DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

MÜTEŞABİH

Birbirine benzeyenler. Mana inceliği ve külliyeti gibi sebeplerle bir derece kapalı veya mecaz manada olan ayet ve hadis. Keza, zâhirî manası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade şekilleri de, müteşabih sayılırlar.

Kur’andaki bir kısım âyetlerin müteşabih olduğunu yine Kur’an bildiriyor. Şöyle ki:

هُوَ الَّذ۪ٓى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ  Ya Muhammed! O şerik ü nazirden münezzeh, aziz ve hakîm olan Allah-ü Zülcelal’dir ki, sana bu Kitab-ı Ekmel’i inzal etti.مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ Bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemattır; mana-i murada delaletleri kat’i, ibareleri ihtimal ü iştibahtan mahfuz ve muhkemdir. هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ  Bunlar ümm-ül kitabdırlar; kitabın anası, fehimde asl ü esastırlar. Tefrik-i hakk u batıl, tasdik-i hakaik asıl bunlardadır. İlm ü amelde ittiba’ edilmesi lâzım gelen edille-i esasiye, bürhan-ı hidayet bunlardır.

Her âyet-i muhkeme, diğer âyat-ı muhkeme ile mukayese edilmek şartıyla manaları, hükümleri yakînen tayin olunur. Herbiri nefsinde muhkem olmakla beraber yekdiğerine nazaran ıtlak u takyid, umum u husus, takrir ü tefsir, istisna veya tahsis veya nesih gibi nisbet-i muayyene ile bir alâka-i muhkemeleri vardır. Bunlar zahir, nass, müfesser, mana-yı hassiyle muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkematın bu nizam-ı vahdetle mukayeseleri de, ilm-i Kur’anın usul-i muhkemesindendir..

Diğer bir kısmı da müteşabihattır. Yani herbiri murad olunabilecek gibi görünmekle, birbirine benzer müteaddid manaları muhtemildir.” (Elmalı tefsiri :1035-1036)

“Müteşabihat denildiği zaman manasız bir ibham-ı küllî iddia edildiğini zannetmek büyük bir hata teşkil eder. Müteşabihat manasız ve mühmel değil, kesret-i maaniden dolayı muayyen bir murad tayini mümkün görünmiyen ve daha doğrusu ifade ettiği hakaik-i muhita zihn-i beşerle kabil-i istiab olmadığından dolayı, mübhem görünen bir ifadedir. Bu öyle bir beyandır ki; hakikat, mecaz, sarih, kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafi gibi vücuh-u beyanın mecmuunu havidir... Zaten kelâmda ibham, mevkiine göre en büyük vücuh-u belagattan birini teşkil eder. Her şahıs her manaya muhatab olamıyacağı gibi, bütün ilm-i  İlahînin ifham ve tebliğine alel’umum beşeriyetin kudreti dahi mütehammil değildir.” (Elmalı tefsiri: 159)

Tabirat-ı Kur’aniye olan müteşabihat tabirini ehillerince ve usulüyle gösterilen bu mücmel manasını nakilden sonra, ilmî ve hikmetleri ciheti Risale-i Nur’dan tehkik edilecek. Şöyle ki:

Nasıl Kur’an-ı Hakîm’in müteşabihatı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehadîsin de Kur’anın müteşabihatı gibi müşkilatı vardır. Bazan çok dikkatli tefsire ve tabire muhtaçtır. Geçmiş misallerle iktifa edebilirsiniz.

Evet nasılki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rü’yasını tabir eder. Öyle de: Bazan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menamına tatbik eder bir tarzda mana veriyor, tabir ediyor. Öyle de: Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam!.1 Sırr-ıمَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى  ve  تَنَامُ عَيْنِى وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى hükmüne mazhar ve hakikî hüşyar ve yakzan olan zâtın gördüğünü sen kendi rü’yanda inkâr değil, tabir et. Evet uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müdhiş bir harbde yaralar alır gibi bir hakikat-ı nevmiye bazan telakki eder. Ondan sorulsa, “Hakikaten ben yaralandım. Bana top, tüfek atıldı.” diyecek. Yanında oturanlar onun uykusundaki ızdırabına gülüyorlar. İşte bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-i nübüvvete mihenk olamazlar.” S:349

Yani, dinî sahada makbuliyeti tesbitli, yani ulema-i İslamca makbuliyeti ve sahib-ür re’y olduğu bilinen zatların sözleri dinlenir. Ahkâm-ı şer’iyede de, icma veya asgarî olarak re’y-i cumhur şarttır. Şöyle ki:

“Müstaid, Müçtehid Olabilir; Müşerri’ Olamaz

İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için, nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayre ilzam edemez.

Ümmeti davetle teşri’ edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri’ olamaz.

İcma’ ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.

Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz...” S:705

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَقَدْ جَاءَ اَشْرَاطُهَا âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akide-i avam-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.

وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatları izhar ederler.” Ş:579

Yukarıda anlatılan te’vil salahiyeti de yukarıdaki ayette bildirilen ilimde râsih olan alimlere aiddir.

Keza, İman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebu Bekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, Güneş’in mağribden çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tövbe kapısı kapanır; daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan gibi eşhas-ı müdhişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.” Ş:578

Evet, “Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.” S:344

Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cem’iyetin şahs-ı manevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infiradî galib olduğundan, cemaatin sıfat-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatın başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle; o şahıslar, hârika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük bir acûbe cisim ve müdhiş bir heykel ve çok hârika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vakıa mutabakatı görünmüyor ve o rivayet müteşabih olur.” Ş:582

“Onuncu Mes’ele: Rivayetlerde, eşhas-ı âhirzamanın fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.

