fitne cemiyetinin tesirinde kalan insanlarla ihtilat etmek, onların mevcud ahlaklarına alışma sebebidir. Bu durumun zararını görüp nefret eden insanlar müstesna olabilirler.

Asl olan, insanlarla beraber yaşamaktır. Fakat cemiyet bozulunca inziva hayatı, yani dinde laûbali ve gafil insanlardan uzak durmak tercih edilmelidir.

Bu bahis Kur’anda şöyle beyan ediliyor:

« وَاصْبِرْ عَلٰى مَايَقُولُونَ Ağyarın diyeceklerine sabreyle وَاهْجُرْهُمْ هَجْرًا جَم۪يلاً (73:10) ve onları bir hecr-i cemil ile terk et-şimdilik hallerine bırak.

Hecr-i cemil: Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha ve idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmektir ki bunun naziri (4:63) فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ وَعِظْهُمْ  (7:199) وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ (28:55) سَلاَمٌ عَلَيْكُمْۘ لاَنَبْتَغِى الْجَاهِل۪ينَ âyetleridir.” E.T. 5432 (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Hecr-i Cemil maddesi)

Çok şeylerde olduğu gibi bu ihtilat etmemenin de dereceleri vardır. Yani cemiyetin bozukluğunu anlayıp fikren, hissen ve yaşayışça uzak durup az olan keyfiyetli insanlarla tebliği devam ettirmeyi tercih etmek, vasat bir yoldur.

Evet, inzivaya çekilip şahsî ibadetle meşguliyete bedel halkın eziyetleri içinde, sadakatla dine hizmet etmek ve bu yolda karşılaşılan eziyetlere sabretmenin daha faziletli olduğunu bildiren diğer bir hadis  şöyledir:

الْمُؤْمِنُ الَّذِي يُخَالِطُ النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ أَعْظَمُ أَجْرًا مِنْ

النَّاسَ وَلَا يَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ  الْمُؤْمِنِ الَّذِي لَا يُخَالِطُ1

Bu hadisin mealiyle çok münasebetdar olan Said Nursî Hazretlerinin başından geçmiş hayat hâdisesi, kendi ifadeleriyle şöyledir:

“Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususi nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki, ihmalimden tokat yedim….” L:41

Bu beyandan ve benzeri diğer beyanlardan anlaşılıyor ki, ahirzaman fitnesinde yani dinin korunması elzemiyet kazandığı zaman şahsî ibadete bedel hizmet-i diniyeyi tercih etmek lazımdır.

Yukarıda nakledilen rivayette anlatılan eziyetler, yapılan istikametli hizmet sebebiyle, resmî ve sivil sahalardan gelen tecavüz ve eziyetlerdir. Bizzat ve isteyerek cemiyete karışmak manasında değildir. Çünkü fitne devresinde ekser insanlardan uzak durmayı bildiren kitabların beyanlarına muhalif düşer. Bilhassa günün insanlarının çok konuşma hastalığı haline gelen ve dehşetli gaflet veren laklakiyatlarına katılmak çok zararlıdır. İnsanları istila eden bu durumun çokları farkında değildir. Bu gibi konuşmalardan uzak durmak şarttır.

Bir rivayette mealen buyruluyor ki:

“İnsanların akaidlerini bozduklarını, emanetlerini hafife aldıklarını ve -parmaklarını birbirine geçirip- böyle olduklarını gördüğün zaman; evini tercih et, lisanına sahib ol, maruf olanı al, münkeri bırak, kendi işinde meşgul ol ve ammenin işlerini kendilerine bırak.” R.E. sh: 46

Hz. Üstad bu mesele ile alakalı olarak diyor ki:

“Ve madem يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا gibi hitablarda her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı Saadetteki mü’minler gibi dâhildir.

Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur’an ve Hadîs ihbar-ı gaybî ile, ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.” K:187

Evet, hokkabazlıkla insanları  güldürüp gafletin galebesine çalışan insanları zecreden bir hadis meali de şöyledir:

«Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler; yazık yazık ona.» (Seçme Hadisler 1. kitab 52. hadis)

Evet, bu zamanda ekser insanların alıştıkları konuşmalar, maalesef bu anlatılan manada fuzuliyat olduğundan böyle konuşmalara katılmamak gerekiyor. Aksi halde kişi aynı halin tesirinde kalır ve alışır.

Evet Risale-i Nur’da düsturlara bağlı olan keyfiyetli şakirdler beraberliği esas alınmıştır. Evet, Nurculuk hareketinin ilk devrelerinde Nurcuların bulundukları karye ve beldelerde küçük cemaatler halinde ve mevcud cemiyetten farklı yaşarlardı. Hatta 1910-11’lerde yazılan Muhakemat eserinde şu kayıd var:

Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...” Mu:9

Yani takriben 100 sene önce, hakikat-ı Kur’aniye beşeriyet dairesinde yayılacak, fakat zâlimlerin tasallutuyla gizli, yani sırren tenevveret dairesinde olacak. Hem keyfiyetli Nurcular da az ve maddi kuvvet cihetiyle de zaif olacak diye Hz. Üstad haber veriyor. Evet, Nurun hizmet hayatında hakiki keyfiyet devresi de bu haber üzere zuhur etti.

Evet, Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir2 ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip, Allah’a şükrederiz.” K:108

Keza, haslar dairesinin aynı manada yani keyfiyetçe kıymetli, sayıca çok az olacakları hakkında şu beyan da dikkat çekicidir. Evet bu gelen yazı, birinci iman hizmeti heyetini anlatır ve gelecek zatın temsil ettiği geniş dairedeki durumu, yani hâkimiyet devresinde de keyfiyetli hizmet dairesinin sayıları az olacağı şu veciz ifadelerle şöyle beyan ediliyor:

“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” E:266

Burada nazara verilen keyfiyet hakkında daha pek çok beyanlar vardır. Biz mutemed bir zattan dinlediğimiz bir hatırayı nakledelim. Şöyle ki:

Meşhur bir Nurcu olan Asiye Hanım, şimdi 90 yaşlarında bulunan bir zatın evinde şu hadiseyi nakletti ve bu zat da bana bunu defalarca anlattı:

Asiye Hanım Hz. Üstada diyor ki:

“Maşaallah talebeleriniz çok çoğaldı.”

Üstad da cevaben:

“Hakikisi az, hakikisi az.” Dedi.

Yine şu anda İstanbul’da bulunan bir zat dahi bana şunu anlattı:

Hz.Üstad 1952’de İstanbul’dan giderken bana hitaben:

“Eğer İstanbul’da Hasan Feyzi gibi bir zat olsaydı (hakiki keyfiyetli Nurcu kasdediliyor) ben İstanbul’da kalacaktım.”

Burada merhum Zübeyir ağabeyin, mesele ile alakalı dediklerini kaydetmiyorum.

Evet, bu ifadelerden hakiki keyfiyetli Nurcuların sayıca az, kıymetçe ehemmiyetli olduğu anlaşılıyor. Demek keyfiyetli bir Nurcu keyfiyetli hizmet arkadaşlarını tercih etmelidir.

Şimdi mevzumuza bakan parçaların nakline devam ediyoruz.

Hz. Üstadın şu ikazlarına dikkat gerek:

“…mütefekkirane, o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zîneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

آسْمَانْ رَشْكْ بَرَدْ بَهْرِ زَمِينْ كِه دَارَدْ

يَكْ دُو كَسْ يَك دُو نَفَسْ بَهْرِ خُدَا بَرْ نِشِينَنْدْ

Yani: Semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni'-i Zülcelalinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san'atını birbirine göstererek Sâni'lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.” B:260

“Hem kemmiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıf'ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir.” K:259

“Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delaletiyle, siz de bu kahramana iktida etmişsiniz. Binden bir-iki adam sizden kabul etse, yine sarsılmamak gerektir. Bazan bir-iki adam, bine mukabil geliyor.” Em:56

“Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.” Ms:126

Evet, bu hakikatları Hz. Üstaddan, yani amcasından ders alan Abdurrahman, Hz. Üstada yazdığı mektubunda çok manidar şu cümleleri kaydediyor.

“Kimsenin dediğini şer ise duymamazlığa gelir ve kimse ile fena hasletleri kapmamak için ihtilat etmemekteyim.” B:38

Zübeyir ağabeyin ihtilat etmeyi yasaklayan bir hadisesi:

Biz Süleymaniye dershanesinden Zübeyir ağabey ile beraber Haseki semtindeki dershaneye gelince Zübeyir ağabey, bu medreseye gelinmesine yasak koydu ve bana gelinmemesi için tenbih etti.

Hatta Zübeyir ağabeyle arasıra görüşmek için dershaneye gelmek isteyen biri, arabasının bazan lüzumiyeti vesilesiyle gelmek isteyen bir zata, “arabanla gel, ve bana düldül kapıdadır de” şeklinde bir bahane ortaya koyduk ve bu bahane ile zaman zaman böyle istisnaî bazı kişiler gelebiliyordu.

Bu yasağın nedenini çokları ne o zaman ve ne de şimdi bilmemektedir. Çünki füzulî konuşmalar ve şunun bunun taklidini yaparak ve bazı hikâyelerle gülüp güldürmeler, o kadar alışılmış ki, adeta bunlar meşruiyet kazanmış gibi idi. Bir gün Süleymaniye derhanesinin arka odasında güldürücü hikâyelerde mahir bir zat, füzuliyatla cemaati epeyce güldürmesinden rahatsız olan Zübeyir Ağabey duruma müdahale için oturduğu üst kattan alt kata doğru inerken güldüren zat da kapıdan çıkmıştı. Zübeyir Ağabey de bu güldüren zata: “Ah bir bilsem ki bu güldüren zat kimdir?” demişti. Benim küçük odamın kapısı açık olduğundan hadiseye bizzat muttali oldum.

Zübeyir Ağabeyle beraber uzaklaştığımız Süleymaniye heyeti, Anadolu Nurcularına sözü geçen bir heyet iken, bizim dershaneye geliş yasağı konmasının sebeblerini herkes bilmez. Gerçi zamanla bu yasak da aşıldı, fakat mesele yasak konmasındaki sebeblerde aranmalıdır. Yani ihtilat edilince ihtilat edilenlerdeki hususiyetler zamanla kişilere aşılanır. Buranın izahı da sosyolojik kanun olup ve uzun çekeceğinden ve hatta gereksiz gördüğümden kısa kesiyorum.

Şimdi Risale-i Nur’dan meselemizle alâkalı kısımlardan bazılarını nakledeceğiz.

Hz. Üstad ehl-i dünyanın kendisini ihtilattan tecrid etmesi hakkında diyor ki:

“Hâlık-ı Rahîmim o tecridi, benim hakkımda bir azîm rahmete çevirdi. Zihnimi safi bırakıp, gıll u gıştan âzade olarak Kur’an-ı Hakîm’in feyzini olduğu gibi almağa vesile etti.” M:47

Demek lüzumsuz konuşanlar arasına ihtilat etmek, manevi feyiz almaya manidir.

Hz. Üstad anlatıyor: “İhtilattan hem ben kendimi men’ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men’ediyordu.M:65

“Ben yirmi yaşında iken tekrar ile derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen târik-üd dünyalar gibi âhir ömrümde ben de bir mağaraya, bir dağa çekilip, insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım.” Hem eski Harb-i Umumî’de şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki: “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter.” derken, inayet-i Rabbaniye, hem adalet-i kaderiye tecelli ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette ihtiyarlığıma merhameten o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye Medreseleri” ve vaktimizi zayi’ etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin mücahidane hizmetini verdi. Hattâ ben azmetmiştim ki; arkadaşlarımın beraetlerinden sonra bir suç gösterip, hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler benim yanımda kalsın ve bir bahane ile insanlarla görüşmemek ve vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu’ ve hodfüruşluk ile geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunacağım. Fakat kader-i İlahî ve kısmetimiz, bizi başka çilehaneye sevkettiler.” L:266

“Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebebsiz ve arzumun hilafında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terketmekliğim; doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şübhem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inayet tarafından merhametkârane, Kur’anın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitabların mütalaasından bir men’, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terkettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur’aniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.” M:375

Burada Müceddidiyetin başlangıcına da bakan işaret var. Evet, mevzu edilen aynı hal, Risale-i Nur’dan istifade için de lazımdır ki, İstanbul’a gelmeden önce bende biriken ve menfî olmamakla beraber Risale-i Nur’larla meşguliyetimi engelleyen iki torba kitabımı yaktım ve bir derece rahatladım.

Yine Üstad diyor: “Ben şimdi Çam Dağı’nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli olurum. Bir mani olmazsa, bir-iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla’ya dönsem, arzunuz vechile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir musahabe çaresini arayacağız.” M:19

Evet, sohbet-i uhreviye mergub ve makbuldür. Sohbet-i dünyeviye ise gaflet verir.

Yine Hz.Üstad diyor:“Benim tecrid-i mutlakta sizin gibi canımdan ziyade sevdiğim kardeşlerimle serbest görüşemediğimde bir inayet-i İlahiye ve bir maslahat bulunduğu kalbime ihtar edildi. Çünki elli lirayı sarfedip görüşmek için Emirdağı’na gelerek elli dakika, bazı on dakika, bazı hiç görüşmeden giden çok âhiret kardeşlerimiz, birer bahane ile kendilerini bu Medrese-i Yusufiye’ye atacaklardı. Benim dar vaktim ve inzivadan gelen halet-i ruhiyem bıraksa,3 o fedakâr dostlara tam sohbet etmeğe hizmet-i Nuriye müsaade etmezdi.4 Ş:485

Ankara’da yeni hükümet, yani ilk meclis kurulunca Hz. Üstadı Meclise çağırmışlardı. Üstad Meclise gidince gördü ki, fitne-i ahirzaman cereyanı sinsice yol bulup ifsada başlayacak. Buna karşı dindar mebusların tam bir tesanüdle fitneyi önlemeleri gerekiyordu. Nitekim bir hadiste şöyle buyuruluyor:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ؛ لِتَأْمُرْنَ بِالمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنْ عَنْ المُنْكَرِ أَوْ  

لِيُوشِكْنَ اللهُ أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عُقَابًا مِنْهُ ثُمَّ تَدْعُوَنْهُ فَلَا يُسْتَجَابُ لَكُمْ

Yani nefsim yed-i kudretinde olana yemin ederim ki, emr-i bilma’ruf ve nehy-i anilmünkeri yaparsınız veya Allah size azabını gönderecektir. Sonra O’na dua etseniz de duanız kabul olmayacaktır.”5

Diğer bir hadiste ise:

مُرُوا بِالمَعْرُوفِ وَاِنْهَوْا عَنْ المُنْكَرِ قَبْلَ أَنْ تَدَعُونِي فَلَا أَجِيب لَكُمْ،

وَتَسْتَنْصِرُونِي فَلَا أَنْصُرُكُمْ، وَتَسْتَغْفِرُونِي فَلَا أَغْفِرْ لَكُمْ

buyurulmaktadır. Yani: “Allah’a dua edip de duanız kabul edilmiyecek ve af dileyip de mağfiret olunmayacağınız hale gelmeden önce ma’ruf ile emredin, münkerden nehyedin.”6

Yani süfyaniyet cereyanı cemiyette hâkim olunca, müslümanların bu cemiyetin ifsadatiyle dualarının kabulüne ve afvedilmeye liyakatları kalmaz. Yani cemiyetin tesiri menfi tarafa döner, millet ekseriyetle bozulur.

Hz. Üstad Meclisteki alimlerde bu sinsi cereyanı sezecek feraseti göstermediğinden hedefini değiştirdi. Yani Tarihçe-i Hayat eserinde yazıldığı üzere: “Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar...” T:148

Yani Hz. Üstad o zamanki, yani Osmanlının son devresindeki mevcud cemiyetten dahi uzak duruyor. Eğer meclise katılsa idi giderek hakimiyeti ele geçirmeye çalışan cereyanın dairesinde kalıp millî teveccühü ve nazarın cereyan lehine çevrilmesine vesile olurdu. Bu hakikatı çok manidar bir şekilde anlatan Hz. Üstad aynen şöyle diyor:

“Büyük memurlardan birkaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.” Ş:289   

Evet, Hz. Üstad, birinci Cihan Harbinin ve süfyaniyet musibetlerinin geleceğini haber vermişti. Bu haberin cüz’î bir numunesi aynen şöyledir:

“Hem maddî, hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerred kalmamı gıbta edecekler diyordu.” Em:112

Yani Hz. Üstadın bu beyanı, mevcud cemiyetten uzak durulmasının herkese baktığını hatırlatır.    

Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları eserinde mealen şu rivayet naklediliyor: «Deccal’ın çıktığını (süfyaniyet cereyanının cemiyetteki hâkimiyetini) işittiğinizde, (gördüğünüzde) ondan firar edip kaçınız. Çünki bir adam ona gelir, onu reddetmek üzere niyetlenip yanına gelir, (yani resmi bir vazife alır) fakat ona tabi’ olup kalır (yani onun getirdiği anlayış ve yaşayışa alıştırılır ve alışır.) Çünki Deccal’la beraber kalbleri vesveselendiren çok şeyler vardır.» (R.K.K. 808. hadis meali)

«Deccal’ın çıktığını duyduğunuzda, mümkün mertebe ona, (cereyanına, dünyaperest anlayışına ve yaşayış tarzına) yaklaşmayın. Çünki adam onu, (cereyanını) mü’min zannederek yanına gider, (içine girer) beraberinde biraz kalır, sonra ondaki şüphelerle ona tabi’ olup tuzağına düşer.» (R.K.K. 811. hadis meali) 

Yani Hz. Üstad, menfî cereyanın içine girerek değil, haricinde kalarak hakaikı neşir ve tebliğde bulunmak gerektiğini, hadis-i şerifin hükmü olarak nakleder. Şöyle ki:

“Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın nurlariyle mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar...” T:147                                                                                                                                                                                                                                    

Hz. Üstada sorulan ve bu hakikat-ı hadisiyeye mümasil olan bir sualde deniliyor ki:

“Sen eskiden şarktaki bedevi aşairde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevab: Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları, faidelerine racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa’y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tenbel eyledi.” Em:99

Hz. Üstad bu bozuk cemiyeti şöyle tasvir eder:

“… herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar.” Ş:227

Hz. Üstadın medeniyetten istifası, yani mevcud cemiyetten uzak durmasının sebeblerini de şöyle nazara verir:

“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu'nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır.” D:48

Keza, hakikatleri zıdlarına çeviren mevcud cemiyete karşı Hz. Üstadın ikaz edici şu beyanlarına da dikkat gerek:

Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.” M:471

Yani ahirzaman cemiyetinde çok faziletler tersine döndürülür. Yani “lisan-ı siyasette (ictimaiyatta), lafız mananın zıddıdır.” S:707

Bu vecizedeki hakikata kıyasla bu cemiyette, yani ekser insanlarda şu garib hal var:  öğrenmeğe muhtac olan ve süfyanî cemiyetin tesirinde kalan gafil, nasihat dinlemez, dinletmek ister. Hem hodfüruşane konuşmak için, bilgi sahibi kişilere hodfüruşane konuşmak ister.

Gerçi tamamen halklardan uzak durmak olmamalı. Yani kısmen de olsa kabil-i hitab olanlar varsa hizmet yürütülmelidir. Mesela Hz. Üstad diyor:

“Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdad ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet nev'-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev'iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.” D:48

İşte böyle insanların hodfüruşane konuşmalarına katılmamalı. Çünkü, o menfî hususiyetler farkında olmadan kişiye aşılanır. Halbuki bir İslam cemiyetinin, yani dar-ı İslamın ana unsurları şöyle sıralanır:

An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar.” M:434

Yani İslam cemiyetindeki konuşma ve sohbetler, mezkûr manada olunca, müsbet ve makbuldur.

Bütün Müslümanlar için temel nümune-i imtisal olan asr-ı saadetteki cemiyet hakkında da şu bilgi veriliyor:

“O zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki; yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana...” S:481

Yani bir İslam cemiyetinde umum İslamî adetlerin fiilen yaşanması ve bütün Müslümanların muhaverat ve konuşmaları, sohbetleri hakaik-ı imaniye ve Kuraniye üzerine olup ve fuzulî ve gereksiz konuşmaların olmamasının neticesi olarak manevî kemalata ve feyizlere mahzar olunur. Bu husus çok ehemmiyetlidir.

Rivayette de deniliyor ki:

“Büyükler ile oturunuz, hem-meclis olunuz. Alimlerden sorunuz. Bilmediklerinizi öğreniniz.” H.G. hadis:144

“Ulema ile alâkalı hadislerden birkaçı da şöyledir:

يُحَيِّ القُلُوبَ المَيِّتَةَ  جَالَسُوا العُلَمَاءُ وَ زَاحَمُوهُمْ بِرَكْبِكُمْ! فَانٍ اللهُ

بِنُورِ الحِكْمَةِ كَمَا يُحَيِّ الأَرْضَ بِوَابِلِ السَّمَاءِ

Yani «Ulema ile beraber oturunuz. Ve diz dize sıkışınız. Zira Allah, sema yağmuru ile toprağı dirilttiği gibi ulema meclislerindeki hikmet nuru ile kalbleri diriltir.»7

Bu ifadeler, hikmeti esas alan Risale-i Nur’a da işaret eder.

Evet, burada geçen hikmet hakkında Risale-i Nur’a bakan şu işaretler var:

Onuncu Âyet: يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ

Onbirinci Âyet: وَ يُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ وَ يُزَكِّيهِمْ

Onikinci Âyet: وَ يُزَكِّيكُمْ وَ يُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ âyetleridir. Meal-i icmalîleri der ki: “Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevî kirlerden temizlendiriyor.” Bu üç âyetin küllî ve umumî manalarında Risale-i Nur kasdî bir surette dâhil olduğuna iki kuvvetli emare var.

Birisi şudur ki: Risale-i Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın âyinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.” Ş:700

Yukarıda anlatılan hikmet meclislerinde oturunuz gibi ifadeleri bu asırda müceddidiyetin derslerini dinleyiniz, yani ihlas ve sadakat üzere yapılan derslere katılınız diye anlamak gerektir.

Mevzumuzla alakalı olan şu ibretli hadis mealleri de şayan-ı dikkattır:

“Her âlimin meclisinde oturmayın. Ancak şu beş şeyden, diğer beş şeye davet eden âlimin yanında oturunuz: (menfî fikirleri tasvir etmemekle) Şek ve şüpheden yakîne, kibirden tevazua, adavetten nasihata, riyadan ihlasa, (dünyaya) rağbetten zühde (davet eden âlimin yanında oturunuz.” R.E. sh: 468

Yani bu kısımda Risale-i Nur’un müsbet mesleğine işaret olup onun derslerine kulak veriniz manasında anlamak gerektir. Çünkü hadisler umum zamanlara ve mekanlara ve bilhassa ahirzamana bakan dersleri verir.

İmam-ı Azamın Ebu Yusuf’a vasiyetinden bir kısımı aynen şöyledir.

Halk önünde konuşma, yalnız sorduklarına cevap ver! Avam ve tüccar arasında da dinî ve zarurî bilgiye ait olmıyan sözlerden kaçın. Avam arasında ne gül, ne de gülümse! Çarşı pazara da çok çıkma! Halk ile çokça düşüp kalkma! Onlar seni arasınlar.

Delilerle konuşmayan, münazara âdabını bilmiyen ve iddialarını delilleri ile isbat edemeyen ilim adamları ile söze girişmekten kaçın! Mevki ve makam peşinde koşan, halk arasındaki günlük meselelere dalan ve bu suretle kendilerine şöhret ve menfaat sağlamak istiyen kimselerin sözlerine ve aralarına karışma!” İPA 1610. Parağraf

Bu kısımda İmam-ı Azam hazretlerinin bu vasiyetnamesi, zamanımıza daha çok bakmaktadır.

Netice olarak müsbet ve menfî iki cemiyeti karşılaştırıp deriz ki:

1- Menfî cemiyette fuzulî, dünyevî ve siyasî mânâda, gaflet verici, Allah’ı ve ahireti ve dünyaya geliş gayesini unutturan konuşmalar istila eder. İslam cemiyetinde ise, îmanî ve manevî, ahlakî değerlere bakan ve teşvik eden konuşmalar hâkim olur.

2- Menfî cemiyette İslam ahlakını ve hissiyatını ve anlayışlarını bozan ve bid’at denen yaşayış ve anlayışlar istila eder. İslam cemiyetinde ise fazileti geliştiren manevî ve uhrevî konuşmalar cereyan eder.

3- Keza fitne cemiyetinde bilhassa ahirzaman fitnesinde menfaat boğuşmaları ve enaniyet kavgaları ve hatta giderek kıtal ve hadis lisanıyla melhemeler, yani dâhilî mücadeleler şiddetlenir, öyle ki hakiki müslümanın yaşayışı çok müşkil bir duruma girer.

4- Bozuk cemiyette, dinî meselelere temel kitablara bakarak hüküm vermek yerine, cemiyetin aşıladığı anlayışıyla ve temayülata göre hüküm verilir.

İşte menfî cemiyetin tesirinde kalmamak için gafletkârane içine girilmemelidir.

Hayat-ı ictimaiyede ihtilat dairesinde bulunan Nurcuların çare-i necatı yok mu denilirse, şu mektubu iyi anlamak ve kabul etmekle mümkündür denir. Evet, Hz. Üstad diyor ki:

Bugünlerde hatırıma geldi ki: Hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvası nasıl mukabele edebilir?” diye me'yusane düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur'aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: "Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?" diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risale-i Nur'un hakikî ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a'mal-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melaikenin kırkbin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, hakikî, müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.” K:96

Bu mektubta geçen sadakat, Risale-i Nur’da gösterilen düsturlara, te’vilsiz bağlılıktır. Hizmet ise, günümüzde görülen ve  beşerî anlayış ve temayüllere dayanan tarzlarda değil, sadakat dairesinde, yani Risale-i Nur’da emir ve tavsiye edilen tarzda yapılan faaliyettir. Takva ve içtinab-ı kebair dahi, şeriatta bildirilen günahları ve insanları istila eden zamanın bid’alarını günah bilmek ve muhalefet durumunda nedamet ve istiğfar etmektir. Hz. Üstad imanı tarif ederken diyor ki:

“…günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” E:204

Çünkü asrımızda cemiyette sürekli görülen bid’alara alışan ve ünsiyet eden insan, gaflete düşüp ictinab-ı kebair niyetini unutur. Mesela:

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünki o masiyete devam eden, ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtela olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o masiyetinin ikaba mûcib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı ve gerek dâr-ül ikabı inkâra sebeb olur.

Ve keza masiyete terettüb eden hacaletten dolayı, o masiyetin masiyet olmadığını iddia etmekle, o masiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacaletten yevm-i hesabın gelmeyeceğini temenni eder.

Şayet yevm-i hesabı nefyeden edna bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet nedamet edip terketmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. -El’iyazü billah-” Ms:126

“Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, i’dam eder. Hristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî Mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.” H:144

“Bir kardeşimiz kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir mes’eledir. Belki size faidesi olur diye yazdık.

Bir zaman evliya-i azîmeden nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve a’sab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassüngâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren, bir manevî nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zâtlar hakikî nefs-i emmareden değil; belki mecazî bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmareden haber veriyor. Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki, onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un erkânları gibi herşeyini, enaniyetini bıraksın.

Bu acib asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip; öyle seyyiata öyle günahlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zarfında yirmi paralık bir sıkıntı ile, altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım. Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i manevîde, benim cephemde kırkikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde; o iki nefs-i emmarenin muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, “Ne için ben atmadım” diye en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim.

Cenab-ı Hakk’a yüzbin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bilhassa İhlas Risaleleri o iki nefsin bütün desaisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki haletleri birden izale etti. Ve manevî bir istiğfar olan kusurumu bildim. O hatanın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azabdan kurtuldum.” K:233

İşte mezkûr mektubta gösterilen şartlara riayet eden Nurcular, bu ortak anlayışlariyle bir cemaat ve bir şahs-ı manevî olarak şirket-i maneviyeleri tahakkuk eder ve her bir ferd, şirket sevabına dahil olup necad bulur diye bu mektub müjde veriyor.

KISALTMALAR:

B: Barla Lahikası

D: Divan-ı Harb-i Örfî

E: Emirdağ Lahikası

Em: Emirdağ Lahikası -2-

HG: Hikmet Gonceleri

İPA: İslam Prensipleri Ansiklopedisi

K: Kastamonu Lahikası

KH: Keşf-ül Hafa

M: Mektubat

Ms: Mesnevi-i Nuriye

Mu: Muhakemat

RE: Ramuz-ul Ehadis

RKK: Risale-i Nurun Kudsî Kaynakları

S: Sözler

Ş: Şualar

 

1 İbn-i Mace: cilt: 10 hadis: 4032

2 Yani teknik imkânlarla ve devlet kuvvetine dayanarak hakaik-ı Kuraniye olan Risale-i Nur’ları bütün dünyaya yayar. Yoksa Risale-i Nur’lara yeni ilavelerle genişletme yapmaz.

3 Yani sohbet-i suriyeden sıkılan halet-i ruhiyemi zorlasam dahi.

4 Yani hizmet ve imana ait olan sohbetlerden başka sohbetlerin gereksiz olduğu anlatılıyor.

5 Ramuz-ul Ehadis: cilt:2 sh:459 ve Taç Tercemesi: cilt:5 hadis:687

6 Ramuz-ul Ehadis: sh:393

7 Ramuz-ul Ehadis: sh: 271 ve Keşful Hafa: hadis: 1059

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık