ŞİDDETLİ TAHKİR VE MUHALEFET ÖRNEKLERİ
Şiddetli tahkire lâyık olanlara karşı kullanılan şu ifadelerin muhatablarına müsamaha göstermenin ve müsamahayı herkese teşmil etmenin taşıyacağı manayı anlamak gerek. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zendeka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, o zendekanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaası’nda tab’ettirmiştim.» (L:177)
İşte dinsizliğini gizleyerek müslümanlar arasına sokulan ve zâhiren müslüman görünen bu cereyana karşı, iman esaslarının isbatının lüzumunu gören Bediüzzaman Hazretleri’nin yazdığı Tabiat Risalesi’ndeki bazı şiddetli ifadeleri görelim. Şöyle ki:
«Bu risalenin sebeb-i te’lifi; gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ana hücum edilmesidir. O hücum ise, şiddetli bir hiddeti (kalbe) kaleme verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nur’un mesleği, nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir.» (L:176)
«Ey ahmak-ul humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan, seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni’-i Zülcelal’i gör.» (L:185)
«Evet o küfür; ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezeyandır.» (L:179)
«Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.» (L:178)
«İşte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki; senin zerratın adedince muhalat ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan, bu dalaletten vazgeç!» (L:181)
«Hâlık-ı Kâinat’ın san’atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.» (L:182)
Evet «Tabiiyyunların fikr-i küfrîleri, ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar “mütefennin ve akıllıyız” diye dava ettikleri halde, akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni’ ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!» (L183)
«İşte kâinatı dolduran bu yüksek sesleri ve kuvvetli şehadetleri işitmeyen ve kulak vermeyen, ne derece sağır ve ahmak ve cani olduğu elbette anladınız.» (Ş:603)
«Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!» (L:120)
«İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk’ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir. Mü’min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, akibetinde müstehak oldukları Cehennem’e teslim eder.» (L:121)
Risale-i Nur Külliyatı'ndan çok az aldığımız mezkûr şiddetli ifadeler, herkese müsamaha göstermek yolunu açmak istemekle istikamet-i şer’iyeyi aşanların hareketlerini nakzediyor.
GİZLİ VE DAHİLÎ İFSAD PLÂNI
1952’lerde Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul’da Eşref Edip Fergan’la yaptığı bir mülâkatında verdiği beyanatta şu hususa dikkat çekti:
«Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cem’iyetin bünyesi buna dayanamaz, çünki düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cem’iyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur.» (T:628)
Mezkûr gizli ifsad tarzı, İslâma en çok zarar veren bir fesad hareketidir.
Hulûl plânı denen bu gizli ve içten ifsad yoluyla ve zâhiren Nurcu ve dost görünerek has Nurcuların alâkalarını geniş daire mes’elelerine çekip, Risale-i Nur’un hizmet düsturlarından uzaklaştırmak plânından teyakkuz için deniliyor ki:
«Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.» (T:690)
«Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zâhirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski plânlarını bırakıp, daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O plânların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, Gül ve Nur Fabrikasının kahraman şakirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar.……Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar.» (Em:125)
Bediüzzaman Hazretleri, Demokrat Partisi devrinde dine dost meb’uslarına yazdığı ikaznamesinde, millî ahlâkı ifsad edenlere müsamahakârane dost olunmasını değil, onlara karşı cephe alınmasını tavsiye eder ve der ki:
«Komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata binaen Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.» (Em:24)
Yeri gelmişken ehemmiyetli bir hususa dikkat çekeriz ki; bu “hoşgörü”yü hararetle yayanlar, gerek Türkiye’de, gerek İslâm dünyasında insanlığın temel prensiplerini, din ve vicdan hürriyetlerini açıkça çiğneyip müslümanlar üzerinde yapılmak istenen zulüm ve tecavüzlerde ya fail veya müşevvikidirler. Veya en azından, seyirci kalırlar. Bu zulümkâr hâdiseler karşısında insan sevgisi ve hoşgörüden hiç bahsetmezler. Hattâ öyle durumlarda şefkat ve müsamahakârlığı nazara vermek, bunlara göre suç işlemek demektir. O halde bunların samimiyetlerine inanmak mümkün olur mu?
İşte bunlar bu tarz tutarsız hareketleriyle, ifsadçılık mesleklerinde acemilik yapıp; milletin uyanmasına ve bu acib cereyan mensublarının daha çok tanınmasına yol açıp kendi aleyhlerinde çalışıyorlar. وَاِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ اَوْ يَقْتُلُوكَ اَوْ يُخْرِجُوكَۜ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ
GİZLİ MÜFSİD DİNSİZLERİN İÇYÜZÜ
Bu gizli ve sinsi müfsidlerin zâhiren medenî görünen zilletli içyüzlerinin hakikî çehresi, “Mesnevî-i Nuriye” adlı eserde tasvir edilirken deniliyor ki:
«Hayalin ile Nurşin Karyesi’ndeki Seyda (K.S.) hazretlerinin meclisine git. Ve o zatın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak! O zat-ı kerimin irşadıyla, fukara elbisesine bürünmüş sultanları ve insan libasını giymiş melaikeleri gör.
Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris’e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî Âdem suretine girmiş birer ifrittirler.» (Mesnevî-i Nuriye Tercüme: A. Badıllı sh:179)
Münafıkların ve şer cereyanlarının ifsadlarıyla bozulan insanlar, tefessüh ettikçe hayvaniyet derecesine düşüyorlar ki, buna “mesh” denir.
Sünuhat adlı eserde, asrımızdaki sefih medeniyetin beş menfi esasından birisi olan “heva” nın, beşerin mesh-i manevisine1 sebeb olduğu ifade ediliyor ve zamanın bozuk ve fâsık medeniyetinin neticesi nazara verilirken deniliyor ki:
«Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.
O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i manevisine sebeb olmaktır.
Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.» (STİ:40)
«Biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değil, çünki insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılab eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır.» (L:120)
Kur’anda, lâyık olanlara bakan pekçok şiddetli âyetlerin ilhamıyla yazılan bu şiddetli ifadeler; Bediüzzaman Hazretlerinin hâşâ ifratkâr sözleri diye mi değerlendirilecek?
Ehl-i sefahetin menfî hayatlarını okşarcasına onlara müsamaha göstermek ve onlarla ihtilat ile nazar-ı âmmeye görünerek fâsık-sâlih herkesi meşruiyet vasfında eşitlermiş gibi göstermek manasına gelmez mi?
MİMSİZ MEDENİYETİN ALÇAK VAHŞETİ
Halbuki Bediüzzaman Hazretleri deniyet ve rezalet manasında bir tabir olarak kullandığı “mimsiz” medenilere dostluk şöyle dursun, şiddetle hitab ederek milletin ikazına çalışmıştır. Meselâ O, şöyle demektedir:
«Ben hakikî, menfaatli medeniyete karşı değil, belki kusurlu ve zararlı “mimsiz” tabir ettiğim medeniyete karşı otuz-kırk seneden beri i’caz-ı Kur’anı esas tutup, o medeniyetin muhalif noktalarını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i’caz-ı Kur’anı isbat etmek esası üzerine; matbu’ ve gayr-ı matbu’ Arabça ve Türkçe çok kitablar yazdım.» (T:255)
Bediüzzaman Hazretlerinin mimsiz medeniyetten; yani bu medeniyete bağlı olanlardan uzak durmasının sebebi hakkında bir sual:
«Sen eskiden şarktaki bedevi aşairde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevab: Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları, faidelerine racih geldi.» (Em:99)
«Havarik-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyeyi, bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi.» (K:72)
«Adalet-i İlahiye, İslâmiyet’e ihanet eden mimsiz medeniyete öyle bir azab-ı manevî vermiş ki, bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşağı düşürtmüş.» (K:22)
«Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zâlimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.» (M:429)
«Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, kat’iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlış yola sevkediyorsunuz. Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatın idaresinden daha müşkildir.» (L:122)
«Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış.» (S:27)
«Mimsiz medeniyetin pisliği ile dünyayı mülevves ettikleri için, aynı istihracın gösterdiği tarihte, o mimsiz medeniyetin başına da öyle bir semavî tokat indi ki, en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.» (K:87)
«Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.» (K:253)
«Bir mes’ele daha var. O da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’ana göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin îcabatından olarak hacat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.» (Em:242)
Zamanın medeniyeti ve medenileri hakkında mezkûr şiddetli ifadeler ve tavsifattan, bu medenilere hoşgörü namı altında yaklaşanlara da mes’uliyet hissesi çıkar.
Aynı mevzuda Lemaat’ta yarı-manzum tarzda mimsiz medeniyet hakkındaki ifade şöyledir:
«Cazibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci’, teshil; hevesatı, arzuları tatmin; bundan çıkar sefahet.
O heva, hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Ma’nevi meshediyor, değişir insaniyet.
Şu medenilerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret.
Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı...» (S:712)
«Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır.» (DHÖ:46)
«Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara benzeterek yanaşmayınız.» (Mesnevî-i Nuriye Tercüme: A.Badıllı:252)
İşte Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ana ittibaen yukarıda nümunelerini gördüğümüz şekilde daha pek çok ders ve ikazlarıyla, efkâr ve hissiyat-ı milliyemizin muhafazası ve insaniyetin mimsiz medeniyete bulaştırılmaması için çalışılmasını istemiş ve lisan-ı hal ve kaliyle telkinlerde bulunmuştur. Elbette ki; talebelerinin de bu yolu takib etmeleri icab eder.
MÜBAREZE KANUNU TEKÂMÜLE VESİLEDİR
Hak ve bâtılın karşı karşıya gelmesiyle meydana gelen mübareze kanunu neticesi olarak ebrarın eşrardan nefretle uzak durmaları, sahabeler devrinde en ileri derecede olduğundan, bu devrin ebrarı olan sahabelerin üstün bir kemalât kazandıklarını, sonraları ise mübareze kanunu zayıflamakla yani bir nevi müsamahakârlıkla ebrar ve eşrar arasındaki mesafenin azalarak içiçe girdiğini ve ebrarın eşrara karışmasıyla eşrarla ünsiyet meydana gelip ahlâk-ı içtimaiyenin bozulmasına yol açıldığını beyanla asrımızın dikkatini çeken Hazret-i Üstad diyor ki:
«Sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insaniyenin en a’lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılab-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı.……Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu.» (S:489)
İşte ehl-i dünyaya ve fâsıklara müsamaha ve dostluk göstermek, tekâmül sebebi olan mezkûr mübareze kanununa zıttır. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi’ bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi’ kıldığı için; o şecere-i hilkatın câmi’ bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.» (L:80)
Demek, teslimiyetli müslümanlar arasında zararlı olan mübareze, ahyar ve eşrar arasında şer’î şartlara göre olursa tekâmüle vesiledir. Fâsıklarla dostluk ise, mezkûr hikmet-i Rabbaniyeye muhalif bir harekettir.
Bir âyette hakiki mü’minlerin iman kemalâtı hassasiyetiyle küfrü, fıskı ve isyanı nefretle kerih gördüklerinin nazara verilmesi, mes’elenin ciddiyetini gösteriyor. Şöyle ki:
« وَلٰكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ اِلَيْكُمُ اْلا۪يمَانَ Ve lâkin Allah size imanı sevdirdi…
İşte böyle imanın esası bir sevgi ile alâkadar olduğu, sevgi de Allah’ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı sevdirdi.
وَزَيَّنَهُ ف۪ى قُلُوبِكُمْ Ve onu, o imanı kalbinizde tezyin buyurdu -mucebince amel edip Peygamber’e itaat ettiniz.
وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ Ve küfrü, füsuku, isyanı size kerih, iğrenç kıldı -onun için onlardan sakındınız.
«اُو۬لٰٓئِكَ İşte onlar -öyle imanı sevip Peygamber’e iman eden ve kalblerinde iman ziynetlenip mucebince amel ederek sıdk ile itaat eyleyen ve küfrü, füsuku, isyanı menfur görüp imanın istikametince sadakat ve itaattan ayrılmayan kimseler هُمُ الرَّاشِدُونَodur ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden zâtlardır. Allah’ın fazl u ni’metinden -yani o rüşd, yahud hep bu zikrolunan tahbib ve tekrih ve rüşd, Allah’ın fazl u ni’metinden olarak cereyan etmektedir.» (Elmalılı Tefsiri sh:4459-4461)
Evet, müslüman; küfre, nifaka, fıska ve dalalete muhalif ve İslâm’a tarafdardır. Kur’anda bu hakikat tekrar be-tekrar nazara verilmiştir. Kur’anın bu derslerini bu asrın insanlarına izhar edip neşreden Bediüzzaman Hazretleri, meşru ve yerinde olmayan müsamaha şeklini red ile müslümanlar arasında uhuvvet ve tesanüde, ittifaka götüren afv ve müsamahayı terviç etmiştir.
İşte bu derslerde anlatılan zararlara düşmemek için, mimsiz medeniyet ehline müsamahakârlıkla yanaşmamak gerektiğine dikkat çeken Hazret-i Üstad şu ikazda bulunuyor:
«Ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara benzeterek yanaşmayınız. Güya zannedersiniz ki, bizim ile onların arasında bir köprü vazifesini görüp de muvasalayı temin edecekmişsiniz ve aramızdaki pek derin dereyi dolduracakmışsınız, kellâ!.. Yanlış düşünüyorsunuz.…… Belki ya onlara iltihak edersiniz veyahut dalaletin en uzak derekesine düşüp İslâmiyetten uzaklaşırsınız.» (Mesnevî-i Nuriye Tercümesi A.Badıllı:251)
DİNDEN TAVİZ VERMEKLE DİNE HİZMET OLUR MU?
Bediüzzaman Hazretleri daha çok zamanımıza bakan ehemmiyetli bir mektubunda eğer ehl-i dünyaya müsamahakârlıkla yanaşıp onlarla temas kurmuş olsaydı, binlerce adamın Risale-i Nur’a girip eserlerini neşredeceklerini ve mahkemelerle eziyetler de vermeyeceklerini fakat buna rağmen o ehl-i dünyaya yanaşmamak gerektiğini ifade ile ders verir ve der ki:
«Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Hem manevî, hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevabdır.]
Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!
Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor.……En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.» (E:38)
Evet, bid’alara müsamaha ile sağlam bir hizmetin yapılamıyacağını beyan eden Hazret-i Üstad, dikkatleri Risale-i Nur mesleğine çeker ve der ki:
«Mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.» (E:63)
İşte bütün bu beyanlar, Risale-i Nur’un mesleğini sarahaten gösteriyor.
Hürmete lâyık muhterem zatlar olduğu gibi, hürmete lâyık olmayanlar ve müsamahakârlıkla kendilerine yaklaşılmayacak olanlar da vardır. Ezcümle bir hadîste şöyle buyurulur:
ثَﻻَثَةٌ ﻻَحُرْمَةَ فَاسِقٌ مُعْلِنٌ بِفِسْقِهِ وَصَاحِبُ هَوًى وَسُلْطَانٌ جَائِرٌ
«Yani: Üç kimseye hürmet yapılmaz: Fıskı açık işleyen fâsık, hevasına uyan kişi, zâlim hükümdar.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:267)
Bütün ders ve ikazlarını Kur’andan ve hadislerden alıp zamanımızın anlayışına ve ihtiyacına uygun bir şekilde ilhamen izah eden Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine hitaben diyor ki:
«Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci’, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Ş:320)
Bu beyanda da, avam mü’minlerin moda ve medenîlik namı altında aşılanan sefahetten uzak durmaları için ehl-i sefahete karşı duran ve salabet-i diniyeye sahib ve emin bir hizbullahın elzemiyeti nazara veriliyor. Ve dine hizmette önde görünenlerin, müsamaha ile ehl-i sefahete ve Avrupaî hayata yanaşmalarından doğacak dehşetli tereddinin felaketine de dikkat çekiliyor.
Bu ve benzeri derslerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hattâ cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir.
Bediüzzaman’ın ehl-i dünyaya yanaşmaması ve müsamaha göstermemesi hakkında bir sual ve cevabı:
«Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun?
Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?
Elcevab: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum.» (M:68)
diyerek müsamahakarlık tavrını göstermemektedir.
Hazret-i Üstad hükûmete müracaat etmemesinin sebeblerinden birini anlatırken de der ki:
«Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zendeka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zendekayı okşamak demektir.» (M:74)
EHL-İ SEFAHETİ HOŞ GÖRENLER, DİNDARLARIN NEFRETİNİ KAZANIR
Ehl-i sefahetin teveccühünü kazanmak için onlara müsamahakarlık tavrıyla hoşgörünmek ehl-i hidayetin nefretine sebeb olduğunu ders veren Hazret-i Üstad, şu ikazı nazara verir:
«Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bu hubb-u cah cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalâletin propagandacılarına veya şeytanın şakirtlerine deyiniz ki:
“Evvelâ rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve kabul‑ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür; yoksa arzu edilecek birşey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beşpara etmez.””
Hubb-u câh hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır.» dedikten sonra bunu izah eden bir misal verilir ve misalin ifade ettiği hakikat da şöyle açıklanır:
«İşte, aynen bu misal gibi, âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl‑i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz herişerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar‑ı dikkat ona çevrilir.
Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ2 duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra nev’inden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez.
Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl‑i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. » (M:413)
MÜ’MİNLERİN EBEDÎ DÜŞMANLARI
Ehl-i sefahete müsamahakârlık yolunda şeairden taviz verip bid’alara kapı açmanın getireceği zararlı neticelere dikkat çekip ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde dağıttığı beyannamesinde diyor ki:
«Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. fieairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder…» (Ms:102)
Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«Ey kardeşbil ki! Kâfirler, hususan Avrupalılar ve bilhassa İngiltere şeytanları ve Firenk iblisleri, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana ebedî can düşmanı ve daimî muannid hasımlardır.
Çünki Kur’an-ı Hakîm; Kur’an’ı ve İslâmı inkâr eden kâfirleri ve onların abâ ve ecdadlarını i’dam-ı ebedî ile mahkûm ediyor. Evet o Kur’anın kat’î nususuyla o kâfirler ebedî bir surette i’dama mahkûm ve Cehennem’de sermedî mahbusturlar.
İşte ey ehl-i Kur’an! Size ebedî düşman olan ve hiç bir surette size muhabbet ve meyletmelerine imkânı olmayan kimselere nasıl meyl ve muhabbet ediyorsunuz? Madem öyledir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُdeyiniz.» (Mesnevî-i Nuriye Tercümesi/A.Badıllı:179)
Bu kısımda açıkça görülüyor ki; herkese müsamaha göstermek, Risale-i Nur’a ve meşruiyete uygun düşmüyor. Gizli din düşmanlarının; mimsiz, sefih medeniyete tedricen alıştırmak ve hayat tarzlarını aşılamakla millî ahlâkı bozup İslâmî hayatı unutturmağa çalışmalarına karşı müsamaha göstermeyen ve onlara sert mukabelede bulunan Bediüzzaman Hazretleri bir müdafaasında şöyle der:
«Elbette 1350 senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’anımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda 350 milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terkedip; gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihane bir medeniyetin ahlâksızcasına belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyane kanunlara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür?» (Ş:394)
Bediüzzaman Hazretleri’nin ehl-i sefahete müsamaha ile yaklaşıp taviz vermediği, Tarihçe-i Hayat eserinde şöyle nazara veriliyor:
«Şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsî şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara mecbur edilenlerin çokluğu zamanında; Bediüzzaman ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kalinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdid edildiği halde en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır. Bilakis “Ecel birdir, tegayyür etmez… Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve âlem-i nura gitmek için bir terhistir.” deyip mücadeleye atılmış; bid’aları tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve Sünnet-i Seniyeyi ihya eden eserleri perde altında otuz seneden beri neşretmişve muhitinde, âdeta Devr-i Saadet’in bir cilvesini yaşatmıştır. Bir Sünnet-i Seniyeye muhalif hareket etmemek için, işkenceli bir inzivayı ihtiyar etmiştir. Otuz seneden beri milyonlara hükmeden dinsiz ve emsalsiz bir istibdad-ı mutlak, Bediüzzaman’ı hiçbir cihetten hiçbir vakit hükmü altına alamamış, bilakis zâlim müstebidler ona mağlub olmuşlardır.» (T:694)
Siyasi liderlerin ekserisi, dinî şahıslardan bazılarını “hoşgörü sahibidir ve insanseverlikte üstündür” gibi medihlerle kendi sahalarına çekip maksadlarına âlet etmek isterler.
Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«Biçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk çocuğunun maişet derdi için bid’alara fetva verdiler veya tarafdar göründüler.» (HR:26)
Halbuki yedi kebairden birisi, «…dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.» (B:335)
Kur’anda bizzat Resulullah’a hitab edip dolayısıyla dinî şahsiyetlere de ders veren ve tefsirlerde izah edilen şu âyette buyuruluyor ki:
« وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ Hayatperest ehl-i dalalet arzu ettiler ki sen müdahene etsen; ilişmesen, muvafakat etsen, diye istediler de onlara dehalet etmediğin için tekzibe kalkıştılar. Yoksa sen müdahene edecek, garazlarına revac verecek olsaydın, o suretle sen de onların dalaletlerine iştirak etmiş bulunsaydın فَيُدْهِنُونَ o vakit müdahene edeceklerdi -onlar da sana ne büyük, ne akıllı adam diyeceklerdi. Lakin sen müdahene etmeyip hakkı söylediğin, Allah’ın emrini, risaletini tebliğ eylediğin için öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler. Onun için sen onlara itaat etme, İşte büyük ahlâkın ilk umdesi budur.» (E.T. 5271)
Kur’anın her dersine riayet eden Bediüzzaman Hazretleri anlatıyor:
«Büyük me’murlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaşverip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, fieyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece işgörmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.» (Ş:289)
Evet kendisine hürmet edilen bir şahsiyet, hâkim olan menfî cereyana dost olursa, kendine itimad edenlerin hüsn-ü zanlarını o cereyanın lehine çevirir ve kuvvet verdirir. Böylece o cereyanın şerlerine âlet ve ortak olur ve merhamet-i İlahiyeye ters düşer. Gafil olmayan samimi müslümanların nazarında da itimadı kaybeder ve dinî hizmette manevî tesiri kırılır.
Eğer bu şahsiyet bu cereyanın haricinde kalıp İslâmî hayatı takvadarane ve merdane yaşayıp Kur’an hakikatlarını tavizsiz olarak neşretse, bu sebeble de o menfî cereyan bu şahsiyete tahakküm edip dokunsa, kendisine hürmet edenler bu şer cereyanını tanıyıp aldanmaz ve dine taraftarlıkları ciddiyet kazanır. Hattâ inayet-i İlahiye tecelli edip kuvvetli bir dinî hizmet faaliyeti meydana gelir.
Hürriyet diye tabir ettiği meşrutiyetin, yani; İslâmî bir cem’iyetin ve idaresinin tahakkuku ve devamı, sefahet ve bid’atlardan uzak durmak ve adab-ı şeriata riayet etmekle mümkün olacağını hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri bir hitabesinde diyor ki:
«Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû’-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. 3Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünema bulur. Sadr-ı evvelin yani sahabe-i kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bir bürhan-ı bâhirdir.……
Elhasıl: Zünub ve mesavi-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. …… Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için iki cihetle sarılmak zarurîdir.» (DHÖ:68)
Buraya kadar görülen ve cüz’î nümuneler olarak nakledilen bütün ifade, beyan ve ikazlarda lâyık olmayanlara karşı müsamaha değil, şiddetli ihtar ve te’dibler vardır. Ve şeairin muhafazası esas alınır. Eğer fâsık-sâlih tefrik edilmeden müsamaha göstermek meşru olsa idi, Bediüzzaman Hazretleri o geniş şefkatiyle herkese müsamaha yolunu açardı.
HAKİKİ SEYYİD ŞERİATIN VE SÜNNETİN MUHAFIZIDIR
Bediüzzaman Hazretleri Âl-i Beyt’in büyük şahsiyetleri ve temsil ettikleri seyyidler cemaatı Âlem-i İslâm’ın kemalat-ı maneviyesinde ve İslâm’a tarafgirlikte ve muhafazasında nümune-i imtisal olduklarını nazara verirken diyor ki:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm «Ümmet-i Muhammediye’de de (A.S.M.) vezaif-i azime-i İslâmiyet-te ve ekser turuk ve mesalikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim. Çünki: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.» (L:21)
«Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünki İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten tarafdardırlar. Cibillî tarafdarlık; zaîf ve şansız hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık; ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç tarafdarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünki fıtrî tarafdardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.» (L:22)
NETİCE
Kur’anda; kâfir, münafık, fâsık ve onlara benzer insanlara bakan: (4:89), (9:23, 73), (58:22), (60:1, 2) ve emsali pek çok âyât vardır. Bu âyetler mezkûr evsaftaki insanlara dostluğu yasakladığı gibi makamlarına göre onlara muhalefet etmeyi de ihtar eder. Yani, dinimizde memduh olan müsamaha ve afv, liyakata göredir, mutlak değildir. Bu liyakatı da ancak büyük imamlar tayin ederler ve etmişlerdir. Şahsî anlayış ve meyillere göre ve tevillerle hareket edilemiyeceği de zâhirdir.
Mevzumuzu tenvir eden ve her zaman ve mekânı irşad ve ikaz eden bir âyetin mana-yı münevviriyle hâtime veririz. Şöyle ki:
فَمَا لَكُمْ فِى الْمُنَافِق۪ينَ فِئَتَيْنِ Siz o münafıklar hakkında neye iki fırka oluyorsunuz?
وَاللّٰهُ اَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُواۜ اَتُر۪يدُونَ Halbuki Allah onları kesb ettikleri küfr ü maasî sebebiyle terslerine çevirip reddetmiştir.
اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ Siz Allah’ın dalalet verdiğine hidayet vermek mi istiyorsunuz?
فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلاً Halbuki Allah her kime dalalet verirse, yani her kimde dalalet halk ederse ya Muhammed, sen bile artık ona bir yol bulamazsın.
وَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُوا فَتَكُونُونَ سَوَٓاءً Onlar kendileri nasıl kâfirlerse siz de öyle küfr etseniz de hepiniz kâfirlikte müsavi olsanız diye arzu etmektedirler.
Binaenaleyh فَلاَ تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ اَوْلِيَٓاءَ حَتّٰى يُهَاجِرُوا ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِۜonlar fisebilillah hicret edinceye, bu suretle imanlarını isbat eyleyinceye kadar içlerinden dost tutmayınız.» (Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri’nden)
Demek hakikî mü’minler, fâsık ve münafıklara muhaliftirler. Onlara dost olacak ayrı bir fırka teşkil etmezler. Samimi mü’minler, hepsi birden Kur’ana ittiba ederler.
Bahsimiz münasebetiyle, birkaç hadîs meallerini, zamanımızın bid’atkâr hâdiselerine çok ciddi baktığı cihetle; ibret, teyakkuz ve lâkaydlıktan kurtulmakla, vazife şuuru ve mes’uliyetine sahib olmak makamında aşağıya alıyoruz:
«Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı, imanın en zayıf mertebesidir.» [Ebu Davud; Melahim 17, (4340); Müslim, İman 78, (49); Ebu Davud; Salât-ül İydeyn 248, (1140); Tirmizî, Fiten 20, (4013)]
«Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri ve arkadaşları olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra bu peygamberlerin ardından öylesi kötüler zuhur etmişti ki; yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Kim bu güruhla, eliyle mücahede ederse mü’mindir. Kim onunla diliyle mücahede ederse, o da mü’mindir. Kim de onlarla kalbiyle mücahede ederse, o da mü’mindir. Bunun gerisinde, artık zerre miktar iman yoktur.»
Açıklama: İşlenen bir kötülük (münker) karşısında, mü’min, şartlara göre mutlaka bir tavır alacaktır. Eliyle müdahale ettiği taktirde halledebileceği, müessir olabileceği bir durumsa eliyle; sözle faydalı olabilecekse diliyle müdahale edecektir. Her ikisi de fayda vermeyecek bir durumda ise, kalben buğzederek tarafdar olmadığını belirtecektir. Bunu da yapmazsa, o münkeri hoşgörüyor demektir. Bu, elbette imanla bağdaşmaz. [ Müslim, İman 80, (50)]
«Yine İbnu Mes’ud (Radıyallahu Anh) anlatıyor. Hz. Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdu ki: “İsrailoğulları bir kısım günahlar işlemeye başlayınca, âlimleri onları bu işlerden men’ettiler. Ancak onlar dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalaletini öbürüne katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı. “Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onları lanetledi…» (Maide 78)
Sonra ayakta bulunan Resulullah (Aleyhissalâtü Vesselâm) oturarak sözünü tamamladı: “Hâyır, nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin ederim, onları hak adına kötülüklerden men’etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz.)”» [Ebu Davud, Melahim 17, (4336); Tirmizî, Tefsir, Maide (3050), ibnu Mace, Fiten 20, (4006)]
Kays İbnu Ebî Hâzım anlatıyor: «Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) Cenab-ı Hakk’a hamd ü senadan sonra buyurdu ki: “Ey insanlar! Sizler şu âyeti okuyor ve fakat yanlış anlıyorsunuz: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Doğru yolda iseniz, sapıtan kimse size zarar veremez." (Maide 105). Biz Hz. Peygamberin (Aleyhissalâtü Vesselâm): "İnsanlar, zâlimi görüp elinden tutmazlarsa (mani’ olmazlarsa), Allah’ın, hepsine ulaşacak umumi bir belâ göndermesi yakındır" dediğini işittik.” Keza ben, Resulullah’ın (Aleyhissalâtü Vesselâm): "İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde seyirci kalır, müdahale etmezse, Allah’ın hepsini saran umumi bir belâ göndermesi yakındır" dediğini işittim.”» [Ebu Davud, Melahim 17, (4338); Tirmizî, Tefsir, Maide (3059), Fiten 8 (2169); İbnu Mace, Fiten 20 (4005)]
Urs İbnu Amîre el-Kindî (Radıyallahu Anh) anlatıyor: «Hz. Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdular ki: “Yeryüzünde bir kötülük işlendiği vakit, ona şâhid olan bunu takbih ederse (kötü olduğunu teyid ederse), o kötülüğü görmemiş gibi zararından kurtulur. O kötülüğe şâhid olmadığı halde, işittiği zaman memnun kalan kimse, sanki şâhid olmuş gibi manen zarar görür.”» [Ebu Davud, Melahim 17, (4345).» (Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Tercüme ve fierhi, c:2 sh:375-380, Akçağ Yay., 1988 Ankara)]
Bu beyan olunan hakikatlar gibi pek çok şer’î ölçüler müvacehesinde: Fâsıkların fısk u sefahetlerine müsamaha namı altında yapılan onlarla ihtilat ve lehte telkinlerin neticesi, oldukça düşündürücüdür...
1 Mesh-i manevî: Sefahet ve fısk ile insanların hayvanlaşması, insanî seciyenin hayvaniyete dönüşü. Yayınevimizin neşrettiği İslâm Prensipleri Ansiklopedisi’nin Mesh maddesinde izahat vardır.
2 Allahım, erkek ve kadın mü’minleri mağfiret et.
3Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler
Bu dersi indirmek için tıklayınız.