بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
LÂİKLİK HAKKINDA BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN BAZI BEYANLARI
Bediüzzaman Hazretleri hakkında senelerdir konuşulur, yanlış-doğru fikir ve iddialar ileri sürülür. Bu tarz iddia ve anlayışların doğruluk ölçüsü, onun eserleridir. Bu eserlerin tamamına objektif ve insafla bakılırsa, Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya atılan mesele hakkındaki düşüncesi ve hükmü, isabetle görülür ve bilinir. Aksi halde ileri sürülen iddiaların isbatsız ve vahşi ve kişinin meyline göre olduğu ortaya çıkar.
3 Eylül 2000 Pazar tarihli Yeni Şafak gazetesinde Bediüzzaman Hazretlerine atfen şu iddia var: “Gerçek manada Lâikliğe kesinlikle karşı olmamıştır. Lâikliği din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görmüştür.”
Bu iddianın doğru veya yanlış olduğunu görüp göstermek için mezkûr metot üzere ve objektif olarak araştırıp tesbitine geçiyoruz.
Bediüzzaman Hazretleri bir âyetin işari mana cihetine istinaden diyor ki: “Evvelâ: لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'an'dan çıkacak diye haber verip, bir lem'a-i i'caz gösterir.” (Ş:271)
Bu izahiyle Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: 1350 de (Arabi hesabiyle 1932 de, Rumî hesabla, 1934 de) hükümet lâikliğe döner, yani İslâm hukukunu yürürlükten kaldırır. Dine bağlı kalmaz. Dini sâhibsiz bırakır. Buna karşı bir cihad-ı dini çıkacak. Yani dini koruyacak ve yayacak olan bir hareket (Nurculuk hareketi) çıkacak.
Bu ifadede lâik rejimin beğenilmediği manası varsa da, sarih hüküm olmadığından araştırmaya devam ediyoruz.
Aynı mevzu ile alâkalı olan şu hâdise naklediliyor:
“Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zabta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.]
Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir? Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum. Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun? Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.
İşte ey müddeiumumî ve mahkeme a'zaları! Elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiyle, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El'iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız! Benim son sözüm "Hasbünallahü ve ni'melvekil" olarak sizin beni i'dam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim: Ben Risale-i Nur'un keşf-i kat'îsiyle i'dam olmuyorum, belki terhis edilip, nur ve saadet âlemine gidiyorum ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar! İ'dam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden tamamıyla intikamımı sizden alarak kemal-i rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazırım! Onlara demiştim.” (Ş:363)
Bu kısım da siyasi tarifiyle, yani dinden kopuk fakat dine fiilen tecavüz etmeyen lâiklikle mütecaviz lâikliği hatırlatıp lâiklik taraftarlarını azgınlık yapmaktan çekmek ister. Aksi halde kendi rejiminizi kendiniz ihlâl edersiniz diye ihtar eder. Bu parçadaki ifade, Bediüzzamanın lâikliği normal gördüğüne delâlet etmiyor.
Muhatabın düşünce yapısını nazara alarak dine meylettirmek için ve lâik rejimin dinle barışamıyacağını ihsas eden “Farz-ı Muhal” gibi kayıdlarla bazı mebuslara yaptığı hitab ve eserlerinin bazı kısımlarında lâik rejime taraf olmadığını açıkça belirtmesi cihetleriyle anlaşılır ki Bediüzzamanın lâik rejime açık muhalefeti görülmeyen bazı ifadelerinden rejimin lehine bir mana çıkarılamaz. Objektif nazar bunu engeller.
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin lâik rejime taraf olmadığı halde, cemiyetimizin ictimaî haleti nokta-i nazarından ve maslahat-ı milliye cihetiyle mebuslara söylediği şu sözler güzel bir örnektir.
“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garbda gelmelerinin delaletiyle; Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garblılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkıyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in hakaikına kat'iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir.” (Em:224)
Yine aynı mesele ile alâkalı olarak Bediüzzaman Hazretlerinin lâik rejimi kabul etmemekle beraber rejime fiilen dokunmadığını, fikren muhalefete ise, müstebid olmayan rejimlerde dokunulmadığını hatırlatıp lâiklik namına bahanelerle dine ve dindarlara dokunanların medeniyet dünyasına dahi muhalif düştüklerini bildirip insafa davet ettiği, yani beşeri ve dinden kopuk fakat insaniyet-i suğra denilen medeniyetin prensiblerini çiğnememek manasını ihlas ve ihtar eden İstanbul ağır ceza mahkemesi huzurunda yaptığı şu tarihî müdefaası, lâik rejime bakış tarzı için de bir örnektir. Şöyle ki:
“En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkki etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartiyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.
Dininde çok mutaassıb ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur'an ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri, şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.
Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tâbi oldukları memleketin dinine, kudsî rejimine muhalif, zıd ve mu'teriz bulundukları halde o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.
Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o hıristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede, onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmıyan Şarkta, Garbda, bütün dünya adalet müesseselerinde câri ve hâkimdir.
Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek yüzlerce Âyat-ı Kur'aniyeye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, lâiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem kanunlar haricine mi çıkmış oldum?
Bu hilaf-ı hakikat bir hareket sayılabilir mi? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet, hiç bir hükûmette suç sayılmaz, bilâkis muhalefet meşru ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur.” (T:651)
1935’te Eskişehir Ağır ceza mahkemesi heyetine de şu hususları hatırlatır: “İşte efendiler, bu mes'ele gibi yüzer mesail-i imaniyeyi keşf ve izah eden Risale-i Nur'a, evrak-ı muzırra gibi, haşa yüzbin defa haşa! siyaset cereyanlarına âlet edilmiş garazkâr kitablar nazariyle bakmak... Hangi insaf müsaade eder, hangi akıl kabul eder, hangi kanun iktiza eder? Acaba istikbal nesl-i atisi ve hakikî istikbal olan âhiretin ehli ve Hâkim-i Zülcelâli, bu suali, müsebbiblerinden sormayacaklar mı? Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa tarafdar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem; lâik cumhuriyet, prensibiyle bitarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir.” (T:219)
Evet, İlâhi kanunları yürürlükten kaldırma esasına dayanan lâikliğin, bir İslâm cemiyetinde halkın hukuka bağlılığını zayıflattığını anlatan Bediüzzaman Hazretleri bazı mebuslara gönderdiği bir yazısında diyor ki: “Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mana içindir ki, elli senede bir ceza, sizin hergün müteaddid hapsinizden ziyade bize faide veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünki biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaatı hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz'î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan -hususan ihtiyacı da varsa- kuvvetli bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.
İşte bu cüz'î sirkat mes'elesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur'anın gösterdiği yol ile olabilir…” (H:78)
“Eski zamanda, Hürriyetin başında bazı dindar meb'uslar, Eski Said'e dediler:
Sen her cihette siyaseti dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşruiyet suretinde beğeniyorsun. Demek hürriyet ve meşrutiyet, şeriatsız olamaz. Bunun için seni de "şeriat isteriz" diyenlerin içine 31 Mart'ta dâhil ettiler.
Eski Said onlara demiş ki:
Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır.” (H:74)
Yukarıda bahsı geçen lâik Avrupa rejiminin bilhassa İslâm memleketlerinde milletin hukuka hürmet ve itaatını izale ettiğini ve vicdanlara yerleştiremediğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diğer eserinde şöyle izah eder: “Meleke-i marifet-i hukuk" dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan "meleke-i riayet-i hukuk" dedikleri emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriattan istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilakis mehasinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Evet nasılki nevamis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i ta'dil-i ahlâk, kuva-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi'ye muhtaçtır.” (Mu:141)
Keza birinci Millet Meclisinde mebuslara dağıttığı beyannamesinde aynı hakikatı te’yid eder mahiyette ve milletimizin ruhî mizacına dikkat çeken şu beyanlar, dikkate alınmalıdır:
“Enbiya'nın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır...” (Ms:100)
“İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid'atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş...” (Ms:100)
“Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan şböyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise, وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا âyetine zıddır.” (Ms:101)
“Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za'f-ı milliyeti gösterir. Za'f ise düşmanı tevkif etmez, teşci' eder...” (Ms:102)
Yani Bediüzzaman Hazretleri her zaman siyasilere bakan, fakat zâhiren Halk partisi eski dahiliye vekili ve sonrada parti genel sekreteri Hilmi Beye hitaben yazdığı mektubunda yine mezkûr meseleyi te’yiden diyor ki: “Bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an'ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru' etse de kalben bağlanmaz.” (E:219)
Bu ifade ve beyanlarda dahi iddia olunduğu gibi Bediüzzaman Hazretleri lâik rejim beraberliğinde yürüyen beşeri rejimlere “Evet” demiyor. Çünkü bunu Kur’an yasaklamıştır. Bu yasağı İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, 2187, 2188, 2195, 2196. Parağraflarında Kur’andan âyet numaralarını vererek izah eder. O halde ileri sürülen iddia şahsî anlayışa dayanıyor.
Bediüzzaman Hazretleri 1909’larda, lâik rejimin mer’iyetten kaldırdığı şeri’atı istediği için sorguya çekildiği zaman, o dehşetli ve salâbetli âlimleri asan askeri mahkeme reisi paşanın sualine verdiği cevab, ebedi devam edecek olan bir levha-yı celâdettir. Şöyle ki:
“Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:
– Sen de şeriat istemişsin?...
Bediüzzaman cevap verir:
– Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!
Bediüzzaman'ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet'e kadar arkasında kalabalık bir halk kütlesi mevcut olduğu halde: "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidalariyle ilerlemiştir.” (T:60)
“Ey paşalar, zabitler!
...İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezadır.” (D:40)
İşte bu ve daha pek çok benzeri ifade ve beyanlar, adı geçen gazetede iddia olunduğu gibi Bediüzzamanın lâikliği tasvib ettiği yolundaki isnadı tekzib eder.
Esasen, halkın çoğunluğunun tercihini esas alan cumhuriyetle, İlahî hukuku mer’iyetten kaldıran lâikliğin bir İslâm cemiyetinde birleşemiyeceğini bilmana hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
“Kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm, üss-ül esas-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, Din-i İslâm'dır. Şu esası vikaye etmek1 vazifemizdir. Çünki milletimizin maye-i hayatiyesidir.” (Mü:17)
Yani millî hayatın ve varlığın temel dayanak noktasıdır. Aksi halde İslâm cemiyeti çıkmaza düşer.
Lâikliğin İslâm hukukunu mer’iyetten kaldırma esası, Risale-i Nur’da bazan “dini dünyadan tefrik” ve benzeri ifadelerle anlatılır. Mesela Bediüzzaman vecizevî bir ifade ile der:
“Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler
Şu jön-türkün hatası; bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi2 bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iyye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı...
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi...” (S:716)
Yine Bediüzzaman diyor: “Üçüncüsü: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bu fıkrada بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ cümlesiyle diyor ki: Bin üçyüz ellidörtte (1354) Siracünnur -yani, Risale-i Nur'un nuru- ile dalaletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak. Eğer Hicri tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kur'anın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur'un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu, çok emareler ile hissediliyor.” (Ş:734)
Başka bir örnekte şöyle: “Nasılki Hükûmet-i Cumhuriye "Dîni dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak" prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi; dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen Hükûmet-i Cumhuriyenin dinsizliğe tarafdar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin me'murlarını iğfal eden gizli menfi komitelerden tefrik edilip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum.” (T:240)
Eğer faraza, lâik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: "Senin risalelerin, kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, lâdinî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor."
Elcevap: Hükûmetin lâik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi; Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda, nerede Türk varsa Müslümandır. Sair anâsır-ı İslâmiyenin küçük de olsa yine bir kısmı, İslâmiyet haricindedir. Böyle pek ciddî ve hakikî dindar ve bin sene kadar Hak dininin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde, mefâhir-i milliyesini milyonlar menabi-i diniye ile çakan ve kılınçlarının uçlariyle yazan bu mübarek milleti, "Dini reddeder veya dinsiz olur" diye itham eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki, Cehennemin esfel-i sâfilîn tabakasında ceza görmeye müstehak olurlar.” (T:231)
“Nev'-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma "hürriyet-i vicdan" düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev'-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür'etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize "lâdinî" ismi vermekle, ne dine ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak! Sizden sorulacak!.. Ne cevab vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi, hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmağa çalışıyorsunuz.” (M:430)
Bediüzzaman Hazretleri bu beyan ve izahlarıyla, mütevacih olmayan ve millî hayatta tarafsız kalan lâikliği aşarak mütecaviz bir lâiklik ihdas etmek isteyenleri, münsif devlet ricaline şikâyetâmiz makamda ve ikazkâr tarzda haber verir.
Evet Avrupa’daki lâiklik hareketi, İsevi dini ile muaraza etmekten daha çok papaz sınıfının tahakkümüne karşı idi. Çünkü asıl İsevi dini, ahkâm-ı siyasiye ve ictimaiye getirmediğinden Avrupa lâikliğinin dinleriyle çatışması içi sebeb yoktu. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder: “Din-i İsevî'de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a'zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci' olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı inkâr ve tekzib çıkmaz. Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.” (M:435)
Demek ahkâm-ı İslâmiye, beşeri müdehalelerle ilga edilemez. Hayatdaki hükümranlığı süreklidir. Bu sürekliliği Bediüzzaman Hazretleri şöyle anlatır: Resûl-i Ekrem (A.S.M): “Elinde de insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü' ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî'den ayrıldık, nev'-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev'-i beşer dünyadan kat'-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev'-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.” (İ:114)
Fikir hürriyetine tes düşen bir mahkeme karanamesi örneği:
Bediüzzaman ve talebelerinin mahkumiyetleri için yazılan Afyon Mahkemesi kararnamesinde suç unsuru olarak yazdıkları gerçekçelerinin bir kısmını hayretle ve ibret için nakleden Bediüzzaman Hazretleri inkılâbın esas icraatlarını gösteren objektif tesbitlerine suç demenin suç olduğunu dava eder. Parça aynen şöyledir: “Hem bu mevhum suça bir sened diye, benim bir Lem'ada ve Mu'cizat-ı Ahmediye'de (A.S.M.) bir hadîs-i şerifte:
اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَفَسَادًا وَجَبَرُوتًا
Yani, Hulefa-i Raşidîn'den sonra bir fesad olacak. İşte bu hadîs üç mu'cize-i gaybiyeyi gösterdiğini bir eski risalemde yazmıştım. Kararname benim bir suçum olarak, Said bir risalede demiş: "Hilafetten sonra ceberut ve fesad olacak." Ey sathî heyet! Bir işaret-i gaybiyede bu zamanımızda maddî ve manevî en büyük bir fesad-ı beşerîyi ve zemini zîr ü zeber eden bir hâdiseyi haber veren bir hadîsin i'cazını beyan etmeği suç sayan, maddeten ve manen suçludur.
Hem suçlarından diye: "Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, latin harflerinin huruf-u Kur'aniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kamet okunması, mekteblerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılab hareketlerini bid'at, dalalet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur." diye yazmışlar.
Ey insafsız heyet! Eğer her asırda üçyüzelli milyonun kudsî ve semavî rehberi ve bütün saadetlerinin proğramı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tesettür ve irsiyet ve taaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeair-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur'aniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini, umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkün ise ve mürur-u zamanı ve müteaddid mahkemelerin beraetlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz. Said Nursî” (Ş:431)
Keza İslam birliğini temsil edeceği bildirilen: “Sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nuru bir programı olarak neşr ve tatbik edecek. O zâtın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektir.” (St:9)
Şeri’atın tatbik olduğu yerde lâiklik, lâikliğin hükmettiği yerde de ictimaiyata bakan şer’i hükümlerin bulunamayacağını avam dahi bilir.
Bediüzzaman Hazretleri 1909’lardaki siyasi dalgalanmaların önlenmesinde önemli bir çare olarak İslâm hukukunun tatbikini görüyor ve diyor ki: “En mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir.” (D:25)
Sonra anladı ki, bu ictimaî vazife gelecekte İslâm birliğine bakan bir vazifedir ve kendisinin ve has Nurcuların vazifesi imanı kurtarmaktır. 1926’larda te’lifin başladığı Risale-i Nur’larda, bu siyaset üstü manevî hizmeti esas almış ve has talebelerine de aynı hizmet tarzını tekrarlı telkinlerle talim etmiş ve şart koşmuştur.
Esasen İslâm hukuku, yani Kur’andaki kanun ve esaslar, Allah’ın sonsuz ilminden geldiği için onlarda, eksiklik tutarsızlık aramak ve geçersizliğini düşünmek, imanla bağdaşmaz.
Evet, hukukun icraatının manevi hizmet ehlinin vazifesi olmadığını anlatan Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Hedef ve maksadları da, i'lâ-i Kelimetullah'tır. Şeriatta yüzde doksandokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü-l emrler düşünsünler.” (D:20)
NETİCE:
Risale-i Nur Külliyatından objektif bir nazarla kısmen tesbit edilen parçalar müvacehesinde Hz. Bediüzzamanın lâik düşünce sahibi olduğu iddiası, açıkça görüldüğü üzere indîdir.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.