Vel’ilmü indallah, bunun tevili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri manevî şahsiyetin azametinden kinayedir. Bir vakit Rusya’yı mağlub eden Japon Başkumandanının sureti; bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı Port Artür Kal’asında olarak gösterildiği gibi, şahs-ı manevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde, hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor. Amma fevkalâde ve hârika iktidarları ise, ekser icraatları tahribat ve müştehiyat olduğundan fevkalâde bir iktidar görünür, çünki tahrib kolaydır. Bir kibrit bir köyü yakar. Müştehiyat ise, nefisler tarafdar olduğundan çabuk sirayet eder.” Ş:585

Hem iki Deccal’ın sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivayetlerde iltibas oluyor, biri öteki zannedilir. Hem “Büyük Mehdi”nin halleri sâbık Mehdilere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (R.A.) yalnız İslâm Deccalından bahseder.” Ş:588

Yani yalnız süfyandan bahseder. Çünkü süfyan cereyanı mehdiyet cereyanı ile mücadele ederler. Şöyle ki:

“Evet yukarıda temas edildiği gibi, aynı zaman içinde bulunan mütekabil bu iki cereyan, İslâm cemiyetlerinde muhtelif zaman ve mekânda, devre devre zuhur eder. Âhirzaman devresindeki ise, bunların en şiddetlisidir.

Bir hadiste şöyle buyurulur:

وَهْبٌ يَهُبُّ اللهُ لَهُ الحِكْمَةُ وَالآخَرُ  يَكُونُ فِي أُمَّتِي رَجُلَانِ أَحَدُهُمَا

الأُمَّةِ أَشَدُّ مِنْ فِتْنَةِ الشَّيْطَانِ غيلان فَتَنْتَهِ عَلَى هَذِهِ

Bu hadis-i şerif, ümmet-i Muhammediyenin hayatı nokta-i nazarında çok şamil bir te’siri haiz iki şahsı haber vermektedir. Bunlardan biri, mahz-ı mevhibe-i İlahiye olacak ve kendisine hikmet-i İlahiye ve hikmet-i Kur’aniye ihsan edilecek. Diğeri de, fitnesi bu ümmet-i Muhammed’e şeytandan daha te’sirli olan bir şerir zalim olacaktır.

Bu şerir şahsın tahribatına karşı, tamirci ve manen vazifedar şahsın ilmi, mezkûr hadiste de geçtiği üzere, vehbîdir. (Bak: 3210.psonu) (Asrın müceddidini tanıma imkânı, bak: 2685.p.)İslam Prensipleri Ansiklopedisi 2294/2.p

“Onüçüncü Âyet: Sure-i Âl-i İmran’daوَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

Ondördüncü Âyet: Sure-i Nisa’da لكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ

Bu iki âyet bu asra da hususî bakarlar.

Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şübheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda,2 ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’aniyenin hakikî tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var. Harb-i umumî vasıtasıyla,3 bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def’eden başta Risale-in Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risale-in Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ülema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلاَّ اللّٰهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynenاِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى  nın makamı gibi bin üçyüz kırkdört (1344) (yani miladî 1928) ederek Resail-in Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.” Ş:701

Müteşabih ehadise, geniş daire, yani siyaset dairesi nokta-i nazariyle bakmanın bir mahzuru şöyle izah ediliyor:

“Kardeşlerim! Eskişehir hapishanesinde, âhirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir-iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş-altı defa aynı mes’eleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o mes’elenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve itikad ile, ehl-i imanın me’yusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye dehşetli hâdisata karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip ümidimi kırardı.

Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: “Ciddî bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin “Bir ışık var, bir nur göreceğiz” diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi, Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek, eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

Evet otuz sene evvel bir hiss-i kabl-el vuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa, karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.” K:26

İşte müteşabihat hakkında mücmelen verilen mezkûr izahat, istikametli anlayışı kazanmak için kâfi gelebilir deyip iktifa edildi.

 

1 Bu kısımda, şeriatın gösterdiği hüküm ve izahatı nazara almadan, yalnız beşerî ve maddî ve dünyevî anlayışla, manevî meselelerin izahına girişilmesi tenkid ediliyor. Evet, Hz. Üstad şu kaideyi nakleder:

“Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında ihtilafları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh Avrupa feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur’anın hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-i İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm, nefs-ül emir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fennî mes’eleleri keşfeden feylesoflar, Hakkın esrarını, Kur’an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünki kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür.” Ms: 239

2 Yani, bilhassa televizyonlarda bazı enaniyete mağlub olan kişileri, din kisvesiyle konuşturup milletin ifsad edildiği bir zamanda,

3 Yani demokrasi perdesi altında öyle bir şiddetli muamele meydana geldiki, müsbet siyaset yolu kapandı. Hz. Bediüzzaman durumu şöyle tavsif eder: “Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye* ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.” Ş:292 Yani haricde düşman taraf bilinir, fakat dahilde dost düşman karışıktır.

İstibdadat-ı askeriye; yani idarenin sivilden askere geçmesiyle Avrupa’nın sefih medeniyetini memleketimize getirerek milleti alıştırmak yolunu açmakla yapılan tahribata karşı bir ikaz nazara veriliyor.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık