DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

VAKF-I HAYAT HAKKINDA - VAKF-I HAYATIN MAHİYETİ

(Bu vakf-ı hayat mes’elesinde yeterli bilgisi olmayan bazı kimselerin bu ehemmiyetli meseleye tenkidkâr bakıp hataya düşmemeleri için bu bahis gerekli görülmüş ve isabetli anlayışı kazandıracak bilgiler verilmiştir.)

1- Hayatını dinî hizmete vakfetme. Kur'anda (3:35) (24:37) âyetlerinin işaret ettikleri vecihle, hayatını dünyevî kayıdlardan azade kılarak din hizmetine verip bağlamaktır. (Ashab-ı Suffa gibi.) Kur'anda zikredilen, havariyyun ve Ashab-ı Kehf gibi genç mücahidler de bu manada yiğitlerdi.

Vakıfların hususiyetlerinin izahı meselesine gelince: bundan önce Hizmet Ehlinin Hususiyetleri adlı derlemede bu mesele izah edilmiştir oraya bakılabilir.

2- Kur'an (9:122) âyetinde de ilm-i dini tahsil ve tebliği için cemaat-ı İslâmyeden bir taifenin bulunmasının lüzumu bildirilir.

3- Hizmet-i Kur'aniyede sadakat ve ihlas hakikatına uygun olarak vakf-ı hayat eden manevi hizmet fedakârlarının kıyamete kadar devamını isteyen Hz. Bediüzzaman'ın yazdığı vasiyetnamelerinden biri aynen şöyledir:

4- «Ecel muayyen olmadığı için benim şiddetli hastalığım her vakit gelebilir diye, evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi te'yiden bu vasiyetname de şiddetli, dahilî bir hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki: Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi hem mu'cizatlı Kur'anımızı tab'ettirmek için Eskişehir'de muhafaza edilen sermaye, o Kur'anın tevafukla ve fotoğrafla tab'ına ait, yanımızdaki sermaye ise, Risale-i Nur'un sermayesidir. O sermaye Cenab-ı Erhamürrahimîn'e hadsiz şükür olsun ki; yetmiş küsur sene evvel o zamanın âdetine muhalif olarak kendim fakirliğimle beraber onların tayinlerini verdiğime bir ihsan ve lütf-u Rabbanî olarak o zamandan elli-altmış sene sonra Cenab-ı Erhamürrahimîn o örfî âdete muhalif kaidemi manevi ve geniş Medeset-üz Zehra'nın halis ve nafakasını te'min edemeyen ve zamanını Risale-i Nur'a sarfeden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlahî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayınlarıdır ve tayınlarına sarf edilecek ve kaç senedir benim yaptığım gibi benim manevi evlatlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum.

5- İnşaallah tam Risale-i Nur intişara başlasa; o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur'a vakfeden şakirdlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve manevî Medreset-üz Zehra ve Medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak. Benim bedelime bu hakikate, bu hale manevi evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nur'a  kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malum kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum. Risale-i Nur itibariyle bana hiç ihtiyaç kalmadığı için âlem-i berzaha gitmek benim için medar-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki, zahmetten rahmede gidiyorum.» (E.m:234)

6- Keza, Risale-i Nur'un ehemmiyetini anlatan bir mektubunda da şöyle der:

«Elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususi dershaneler açılma ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir mes'elesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için; hem ilim, (1) hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde , inşaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi te'min edecek ve yirmi senedir ediyor. Ve hem hükümet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur'an lemeatlarına ve dellalı bulunan Risale-i Nur'a değil ilişmek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki; geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müdhiş belalara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.» E.:249

7- Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı müteaddid vasiyetnamelerinde, (yukarıda da anlatıldığı gibi) hassaten Nur hizmetinde vakf-ı hayat eden fedakârların üzerinde durması calib-i dikkattir. Mezkûr vasiyetnamelerden iki kısa parça:

8- «Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevisinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nurun hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.» (E.m: 200)

9- «ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o halis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış-yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler.» (Em:216)

10- Bediüzzaman Hzazretlerinin hizmetkârları tarafından teksir makinasıyla çoğaltılmış bir broşürde, azami fedakârlığı fiilen yaşayan ve "hakiki fedakâr Zübeyir" (Em:15) takdirini kazanan ve hayatıyla ve teşvikatıyla çok fedakârların yetişmesine de vesile olan merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey aynı mevzuda diyor ki:

11- «Üstadımız Merhum Bediüzzaman Said Nusrî Hazretleri, Risale-i Nur'la Kur'an ve imana hizmet mesleğinde azamî ihlası esas tutmuştur. Buna mazhar olabilmek için de, bütün meşru, maddi-manevi lezzetleri ve menfaatleri terketmiştir. Feragat ve fedakârlıkta azamî bir derecede istiğna teşkil etmiştir.

12-...Risale-i Nura hayatını vakfeden Nur Talebeleri vardır ve olacaktır, hem çoğalmaktadır, bunlar mücerreddir. Yalnız hizmet-i Nuriye ile iştigal ederler. Merhum Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: Ben fedakârlığa çok ehemmiyet veriyorum. Kalbdeki fedakârlık manyetizma gibi tesir eder. İnşaallah Nurun fedakârlar dairesi inkişaf edecektir...

13- ... Ömürlerini bu ulvi hizmete vakfedenlerin ruhlarına rahmet-i İlahî öyle bir lezzet, öyle İlahî zevk ve şevk veriyor ki, bu mazhariyete erişenler artık başka bir ücret ve zevk aramaya kendilerinde ihtiyaç hissetmiyorlar. Şu muvakkat dünyada rıza-yı İlahî uğrunda imana hizmet aşkının tevlid ettiği bu manevi zevkten başka bir zevk tanımıyorlar; hem tanımak da istemiyorlar...

14- ... Bediüzzaman Said Nursî'nin (R.A.) Risale-i Nur'la imana hizmet eden Nur Talebelerine evvelce yazdığı bir mektubdan bir parça okuyacağız:

15- «Sâlisen: Bu zamanda avam-ı mü'minînin tam itimad etmesi ve iman hakikatlarını tereddütsüz alması için öyle  muallimler âzım ki; değil dünya menfaatını, belki  âhiret menfaatlarını dahi ehl-i imanın menfaat-ı uhreviyesine feda ederek o ders-i imanîde her cihetle şahsî faidelerini düşünmeyip yalnız ve yalnız hakikatlara Rıza-i İlahî, aşk-ı hakikat ve hizmet-i imaniyedeki hak ve hakkaniyet için çalışsın. Ta her muhtaç  delilsiz kanaat edebilsin; bizi kandırıyor demesin. Ve hakikat pek çok kuvvetli olduğunu ve hiç bir cihette sarsılmadığını ve hiç bir şeye âlet olmadığını bilsin. Ta imanı kuvvetlensin ve o ders ayn-ı hakikattır desin, vesvese ve şüpheleri zail olsun.» (Siyaset, Neşriyat, Şerh ve İzah broşürü: 114)

16- «Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir nokta-i istinad olur ki; şuursuz olarak avam-ı mü'minîn o iman-ı tahkikî sahibinin imanına istinad ederek, kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.» (B: 250)

17- Evet Risale-i Nur'un «iman-ı tahkikîyi taşıyan halis ve sâdık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- adeta birer gizli kutub gibi, mü'minlerin manevi birer nokta-i istinadı olarak bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü'minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.» (Ş.749)

18- Münafıklar ve onlara aldananlar, nazarları harice, yani geniş dairelere çevirip dağıtmak ve böylece fedakâr hizmet ehlini sadakat ve ihlâs meziyetlerinden uzaklaştırmak için çalışırlar ve çalıştırılırlar. Fakat Nurlardan feraset dersini alanlar, böyle telkinlere karşı daha çok fedakârlıklara kuvvet verdiklerini anlatan şu beyan, dikkat çekicidir:

19- “Gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur Talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. onları Risale-i Nur'dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için seytanî planlarını,  desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da  talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: "Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. Şu malumatı elde edersen, Risale-i Nur'a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir." gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur'a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar. Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki; bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur'a şiddetle sevk ve teşvik ve o dessas münafıkların maksatlarının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hasıl ediyor. Fesübhanallah! Hatta öyle Nur Talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl halis niyet ve kudsi gayeden sonra-bir sebeb olarak da- münafıkların mezkür planlarının inadına, rağmına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur'a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.” (T: 690)

20- Risale-i Nur'un fedakâr ve birinci iman hizmeti cemaatının, mehdiyetin hilâfet hâkimiyeti devresinde dahi mânevi bir istinad ve istikamet merkezi olarak devam edeceği şöyle ifade edilir:

21- “Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşey'i bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor.

22- Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” (E:265)

İşte Risale-i Nur hizmetinin asliyeti ve en kıymetli dairesi budur ve kıyamete kadar devam edecektir.

23- Burada yeri gelmişken bir hatıra anlatılacaktır. Şöyle ki:

Cerrahpaşa semtindeki malum dershanemizde Sözler Mecmuasını okuyordum. Zâhiren bir sebebi yokken, iman, hayat ve şeriat tabir edilen malum üç mes’eleye dair âniden bana şöyle bir fikir geldi:

Bu üç mes’ele yalnız iki tarzda olabilir.

Biri: İman hizmeti giderek hayat ve siyaset dairesine inkılâb eder ve böylece birinci hizmet devresi geniş daireye katılıp son bulur.

İkinci tarz ise: Devam eden iman hizmetinin tenvirat ve irşadiyle ikinci ve üçüncü vazife sahaları da ihya olup canlanır ve birinci iman hizmetine muavenet eder ve bu birinci hizmet dairesinin manevî kuvvetine istinaden hâkimiyeti devam eder.

Bu düşüncemin heyecanı içinde hemen Zübeyir Ağabeyin odasına girdim ve bu düşüncemi söyledim. Yatağında oturan Zübeyir Ağabey heyecanla kalkıp benim bulunduğum salona parmağını uzatarak: “Bu tarzda olmak şartiyle birinci iman hizmeti bitince işte o zaman kıyamet kopacak” dedi.

Ben dahi, düşünce ve kanaatım aynıdır. Bu hakikatı sizin de ağzınızdan duymak istediğimden sordum diye cevab verdim ve sözümden memnun oldu ve yatağında oturdu. Ben de memnun bir halette odama geçtim. Mevzuya devam ediyoruz.

Hizmet Ehlinin Bazı Hususiyetleri

24- Hizmet-i diniyede fedakârlık yapan bir hizmet ehlinin bazı meziyet ve hususiyetleri vardır. Bu hususiyetlerin mühimlerinden birincisi ihlastır. Yani yaptığı hizmetinde rıza-yı İlahîden başka bir maksadı yoktur. İhlasa  zarar veren hareketlerden kaçmağa çalışır ve ihlasın fiilî tezahürlerini yaşar, lafızda bırakmaz.

25- İkinci meziyet, azamî sadakattır. Yani kişi kendi anlayış ve temayüllerine göre değil, "Risale-i Nur'un talimatı dairesinde" (E:73) hizmet etmektir. Yani kitabın hükümlerine bağlılıktır.

26- Üçüncü meziyet, takva ve azimettir. Yani lâübali ve gayr-ı ciddî hareketlerden uzak durmaktır ki, bir dava adamının bütün meziyetlerinin istinad ettiği temel vasfıdır. Bu hakikatı Bediüzzaman Hazretleri şöyle anlatır:

«Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.» (İ:107)

«Evet şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.» (Mu. 130)

27- Bir rivayette de mealen şöyle buyuruluyor: «Birr (iyilik), elbise ve kıyafet güzelliği değil velâkin birr, sekinet (ağırbaş olup hafif-meşreb olmamak)tır.» (Ramuz-ul Ehadis sh:362)

28- Mezkûr evsafta mütesanid bir hizmet cemaatının varlığı, âlem-i İslâm ve bilhassa avam tabakasının manevi bir istinad merkezi olur.

29- Evet böyle bir hizmet cemaatı, bu fesad ve fitne zamanında, Âl-i Beyt'in âlem-i İslâmda manevi merkeziyet vazifesini hâmildir. Elbette ki böyle kudsî bir vazifede vazifedar olan, o vazifeye lâyık olmalı ve olmaya ciddî çalışmalıdır. Bilhassa enaniyet sâikasıyla maslahat vehmederek yalan söylememek, daire-i Nurda temayüz için bazılarını çürütmek yolunda dedi-kodu yaparak fesad aleti olmamak zarurîdir.

Evet,“insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.” (L:88)

30- Nazarları dünyaya ve makamata çevrilen ve asrın fitne ve fesadı içine itilen gencin fedakâr,  İslâmî hayat ve vicdaniyata sahib bir hizmet ehli olması ihtimali zayıftır. O halde mezkûr evsafta bir cemaat-ı mümtazenin varlığı elzemdir. Aksi halde kudsi vazifeler payimal olur.

31- Dördüncü meziyet, azami istiğna ve iktisaddır. Medenî hayat namı altında israfata girmemek  ve insanların teveccüh ve menfaatlerini aramamakla izzet-i diniyesini ve hizmette ihlasını muhafaza etmektir.

32- Beşinci meziyet, azami fedakârlıktır. Yani, şahsî hukukta haklı olmasına rağmen hizmetin selâmeti için münakaşa yapmayıp süküneti koruyan ve umumî hukukta da çok kere hakikati tebliğ etmekle iktifa edip fiilen ihtilaflara girmemek faziletini göstermektir.

33- Altıncı meziyet ise sebattır. Bediüzzaman Hazretleri hizmette sebat etmenin, bazı haricî tesirlerle ve nefsanî temayüllerle dünyevi menfaat ve keyiflere esir olmamanın lüzum ve ehemmiyeti üzerinde durur ve Eski Said devrinde de  fedakârlığı bir esas olarak benimser. Bununla alâkalı olarak eserlerinden birkaç kısa örnek:

34- «Risale-i Nur, kendi sadık ve  sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiat olarak, o şakirdlerden tam ve halis bir  sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister.» (K:122)

35- «Senin gibi Risale-i Nur'un bir fedaisi (dünya ile) alâkası olmamalı ve alâka peyda etmemeli. Alâkalı olsa, fevkalâde bir sebat bir ihlasın lüzumu ile  beraber; bazı arızalar içinde sarsılır, tam fedakârlık edemez.» (K:231)

36- «Mesleğimizde en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve  o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş, adi bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki  velilere tefevvuk etmişler var.» (K:248)

37- «Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle: "Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsi hakikata, başımız dahi feda olsun" ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümid ediyorum.» (Ş.339)

38- «Eğer perde-i gayb açılsa, bu  sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmıyan bu samimi dindarlar ve ciddi müslümanlar eğer her biri  bir veli, hatta bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer ami ve adi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmiyecek diye karar verdim.» (Ş.307)

39- İşte ehl-i hizmetin daha bunlar gibi mezaya-yı mümtazaneleri vardır. Sevilen bir kişidir, münakaşa etmez, cemaati dağıtmaz, toplar; şahsî hukukta anlaşmazlık ve mes'eleler çıkarmaz, ikna edicidir; Risale-i Nur'u dikkatle okur ve ona hasr-ı fikir eder, manevi ve fikrî istifadeyi ve hizmet düsturlarını Nurlardan alır; müsbet hareket eder. Vazifesinin dışına taşıp geniş dairenin cazibesine kapılmaz; vazife sahasında istikrarlıdır, müdebbirdir, münafıkların gizli desiselerini sezer ilh...

40- Mezkûr nakillerde de görüldüğü gibi hizmet ehli, hizmet hayatında karşılaştığı sıkıntıları, sabır, sebat ve tahammül ile karşılar. Bahsimiz olan bu musibet çeşitlerinden bazan hizmet hayatında yalnız kalmak, bazan etrafında çokların toplanması, bazan dünyanın cazib menfaat ve zevkleriyle karşılaşmak, bazan mahrumiyetler içine düşmek gibi pek çok İlahî imtihanlar vardır. Bu haller karşısında sabr u sebat ve fedakârlığı tercih etmekle, imtihanı güzel vermek gerektir. Mücahidlik ve fedakârlık gibi sıfatlar,meşakkatsız tahakkuk etmez.

Vakıf olan hizmet ehlinin Mücerredliği:

41- Cihan harbi ve süfyaniyet fitnesi olarak iki zelzelenin geleceğini ve bu devrelerde mücerred kalmanın gıpta edileceğini haber veren Hz. Üstad diyor:

 “Kırk sene evvel Eski Said bu matbu kitabetlerinde, İşarat-ül İ'caz'ın baştaki ifade-i meramında ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren talebelerine diyordu ki: Hem maddî, hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerred kalmamı gıbta edecekler diyordu. Hattâ hürriyetin birinci senesinde İstanbul'da Câmi-ül Ezher'in Reis-i Üleması olan Şeyh Bahid Hazretleri (R.H.) İstanbul'da Eski Said'e sordu: مَا تَقُولُ فِى حَقِّ هذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَ الْمَدَنِيَّةِ اْلاَوْرُوبَائِيَّةِ   Said cevaben demiş:

اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani: Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir? O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet'e hamiledir, o da bir İslâm devleti doğuracak. Şeyh Bahid'e söylemiş. O allâme zât demiş: Ben de tasdik ediyorum. Beraberinde gelen hocalara dedi: Ben bununla münazara edip galebe edemem.

Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa'dan daha dinden uzak.” (Em:112)

42- “Evet, Üstadımız mükerreren Birinci Harb-i Umumî'den evvel çok defa bize ulûm-u Arabiyeyi ders verdiği zaman bize kat'î bir tarzda "Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor, hazırlanınız. O zaman herkes benim gibi mücerredlere gıbta edecekler." diye söylüyorlardı. Pek az zamanda, onun mükerreren verdiği haber aynen çıktı.

Horhor'daki eski talebeleri namına Medreset-ül Vaizîn mezunlarından:

Mehmed Sadık, Sabri, Mehmed Şefik, Mehmed Mihri, Hamza(Em:90)

43- “Daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemek. Bunun içindir ki: "Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim" demiştir. Bu halin sebebi sorulunca " Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıbta edecektir. Sâniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazariyle bakıyorum." derdi.” (T:48)

44- “Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrid ederek mücerred kalmıştır.” (S:758)

45- Bekârlık, dinin gösterdiği şartlar ve dine uygun maksad için meşruiyet kazanabilir. Yoksa bir aileye bağlanmaktansa, her türlü günahlar içinde serbestlik kazanmak için bekâr kalmak düşüncesi bâtıldır.

46- Nikâhın yani evlenmek meselesinin hükmü hakkında imamlar ve büyük İslâm âlimlerinin hayli izahları vardır.

Nikâhta, umumiyet itibariyle iki cihet, yani cemiyet ve ferdin durumu nazara alınmıştır ve alınmalıdır. İslâmî hayatın yaşandığı, fitnelerin bulunmadığı ve kazançların helâl olduğu, gizli ve âşikâr din düşmanlarının güçsüz bırakıldığı kuvvetli İslâm cemiyetlerinde nikâh istihsan edilirken; fitneye düşmüş, helâl kazanç zorlaşmış, ahlâksızlık ve günahlar umumileşmiş, dinin muhafazasına fedakârane çalışmak en büyük vazife haline gelmiş olan cemiyetlerdeki fitne hâkimiyetinde ise, nikâh yani evliliğe teşvik görülmemektedir. Ezcümle:

47- Deylemî’den (R.A.) mervi bir hadis şöyledir:

اِذَا اَحَبَّ اللهُ عَبْدًا اِقْتَنَاهُ لِنَفْسِهِ وَلَمْ يُشْغِلْهُ بِزَوْجَةٍ وَ لَا وَلَدٍ

“Allah bir kulunu severse o kulu, Zât-ı Uluhiyetine (dinine) hizmet için seçer, (dünyevî iştihalardan) imsak ettirir. O kulu, kadın ve evlad ile meşgul ettirmez.” Bu durum, bilhassa hicretin 200. senesinden sonrası içindir. Çünkü “200 senesinden sonra en hayırlınız, zevce ve veledi olmamakla yükü hafif olanınızdır mealinde de hadis vardır. Bu hadis ile, “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin (sünnete bağlı ve keyfiyetli Yani ümmet olmanın vasıflarına sahib olan sizlerin) çokluğunuzla iftihar edeceğim” mealindeki hadis arasında zıddiyet yoktur.” (Levami-ul Ukul Şerhi, ci: l, shf: 173)

48- Nitekim bu husus, bir önceki paragrafta bir nebze izah edilmiştir. Mezkûr hadis; Keşf-ül Hafa hadis: 185 ve Ramuz-ül Ehadis. ci: l, shf: 25’de de geçer. Aynı eserin aynı sahifedeki diğer iki hadis meâli de şöyledir: “Allah bir kulu sevdiğinde, onu dünyadan korur.” “Allah bir kulu sevdiğinde, ona dünya işlerini kapatır, âhiret işlerini ise açar.”

49- Bediüzzaman Hazretleri de bu mânayı te’yiden şöyle der:

«Hizmet-i Kur’aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlâs ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.» (L. 42)

«Cenab-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür; çirkin gösterir.» (M. 278)

«... Evet, Cenâb-ı Hak (C.C.) bir abdini severse, dünyanın süs ve zinetlerini ona sevdirmez. Belki bela ve musibetlerle (dünya hayatını) ona kerih gösterir. » (M.Nu. 193)

50- Şafiî fıkhına ait Büceyrimî adlı kitabda şu hükümler var:

Hadiste vardır ki:

يَاْتِى عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ لَا  تُنَالُ الْمَعِيشَةُ فِيهِ اِلَّا

بِالْمَعْصِيَةِ فَاِذَا كَانَ ذَلِكَ الزَّمَانُ حُلَّتِ الْعُزُوبَةُ

Yani: «Öyle bir zaman gelecek ki; maişet (geçim) o zamanda ancak günah işlemekle elde edilebilir. İşte o zaman bekârlık helâl olur.»

51- «Yine Peygamber (A.S.M.) buyurmuştur:

اِذَا اَتَى عَلَى اُمَّتِى مِأةً وَثَمَانُونَ سَنَةً فَقَدْ حُلَّةِ

الْعُزُوبَةُ وَالْعُزْلَةُ وَالتَّرَهُّبُ عَلَى رُؤُسِ الْجَبَالِ

Yani “Ümmetim üzerine l80 sene geçtikten sonra bekârlık, uzlet ve dağların başına çıkıp ibadetle (iman hakikatlarının keşfiyle) meşgul olmak helâl olur.”

52- Bu iki hadisi; Nur suresinden (24:32)

وَأَنكِحُوا الْأَيَامَى مِنكُمْ وَالصَّالِحِينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَإِمَائِكُمْ

إِن يَكُونُوا فُقَرَاء يُغْنِهِمُ اللَّهُ مِن فَضْلِهِ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

âyet-i kerimesinin tefsirinde “Keşşaf” nakletmiştir. Ve yine bu iki hadis, Ruh-ul Beyan Tefsirinin 2. cild, sayfa: 766’da “Kevaşi” tefsirinden nakledilmiştir. Hem İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname’sinde de mezkûrdur.

53-  Aynı mevzudaki diğer hadislerden birkaçı da şöyledir:

خَيْرُكُمْ بَعْدَ الْمِأتَيْنِ كُلُّ خَفِيفِ الْحَاذِّ قِيلَ يَا رَسُولَ اللهِ

وَمَا الخَفِيفُ الْحَذِّ قَالَ اَلَّذِى لَا اَهْلَ لَهُ وَ لَا وَلَدَ لَهُ

“İkiyüz yılından sonra sizin hayırlınız her “hafif-i haz”dır. Denildi ki: “Resulallah hafif-il haz nedir?” Buyurdu ki: Ailesi ve çocuğu olmayandır.” (Ramuz-ül Ehadis, C:1, sh.282 ve Keşf-ül Hafa, hadis no:1235)

54- Âhirzaman fitnesinde çocuk terbiye etmek yerine köpek terbiyesinin tercih edilmesini bildiren (Keşfülhafa, 3268.hadis) ve (Ramüzülehadis sh. 33/7). De rivayetler var.

55- Diğer bir rivayette:

قِلَّةُ الْعِيَالِ اَحَدُ الْيَسَارَيْنِ

“Aile efradının azlığı, iki zenginlikten biridir” diye buyurulur. (Ömer Nasuhî Bilmen, Hikmet Gonceleri, hadis no: 261 ve Keşfülhafa  hadis no: 1888)

56- Bekârlık hakkında ve İslâm cemiyeti olmasına rağmen Ebu Süleyman Daranî Hazretleri şöyle diyor:

«Bir kimse evlenirse, dünyaya döner. Evlenen hiçbir hak yolcusunu, ilk halinde kalır bulamadım. Kendini Peygamber (A.S.M.) Efendimizle kıyas edemiyeceğini de bilmelisin. Böyle bir hataya düşersen, yolunu kaybedersin. Peygamber (A.S.M.) Efendimiz hakkında (53:17)

مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى

buyurulur. Bu sebeble onu ne dünya, ne de içindekiler meşgul eder. Onu Allah’dan gafil kılacak hiçbir sebeb yoktur. Amma sen böyle değilsin. Şehevî hislere kapılacağın zaman oruç tut, aç kal, susuz kal, pek de uyuma, ayık ol.» (Mürşid-ül Emin, İmam-ı Gazilî ci: 2, Rahmet Yayınları- 1965 İst.)

İmam-ı Şafiî Hazretleri Kur’an’ın (4:3) âyetindeki فَانْكِحُوا ifadesi ile (4: 25) وَأَن تَصْبِرُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ âyetinden, nafile ibadetler için bekârlığın efdaliyeti hükmüne varmıştır. (Elmalılı Tefsiri. shf: 1290, 1332)

58- Hanbelî Mezhebi de: «Zaruret hali olmadıkça dâr-ı harbde (İslâm hukukunun câri olmadığı memlekette) evlenmek haram olur. Kişi eğer esir ise, hiçbir surette ve hiçbir halde evlenmesi mübah olmaz.» (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı. ci: 5, shf: 2050)

Lüzumlü Bir Açıklama

59- Bugün evli olan ekser Müslümanlar, bu rivayetleri fikren kabul edip müdafaa etmeleri halinde, merhamet ve afv-ı İlâhiyeye mazhar olacakları kuvvetle ümid edilir ve istikametli düşünceye sahib olurlar. Hem de koca ve baba olmak vazifelerinde faideli dersi almış olup istikamet yolunda kuvvet kazanırlar. Yoksa böyle irşadî rivayetlerden sahib olduğu hayat tarzı sebebiyle muhalefet hissini taşımak, zararlı olup teslimiyet hakikatına ters düşer. İnsaflı olmak, kemalattır ve fazilettir.

Keza Risale-i Nur hizmet hayatının başlangıcından bu yana saff-ı evvel teşkil eden hatta erkân sıfatıyla tavsif edilen Hulusi ve Sabri Ağabeyler gibi zatlar, birinci hizmet hayatının dairesinde ciddi çalışmaları sebebiyle bu vakf-ı hayat gibi hatta daha ileri dereceleri almışlardır. Halbuki bu zatlar vakıflar gibi dünyadan tamamen azade değil idiler. Demek birinci iman hizmeti dairesine ciddi kuvvet verenler böyle kıymet alabilmişler ve alırlar.

 60- Evlilikle alâkalı olarak, Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual:

«Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.

Gelen cevab: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla, dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebakisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.» (K: 265)

61- Esasen iyi düşünen insanlar bilirler ki; cemiyetin fertler üzerindeki tesirinden azade kalmak, ancak çok az ve müstesna şahsiyetlere müyesser olur. Halkın ekseriyeti, mevcud cemiyetin muhtelif derecelerde tesirinde kalırlar. Hele bozuk bir cemiyetin içinde doğup büyüyenlerin ve faziletli İslâmî bir cemiyeti görmediklerinden mukayese imkânını bulamıyanların çoğu, ne kendilerinin ve ne de cemiyetin normal olmayan durumunun farkında olamazlar.

62- Bu hakikatı gören İmam ve Müceddidler, ümmeti bozuk cemiyetlerin tesirinde kalmamaları için ikaz etmeye çalışmışlardır.

İşte bugünkü cemiyetin mahiyetini bütün cepheleriyle bilen ve buna göre gereken tercihi yapmış olan Bediüzzaman Hazretlerine, hariç memlekette mühim yerlerde ceridelerle sorulan “Neden sünnet-i seniyeye muhalif olarak mücerred kaldın?” sualine verdiği cevabında şöyle diyor:

«Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zendeka hücumu karşısında her şeyini feda edecek hakiki fedakârlar lâzım geldiği bir zamanda, Kur’an-ı Hakim’in hakikatına; değil dünya saadetimi, belki lüzum olsa âhiret saadetimi  dahi feda etmeye karar verdim. Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zevcelerini almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırakmaya mecburdum ki; ihlâs-ı hakikî ile hakikat-ı Kur’aniyeye hizmet edebileyim. Çünki bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için azamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlahî’den başka hiçbir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu.

Biçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk çocuğunun maişet derdi için bid’alara fetva verdiler veya tarafdar göründüler. Hususan din derslerini kaldırıp ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı azamî fedakârlık ve azamî sebat ve metanet ve herşeyden istiğna etmek lüzumu karşısında, ben bir sünnet-i seniye olan evlenmek âdetini terkettim ki, tâ çok haramlara girmiyeyim ve çok vâcibleri ve farzları yapabileyim. Bir sünnet yüzünden, yüz günaha girilmez. Çünki o kırk sene zarfında birtek sünneti yerine getiren bazı hocalar, on kebaire ve haramlara girmeye bir kısım sünnet ve farzları bırakmaya kendilerini mecbur bildiler.

Saniyen: Âyet-i Kerime’de (4:3) فَانكِحُواْ مَا طَابَ لَكُم  ve Hadis-i Şerifteki تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا gibi emirler, emr-i daimî ve vücubî değildirler. Belki istihbabî ve sünnet emirleridir. Hem şartlara bağlıdır. Hem de herkes için her vakit değildir.

Hem de لَا رِهْبَانِيَّةِ فِى لْاِسْلَامِRuhbaniyet İslâm’da yoktur” mânası, “Ruhbanîler gibi tecerrüd merduddur, hakikatsızdır, haramdır” demek değildir. Belki خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hadisinin sırrıyla, hayat-ı içtimaiyeye hizmet etmek için içtimaî bir âdet-i İslâmiyeye terviçtir. Yoksa selef-i salihînden binler ehl-i hakikat inzivaya, mağaralara muvakkaten girmişler. Dünyanın fani müzeyyenatından istiğna ve tecerrüd etmişler. Ta ki, hayat-ı ebediyelerine hizmet etsinler.

Madem şahsî ve hususî kemalat-ı bakiyesi için dünyayı terk edenler, selef-i salihînden çok var. Elbette hususî değil, küllî ve umumî olarak, çok biçarelerin saadet-i bakiyeleri için ve dalâlete düşmemeleri ve imanlarını takviye edip kurtarmaları için ve o hakikat-ı Kur’aniye ve imaniyeye tam hizmet etmek ve hariçten gelen, dahilde çıkan dinsizlere karşı dayanmak için zail ve fani dünyasını terk etmek, elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil, belki hakikat-ı sünnete mutabakattır. Ve Sıddık-ı Ekber’in “Cehennem’de vücudum büyüsün, ta ehl-i imana yer bulunmasın” diye fedakârlıkta azamî sadakatın bir zerresini kazanmak fikriyle, biçare Said bütün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş.» (H.R. 25)

63- Bu tecerrüd hali Bediüzzaman’a has kalmamıştır. Asrımızdaki gibi dehşetli fitnenin istilası karşısında bulunmayan geçmiş asırlardaki pek çok veli zatlar ve şahsiyetler, dine ve ilme hizmet gayesiyle, hatta şahsî kemalat kazanmak için dahi bekâr kalmışlardır. Ezcümle:

Hadis ve fıkıh imamlarından meşhur Nevevî (Muhyyiddin Ebu Zekeriya Yahya bin Şeref Hazretleri Mi. 1233-1277) ki; «Şam’ın ünlü medresesi Eşrefiye’de müderrisliğe davet edildi. Yeni ölmüş bulunan meşhur Ebu Şamme’nin yerine Dar-ül Hadis’te hadis okutacaktı. Ders yıllarında sağlığı bozulmuş olmasına rağmen son derece kanaatkâr bir hayat yaşıyarak, evlenmeden ve maaş almadan kendisini ilim ve tedris mesleğine vakfetti.» (Yeni Türk Ansiklopedisi’nden)

64- Hem meselâ İmam-ı Gazali (R.A.) İhya-i Ulum’unda, Ebu Süleyman Daranî, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî Hazeratı gibi büyük velilerin bekâr kaldıklarını kaydeder. Hele Aktab-ı Erbaadan meşhur Ahmed-i Bedevi de dahil olmak üzere Bayezid-i Bistamî ve Ebu Muhammed Murtatış gibi pek çok büyük ve meşhur veliler evlenmemişlerdir. Hatta İsa (A.S.) ve Yahya (A.S.) gibi peygamberlerden dahi bekâr yaşıyanlar olmuştur. Evet “Ülema-i Uzzab” namındaki bir eserde de, ilmi, evlenmeye tercih eden bekâr âlimlerden bir kısmı hakkında izahat vardır. Biz ihtisaren aşağıya alıyoruz:

65- Abdullah b. Ebi Necih el-Mekkî: Tebe-i Tabiîndendir. Güvenilir Tefsir âlimlerinden olup, fasih bir konuşmaya ve güzel bir yüze sahibdi. Evlenmeyerek hayatını ilme vakfetti. Hicri 131’de vefat etti.

66-  Ebu Abdurrahman Yunus b. Habib-ul Basrî (Hi. 90-182): Nahiv üzerine çalışarak bu konuda ve mezhebler mevzuunda eserler verdi. Basra’da etrafına topladığı ilim halkasından nice edibler, nice fusaha-i Arab çıkmıştır.

67- El-Cu’fî (Hi. 119-203): Şeyhülislâmlığının yanısıra hâfızlık, zahidlikle beraber örnek davranışları bulunan bir şahsiyettir. Haccac b. Hamza onun hakkında şöyle der: Ben Hüseyin El-Cu’fî’yi gülerken hatta tebessüm ederken aslâ görmedim ve ondan dünya ile alâkalı bir söz işitmedim.

68-  Ebu Nasr Bişr b. el-Haris b. Abdurrahman el- Mervezî: Bu zat “Bişr-il Hafi” ismiyle meşhur olmuştur. Hayatı boyunca ilimle meşgul olan bu zat, özellikle hadis ilmi üzerinde durmuştur.

69- Hennad b. es-Serrî: Zehebî’nin “Tezkirat-ül Huffaz” kitabında ona dair şu malumatlar bulunur: “Hâfız, örnek, zâhid ve müttaki bir şahıstır. Muhaddistir.” En-Nişaburî de onu şöyle anlatıyor: “Hennad çok ağlıyordu, çok da Kur’an okuyordu. Asla evlenmedi ve buna teşebbüs de etmedi.”

70-  Et-Taberî: Müçtehid imamlardandır. Hüccet, müfessir, muhaddis, fakih, usulcü, lügat âlimi, nahivci, edib, şair, muhakkik, müellif ve muallimdir. Amul beldesinde doğdu. 7 yaşındayken Kur’anı hıfzetti. 9 yaşındayken hadis yazmaya başladı. 12 yaşına girdiğinde ilim yolculuklarına çıkmış, memleketinden ayrılmıştı. Bütün İslâm âlemini bu aşk ve şevkle dolaştı. Horasan, Irak, Şam ve Mısır beldelerini gördü. Sonra Bağdad’a yerleşti. Henüz genç yaştayken ilmî yönden imamet aldı.

Taberî Hi. 310 yılında bekâr olarak vefat etmiştir. Geride ne zevce ne de evlad ü iyal bıraktı. Sadece pahasız bir ilim ve kıymeti takdir edilemiyecek bir çok eser bıraktı. Yaşadığı asra öyle bir mühür vurdu ki, kıyamete kadar Taberî Asrı olarak kalacak, eserleriyle Allah indinde en yüce mevkiyi alacaktır.

71- El-Enbarî: Nahivci, müfessir, edib, ravi, hâfız-ul Kur’an sıfatlarıyla maruftur. Hi. 271’de doğmuş, 328’de vefat etmiştir. Bu büyük âlim, hayatı boyunca güzel yemekler yemekten hep kaçmıştır. İlminden alıkoyma endişesiyle kadınlara aslâ alâka duymamıştır. Hıfzetme yönü çok kuvvetliydi. Buna müvazi olarak da ilmi derindi. Kendinden sonra gelecek bir nesil ve zürriyet yerine, otuzdan fazla pek kıymetdar te’lifatı bırakmayı tercih etmiştir ki, bu eserleri toplam beşyüz bin yapraktan müteşekkildir.

72- Ebu Ali el-Farisî (Hi. 288-377): Fars beldesinden Fesa şehrinde dünyaya geldi. İlim tahsiline başladığı yıllarda Bağdad’a giderek orada yerleşti. Daha sonra oradan da ayrılarak, diyar diyar dolaşmaya başladı. Hi. 348’de Şiraz’a yerleşti. Gezip dolaştığı yerlerde hep soru yağmuruna ve imtihana tabi tutuldu. Bereketli bir ömür geçiren Ebu Ali, ilme ve ilim ehline hizmeti kendine şiar edindi. Ömrü boyunca evlenmedi. Zürriyet ve nesil olarak sadece kitablar, tasnifat ve bunlara dercettiği ilmi bıraktı. Yirmibeşe baliğ olan eserleri, kıyamete kadar en hayırlı bir evlad mesabesinde olacaktır.

73- Ebu Nasr es-Siczî: Hadis imamı olarak yaşadığı asırda dikkatleri çekmiştir. Haremeyn’e ve Mısır’a gitmiş, buralarda te’lifatta bulunmuştur. Bir çok talebe yetiştirmiştir. Ömrü boyunca evlenmeyip ilim tahsiline çalışan değerli âlimlerdendir.

74- Ebu Sa’d es-Semmanurrazî: Basra’lıdır. Zahid ve âlim sıfatlarını haizdir. Hi. 371’de doğmuş, 445’te vefat etmiştir. Müfessirdir. Doğudan batıya birçok ülkeyi gezmiştir. Bir çok âlim ve şeyhten ders almıştır. 74. yaşında hiç evlenmeyerek ömrünü tamamlamıştır.

75- İbn-ül Mübarek b. Ahmed el-Bağdadî (Hi.462-538): Es-Sem’anî onun çok sağlam bir hâfız ve ravi olduğunu söyler.

76- Ebu-l Kasım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî: “Harezm Beldesinin Fahri” lakabıyla da bilinir. Hi. 467 yılında doğmuş, 538’de vefat etmiştir. Horasan’a gelmiş, buradan Bağdad’a bir çok defa geçmiş, büyük ülemalarla görüşüp onlardan ilim almıştır. Lügat, nahiv  ebediyat ilmini Harezm’de tahsil etmiştir. Kendine bir çok övücü lakablar takılmış, sözler söylenmiştir.

Evlilikten uzak duruşundaki mazeretini, babalarına isyan eden bazı çocukları görmesine bağlamıştır.

77- İbn-ül Hussab (Hi. 492-567): Zamanının nahivce en âlimi sayılan bu şahıs, ayrıca tefsir, hadis, şiir, Arab dili, mantık, felsefe, hesab ve hendese dallarında da hayli bilgi sahibiydi. Bütün bu dallarda çeşitli eserler vermiş ve bir çok talebe yetiştirmiştir.

78- Ebu-l Fettah Nasuhuddin el-Hanbelî (Hi. 501-573): Fıkha ağırlık vermiş, bu dalda bir hayli ilerlemiştir. Neticede bir çok fakihe ders verir hale gelmiştir. Usulen ve füruen, mezheben ve hilafen bu dalda çalışmıştır. Fıkıh ilmini elde edebilmek gayesiyle bir çok beldeyi dolaşmış, bir çok âlime yol göstermiştir. Yetmiş sene boyunca fetva vererek, talebe yetiştirerek zamanını geçirmiş, evlenmeye fırsat bulamamıştır.

79- Cemalüddin Ebu-l Hasan Ali b. Yusuf Eş-Şeybanî (Hi. 568-646): Mısır’ın yüksek kısımlarında bulunan Kıtf bölgesinde doğdu. Kahire’den gelişip büyüdükten sonra, ilim tahsilini Haleb’de yaptı. Fen ilimlerinde ihtisas sahibi oluşunun yanısıra nahiv, fıkıh, hadis, mantık, matematik, astronomi, hendese ve tarih ilimlerini de öğrendi. Bir çok eserleri bulunan ve nice talebeler yetiştiren bu zat, hayatı boyu asla evlenmemiş, kendini sadece ilme vermiştir.

80- İmam-ı Nevevî (Hi. 631-676): Küçük yaşlardan itibaren parlak zekasıyla dikkatleri üzerine çekti. Dörtbuçuk ayda Et-Tenbih kitabını ezberledi. El-Mühezzeb’in dörtte birini, senenin kalanı zarfında ezberledi. Zamanını ders talimi, kitab yazımı, ilim neşri, ibadet, evrad, oruç, zikir ve maişet darlığına sabretmekle geçirmiştir.

81- İbn-i Teymiye (Hi. 661-728): Harran’da doğmuş, sonradan Şam’a yerleşmiştir. Küçük yaşta kendini ilme vermişti. Bekâr yaşamıştır. İbn-i Teymiye maddesine bakınız.

82- Eş-Şeyh Beşir el-Gazzî: Fakîh, nahivci, müfessir ve edibdir. Hi. 1274 senesinde Haleb’de doğmuştur. 1339 yılında da vefat etmiştir. Talebesi allame ve muhaddis olan Muhammed Ragıb et-Tab onun hakkında şöyle demiştir: “Allame, bilgin ve kadıyy-ül kudat bir şahıstır. Bu yüzden ona Haleb tarihindeki altın nehir ismi verilmiştir.

83- Abdüssalih Ebu-l Vefa el- Efganî: Hi. 1310’da doğdu, 1395’te vefat etti. Usul-ü Fıkıh âlimi ve muhaddistir. Babasının terbiyesinde ve onun ilminden faydalanarak büyüdü. Henüz küçük yaşlardayken Hindistan’a ilim tahsiline gitti. 1330 yılında Haydarabad’a geldi. Burada Nizamiye Medresesine girdi ve hadis, tefsir, fıkıh ve kıraat ilimlerinde medrese şeyhlerinden icazet aldı. Daha sonra burada müderrislik vazifesine başladı.

84- Kerime b. Ahmed b. Muhammed b. Hatem el-Mervezî: Kadın âlime ve hadisçidir. Merv’de dünyaya geldi ve Mekke’de vefat etti. Âlime ve saliha bir kadındı. Bir çok âlimden ders aldı. Hayatı boyunca asla evlenmedi. Yüz seneye yaklaşan ömrü müddetince kendini ilme adayıp, dünyevi zevk peşinde koşmayışı ve asla teveccüh göstermeyişi, takdire şayan bir haldir.» (Ülema-i Uzzab, Abdülfettah Ebu-l Gudda, 1983 Haleb)

85- Dinî şahsiyetlerden böyle mücerred yaşamış çok büyük ve meşhur zatlar olduğu gibi, beşer nev’inin muhtelif tabakalarından bekâr yaşamış daha pek çok kimseler de vardır. Meselâ: Meşhur feylesof Farabî (Mi. 870-950), meşhur seyyah Evliya Çelebi (doğumu Mi. 1611), ilim zühd şiir ve iffetli yaşayısı ile meşhur Mihrî Hatun (vefatı Mi. 1506), divan şairleri arasında meşhur, Mevlevîlik yolunda manen terakki etmiş ve iffetçe de üstün Hatice Nakıye Hanım (Mi. 1845-1898), İstanbul’un fethinden sonra meşhur deniz fatihi ve mücahidlerinden Oruç Reis (Barbaros’un ağabeyi), Mısır’da meşhur mücahidlerden tefsir ve çeşitli İslâmî eserler sahibi Prof. Seyyid Kutub (vefatı 1966), Osmanlı Devletinin 1909 sıralarında maarif nazırlığı makamına kadar yükselen meşhur fikir ve devlet adamı Emrullah Efendi (Mi. 1858-1914), “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” eserinin müellifi ve Medreset-ül Kuzat ve İrşad, Siyer-i Enbiya ve Tarih-i İslâm müdderisi Tahir-ül Mevlevî (Olgun) (Mi. 1877-1951)

Tahir-ül Mevlevî, cemiyetin bozukluğu sebebiyle bekârlığı öven bir Manzumesinde şöyle der:

«Evlenen bahre düşer, evlad olursa gark olur

Sen kenar-ı bahri tut, evlenme sultanlık budur.

Tut ki kazara evlendin, sabredip artık otur

Bir beladır başında, sus söylenme insanlık budur.»

86- Ayrıca İmam-ı Gazalî Hazretlerinin onbir sene kadar memleketini terkedip inzivaya çekilmesi gibi; pek çok dinî şahsiyetlerin, İlahî terbiye görmek için evlerini terkedip münzevi yaşamaları da bir nokta-i teemmüldür.

87- «Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeblerinden bir sebebini gösteren bir hâdise:

Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nur ile alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektebde ders almağa meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerimesi bulunan hanıma, icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faidesi var diye yazıyorum.

Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünki o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyf bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat biçare kadın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir-iki sene veledin meşakkatine, beslenmesine ve açık-saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsızlık ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azablara mukabil; izdivacda aldığı muvakkat bir keyf ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer’î tabir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından daha ziyade azab çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor... Cehennem azabı çektiriyor.

88- Hem peder hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sâdıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet’te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir.

89- Mütebakisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.» (K. 252)

90- «Kızlarım, hemşirelerim! Bu zaman, eski zamana benzemiyor.Terbiye-i islâmiye yerine terbiye-i medeniye yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm altında, yalnız dünyevî muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından hayatı daima azab içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbad olur.» (Em: 49)

91- Aile efradı arasında muhabbet ve itaat, (9:23) (29:8) (31:15) Âyetlerinde de beyan edildiği gibi dine uygunluk şartına bağlıdır. Şöyle ki

لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ

Allah ve Âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi (cemaatı)

يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ

Allah'a ve Resulüne hadd yarışına (şeri’at hükümlerine karşı kendi anlayışlarını tercih etmeye) kalkan kimselerle sevişir bir halde bulamazsın...

وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَ هُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَ هُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْۜ

Babaları veya oğulları veya kardeşleri veya hısımları, hemşehrileri olsalar bile..

 أُوْلَئِكَ  İşte onlar - o Allah ve Resulüne yarışa kalkışan kimseleri sevmiyen mü'minler yok mu

كَتَبَ ف۪ى قُلُوبِهِمُ اْلا۪يمَانَ

Allah onların kalblerine imanı yazmıştır. -Yalnız lisanlarında değil, kalblerinde tesbit eylemiş, yerleştirmiştir. Bundan anlaşılır ki, asıl iman kalb işidir.

وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِّنْهُ

ve kendilerini,tarafından bir ruh ile teyid buyurmuştur. -Kalblerine hayat veren İlahî  bir irfan nuruyla kuvvetlendirmiştir. Onun için Allah'ı unutmazlar. Âhiret yolunu görür, sevileceği sevilmeyeceği tanırlar. Allah ve Resulüne itaat ederler, Allah yolunda her fedakârlığı yaparlar.

وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ

hem Allah onları, altından ırmaklar akar Cennetlere koyacaktır. خَالِدِينَ فِيهَا O suretle ki, içlerinde ebediyyen kalmak üzere. رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ Öyle ki, Allah onlardan hoşnud, onlar da Allah’dan hoşnud... Hem marzıyye, hem raziye olarak, Allah’ın rıdvanına ermişler. أُوْلَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ İşte bu evsafını duyduğun mü’minler, Allah’ın hizbidirler. -Allah’ın askeri ve Allah  dininin yardımcıları, Allah yolunda mücahede eden mücahidlerdir.- أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ Uyanık ol ki, Allah’ın hizbi muhakkak hep felah bulanlardır.» (Elmalılı Tefsiri.4804) (89:114 âyeti de mevzu ile alâkalıdır.)

92- Mezkûr âyetin tefsirinden, dine aykırı isteklerde bulunan ebeveyne, çocukların isyan edeceği mânası çıkarılmamalıdır. Zira dine aykırı isteklerde bulunan ebeveyne itaat etmemek başka, isyan etmek daha başkadır. Bir çocuk, ebeveynine hiç bir şekilde isyan edemez ve onları rencide etmez. Ancak ebeveynin dine aykırı istekleri olursa, çocuk ehven bir şekilde bunları geçiştirir, yapmaz, dini yaşayışına devam eder.

93- Baba ve anne, kız veya erkek çocuğunu evlenmeye zorlamasını şeriat yasaklar.

Evlenmede icbar olamaz. Çünkü icbar, mes’uliyeti kaldırır. Evlendirilmeleri istenen erkek veya kız, ebeveyn olmak mes’uliyetine gireceklerinden dolayı; evlenip evlenmemekte kendi ihtiyar ve rızaları olması şarttır. Ebeveyn ve velileri onları evlenmeye zorlayamazlar. Zira böyle bir zorlama, mes’uliyet kaidesini bozar.

Meşhur ve mu’teber Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu bu mevzuda geniş izahat verirken şöyle der:

«Büluğ çağına eren bir erkek çocuğun hıyar-ı büluğu, ömrîdir. (Yani evlenip evlenmemek, hayatı boyunca kendi isteğine bağlıdır) Binaenaleyh bâliğ veya nikâha muttali olduğu mecliste sükût edivermesiyle veya kalkıp gitmesiyle, bu hıyar hakkı sâkıt olmaz. Sarahaten veya delâleten rızası bulunmadıkça, ömrünün sonuna kadar devam eder. Sarahaten rıza: “Akd-i nikâha razıyım” gibi bir söz ile olur. Delâleten rıza da: “Zevcesine dühul etmek, zevcesini takbil etmek, zevcesinin mehr ve nafakasını vermek” gibi rızaya delâlet eden bir fiil ile tahakkuk eder.

Sagir ve sagire (erkek ve kız çocuğu) bâliğ olunca hıyar-ı büluğlarını (evlenmeyi reddetmek haklarını) “Nikahı feshettim” veya “Nikahı reddettim” veya “Vaki olan nikaha razı değilim” gibi adem-i rızaya delâlet eden bir söz ile istimal ederler. Bunlara “Şimdi bâliğ oldum” “Şimdi âdet görmeğe başladım” sözleri de ilave edilebilir.

Hıyar-ı büluğunu istimal eden tarafın talebi üzerine hâkim iki taraf müvacehesinde nikâhı fesheder. Şayet birbirine tezviç edilmiş olan iki çocuktan biri daha evvel bâliğ olup hıyar-ı büluğunu istimal edecek olsa, hâkim diğerinin velisi huzurunda veya mansub vasisi müvacehesinde aralarını tefrik eder. (yapılan nikâhı ibtal eder.)» (Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu. ci: 2 shf: 52)

94- Yukarıda nakledilen, evlenmede zorlamanın geçersizliği hakkındaki fıkhî hüküm, esasen hadislere istinad etmektedir. Ezcümle: Sahih-i Buharî Muhtasarı, ci:ll hadis: 1806,1807,1808 ve Sahih-i Müslim 16. Kitab-ün Nikâh 9. Bab ve İbn-i Mace 9. Kitab-ün Nikah ll. ve 12. Bablar mezkûr hükmü beyan eder.

95- Evlad ü iyal sahibi olmanın getireceği bazı mes’uliyetler ve manevi zararlar ile alakalı ve ikaz edici âyetlerden birkaç not:

İnsanlar için evlad ü iyal, mal ve servet gibi nefsin isteklerine meyil ve muhabbet,

geçici dünya metaıdır. Halbuki asıl meyil ve gaye, âhiret olmalıdır: (3:14,15)

Mal ve evladın, bazı şartlarda, bir fitne olduğu: (8:28)

Âhirette ne mal ve ne de evlad fayda veremez, ancak kalb-i selim (dünya malı ve evlad ü iyalin derd-i maişetiyle ve onların manevi mes’uliyetleriyle bozulmamış ve kemalat kazanmış kalb) fayda verir: (26:88,89)

İnsana kurbiyet-i İlahiyeyi kazandıran mal ve evlad değil, ancak hakiki iman ve a’mal-i salihadır: (34:37). Ve (18:46) (19:76) (28:80) âyetleri de aynı mâna ile alâkalıdır.

Mal ve evlad ü iyal, zikr-i İlahîden (marifetullahtan) alıkoymamalı. (Mal ve evlad ü iyal meşguliyeti) mani olması ile, âhirette hüsrana sebebdir: (63: 9)

Aile ve evladdan bir kısmı (cihada, din yolunda çalışmağa mani olmak ve manevi mes’uliyetleri cihetinden getirecekleri zararlar itibariyle) düşmandır. (Bu gibi sebeblerden dolayı) onlardan kaçının ve çekinin: (64:14, 15)

Ancak birkaç örnek için sure ve âyet numaralarını verdiğimiz bu ve emsali âyetler bilhassa asrımız itibariyle şayan-ı teemmül ve ibrettir.

 96- Yukarıdaki nakillerden netice olarak anlıyoruz ki, dünyada iffet ve huzura, âhirette de ebedî saadete medar olması gereken aile hayatının teşkilinde hissî ve ölçüsüz hareket etmek, (bilhassa asrımızın cemiyet şartları içinde) maddi ve manevi sıkıntı ve mes’uliyetlere sebebiyet verebilir. Esasen evlilik meşru olup teşvik edilmesi gerekirken, yukarıda görülen ciddi ikazların yapılması,- daha çok -bozuk cemiyetler içindir.

97- Kur’an (4:3) âyetinde geçen طَابَ kelimesinin maziyi ifade ettiğine dikkat etmek gerektiği gibi, ekseriyetle zevi-l ukûl için kullanılan مَنْ mevsûlüne bedel ma-i mevsûlenin gelmesi; kadının sîret, seciye, şefkat gibi tayyibiyetine yani güzel hasletlerine işaret olduğunu da ehemmiyetle teemmül etmek gerektir.

ASHAB-I SUFFA

98- Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamber’in (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve halleri, dinî hizmet hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Devamlı olarak Peygamberimiz’in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur’anın en yüksek derslerini alır, öğrenirler ve öğretirlerdi. İslâmiyet’i öğrenmek, öğretmek ve yaymak için her türlü şahsî menfaatlarını  terkederek tam bir İslâm fedaisi olarak yaşarlardı. Bunlar evlenmezler ve dünya işleriyle uğraşmazlardı. Ashab-ı Suffa’nın bu hizmetleri sebebiyle ve bu çok büyük fedakârlıkları vesilesiyle İslâmiyet az zamanda çok yayılmış ve kökleşmiştir. Peygamberimiz’in (A.S.M.) hadis-i şerifleri mükemmel bir şekilde muhafaza altına alınmış ve zamanımıza kadar hatta kıyamete kadar sağlam bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır.

99- Bu Ehl-i Suffa’nın ahvali, Kur’an-ı Kerim hizmetine ilk ve en mühim başlangıç olduğu ve herkese büyük ibret ve ders teşkil edeceği için, Sahih-i Buhari Tercemesi 7. cildinin 62 ve 63. sahifelerindeki alâkalı kısmı naklediyoruz:

«Suffa, Kamus Mütercimi’nin dediği gibi ve hepimizin bildiği veçhile, eski yerlerdeki sed, seki gibi yüksekçe eyvana denir. Lisanımızda tahrifle “sofa” tabir olunur. Ehl-i Suffa buna izafe edilmiştir. Ashab-ı Suffa; aileden cüda, gaile-i dünyeviyeden azade ve bütün mânası ile feragatkâr bir hayata malik olan bir zümre-i mübarekenin ekseri vakitleri Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) huzurunda geçerdi. Daima Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) ahz-ı feyz ederlerdi. Taraf-ı Peygamberîden tayin buyurulan muallimler marifetiyle de kendilerine Kur’an talim edilirdi. Bunlardan yetişenler, müslüman olan kabilelere, talim-i Kur’an için gönderilirdi. Bu cihetle bunlara “Kurra” denilirdi. Bu suffaya da “Dar-ul Kurra” demek en münasib bir isimdir. Nur-u Kur’anın lemhat-ül basar denilebilecek derecede az bir zaman zarfında âfak-ı âleme intişar etmesi, bu ilim ocağının yetiştirdiği güzideler sayesinde müyesser olmuştur.

100- Mütevazi ve fakat çok feyyaz olan 400-500 raddesinde daima Kur’an ile, icabında gaza ile meşgul olan bir irfan-ı Kur’an ordusu bulunuyordu. İçlerinden teehhül edenler, kadro haricine çıkardı. Fakat yenileri ile ikmal edilirdi. Burası bütün mânası ile leylî ve meccanî bir dar-ül ilim idi. Müdavimleri ne ticaretle, ne bir sanat ve harasetle (ziraat) iştigal etmezdi. Maişetleri taraf-ı Risaletpenahîden ve agniya-i ashab tarafından temin edilirdi. Bu hakikatı, Ehl-i Suffa’nın mübarek simalarından birisi olan Ebu Hüreyre (R.A.) kendisinin çok hadis rivayet ettiğinden şikayet edenlere karşı verdiği şu müskit cevabında pek güzel ifade etmiştir:

“Benim kesret-i rivayetim çok görülmesin. Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticaretleri ile, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatları ile meşgul bulundukları sırada Ebu Hüreyre, Peygamber’in (A.S.M.) mübarek nasihatlarının hıfzediyordu.” demişti.

 101- Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashab-ı Suffa’nın maişeti ile, talim ve terbiyesi ile pek yakından alâkadar olurdu. Hatta saadethaneleri ihtiyacatı ile ikinci derecede meşgul bulunurdu. Bir kerre Hz. Fatıma (R.A) el değirmeni ile un öğütmekten usandığından şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde, Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) “Kızım sen ne söylüyorsun? Henüz Ehl-i Suffa’nın maişetini yoluna koyamadım” buyurmuştu.

102- Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) hiç bir mev’izaları, hiç bir hitabeleri yoktur ki, bunun iradı sırasında Ashab-ı Suffa orada hazır bulunmasın; dinleyip, hıfzederek diğer ashaba nakletmesin... Bu suretle ahkâm-ı İslâmiyenin hıfz ve naklinde Ehl-i Suffa’nın pek müstesna tesirleri görülmüştür. İçlerinde Ebu Hüreyre (R.A) gibi müstesnalar yetiştiği gibi, ilmî varlık göstermiyenler de vardı. Fakat hangi türlü tedris gösterebilir ki; umumi surette böyle sihir-âmiz (çok te’sirli) bir feyiz verebilmiş olsun...»

103- Kur’an (11:27,29,30) ve (26:111-114) âyetlerinde de görüleceği gibi; mahviyetkârane ve fedakârane dine hizmet eden ve dünyevî şöhreti olmayan fakirlere itibar etmemek ve onların Resulullah’a tebaiyetlerini ehemmiyetsiz görmek ve geri saflara itmek ve tahakkümleri altına almak istiyenlere, yani dünyevî şan ü şeref sahibi olan mütekebbirlere rağmen Kur’anda (6:52) âyeti Ashab-ı Suffa’ya ve dolayısıyla dine hizmet yolunda Ashab-ı Suffa gibi, yani hakiki keyfiyeti teşkil eden tam ihlas, sadakat, sebat, takva ve rıza-yı İlahîyi esas almak gibi meziyetlere sahib olup fisebîlillah dine hizmet için vakf-ı hayat edenlere ciddi ehemmiyet verdiğinden, bu âyetle alâkalı tefsirden bir kısmını aşağıda dercediyoruz. Şöyle ki:

104- «Müttakilere (Ashaba-ı suffaya ve dolayısiyle keyfiyetli hizmet ehline) ikram ve tebşir için buyuruluyor ki: (6:52) وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ Ve şöyle müttakileri(Ashaba-ı suffayı) koğma ki, يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِىِّ sabah akşam yani her zaman Rablarına dua ve ibadet ederler ve ederken يُرِيدُونَ وَجْهَهُ sırf onun -o Rabb-ül Âlemîn’in- cemalini, rızasını isterler. Hulus-i niyet ile ve ancak Allah’a teveccüh ederek daima dua ve ibadet ederler.

   مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ Onların hesablarından hiçbir şey sana ait değil, وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِّن شَيْءٍ senin hesabından hiç bir şey de onlara ait değildir -ki muhasebe vazifesi veya endişesiyle- فَتَطْرُدَهُمْ onları koğasın. Binaenaleyh koğma. Koğarsan فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ  zalimlerden olursun.

105- Rivayet olunuyor ki: Kureyş’in ileri gelenlerinden bir takımları Hz. Peygamber’e uğramışlar. Yanında (Ashab-ı suffadan) Süheyb, Cenab, Bilal, Ammar, Selman ve sair fukara-i müslimîn bulunuyormuş. “Ya Muhammed! Sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından tardetsen, biz senin meclisine gelir, konuşur, belki ittiba ederiz” demişler.

Resulullah  مَا اَنَا بِطَارِدِ الْمُؤْمِنِينَ  Ben mü’minleri tardetmem buyurmuş.

“O halde biz geldiğimiz vakit bunları kaldır, gittiğimiz vakit istersen yanında oturt” demişler. Hz. Ömer de “Ya Resulallah, yapsan bakalım ne olacaklar?” demiş. Sonra onlara ilhah etmişler ve bunun yazılmasını istemişler. Resulullah da yazılmak için bir sahife ile Hz. Ali’yiçağırtmış. Ve bu âyet, (6:55) وَلِتَسْتَب۪ينَ سَب۪يلُ الْمُجْرِم۪ينَ۟ e kadar bu sebeble nazil olmuştur. Bunun üzerine Resulullah sahifeyi atmış ve Hz. Ömerin sözüne i’tizar etmiştir.

106- (Ashaba-ı suffadan olan) Selman ve Cenab (R.Anhüma) demişlerdir ki: “Bu âyet, bizlerin hakkında nazil oldu. Resulullah bizimle beraber oturur ve biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Sure-i Kehf’te (18:28) وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِىِّ nazil oldu ve binaen aleyh biz kalkmadan kalkmayı terk buyurdu ve dedi ki:

اَلْحَمْدُ ِللهِ الَّذِى لَمْ يمُتْنِى حَتَّى اَمَرَنِى اَنْ اَصْبِرَ

نَفْسِى مَعَ قَوْمٍ مِنْ اُمَّتِى مَعَكُمُ الْمَحْيَا وَمَعَكُمْ الْمَمَاتُ

Hamdolsun Allah’a ki; ümmetimden bir kavim ile (Ashaba-ı suffa ile) beraber nefsime sabrettirmemi bana emretmeden beni öldürmedi. Hayat sizinle, memat sizinle.” ilh...» (Elmalılı Tefsiri, 1940-1941)

106- İşte yukarıda görüldüğü gibi; din yolunda hiçbir karşılık beklemeden, yalnız rıza-yı İlahî için hasr-ı hayat eden Ashab-ı Suffa’ya âyetin emriyle hayat boyunca dine hizmet beraberliğini, Peygamberimiz (A.S.M.) “Hayat sizinle, memat sizinle” diyerek heyecanlı ifadesiyle müjdelemiştir. Bu müjdenin ifade ettiği derin mâna, ciddi bir şekilde mülahaza edilmeli ve kıyamete kadar bu Ashab-ı Suffa yolunu takib edenlere de şamil olduğu düşünülmelidir.

107- Hem dünyevî şan ü şeref sahibi olmadıklarından mütekebbirlerce beğenilmeyen bu gibi fedakârlara, (7:49) âyeti uhrevî zafer şerefini de müjdeler. İbn-i Mace 37. kitab-üz Zühd 4. Babda ve aynı eserin 3989. hadisinde, gafillerce değerleri takdir edilmeyen fakat Allah indinde şerefli olan kimseler beyan edilir. 

108- Hem ümmet içinde din için Ashab-ı Suffa gibi yaşıyanlara bir müjde-i Peygamberî (A.S.M.) da şu hadis-i şeriftir:

اَبْشِرُوا يَااَصْحَابَ الصُّفَّةِ ! فَمَنْ بَقِىَ مِنْ اُمَّتِى عَلَى النَّعْتِ

الَّذِى اَنْتُمْ عَلَيْهِ رَاضِيًا بِمَا هُوَ فِىهِ فَاِنَّهُ مِنْ رُفَقَائِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

2 Meali: “Sizlere müjde ey Ashab-ı Suffa! Sizden sonraki ümmetimden sizin üzerinde olduğunuz vasıf ile (yaşadığınız evsaf ile) devam edenler ve o hale razı olanlar, kıyamet gününde benim refiklerimdirler” diyerek cihandeğer Peygamber (A.S.M.) arkadaşlığını kazanmayı müjdelemiştir. Elbette ki bu müjdeye mazhar olan din hâdimlerini seven ve himayesine çalışanlar da, bu müjdeden hissedar olurlar. Hatta Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’i dahi, bu din fedailerinin beraberinde olmak sebebiyle, Cennet’e gireceği müjdelendi. (Bak: 1264.p.) Demek hak uğrunda feda-i nefs eden cemaat-ı mücahidîn ve hatta onlara mensubiyet dahi o kadar ehemmiyetli ki, Kıtmir’i dahi Cennetlik ediyor.

109- Mevlana Cami Hazretlerinin şu sözü bu mevzuda ne kadar manidardır:

 

يَا رَسُولَ اللّٰهِ چِه بَاشَدْ چُونْ سَگِ اَصْحَابِ كَهْفْ

دَاخِلِ جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَهءِ اَصْحَابِ تُو

اُو رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمْ كَىْ رَوَاسْتْ

اُو سَگِ اَصْحَابِ كَهْفْ مَنْ سَگِ اَصْحَابِ تُو

“Ya Resulallah! Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi, senin Sahabelerinin cemaatı içinde Cennet’e girsem ne olur!.. Onun (Kıtmir’in) Cennet’e benim Cehennem’e girmem reva mı? O Ashab-ı Kehf’in köpeği, ben ise Ashabının köpeği...”

110- İslâm hayatının ve Kur’an hakikatlarının gizli ve aşikâr düşmanlarından korunmasında, en üstün derecede gayret sahibi olan böyle mücahidîne ve fedakârlara bilerek muhalefet edenlerin veya ehemmiyetsiz görenlerin hali nice olur?

111- Sahih-i Müslim tercemesi 6. cild 147. hadiste de; kurra denen ve gündüz Ashab-ı Suffa’nın maişetiyle de meşgul olup gece derslerine devam eden Ensar’dan 70 fedakâr Sahabeden haber verilir.

Kur’an (59:9) âyeti Ensar’ın, Muhacirler’e Allah için sevip yardım ettiklerini beyan eder.

Ashab-ı Suffa hakkında daha pek çok rivayetler vardır. Bunların toplanması büyük yekûn teşkil edeceğinden bu kadarla iktifa ettik.

İşte Ashab-ı Suffa böyle mahrumiyetler içinde sabır ve fedakârane hizmet göstermişler ve aynı yolu takib edenlere de örnek olmuşlardır.

112- Burada hatıra gelebilen şöyle bir sual var:

Bu kadar ciddiyetle hizmet eden bu Suffa Cemaatı neden devam etmedi? Hem büyük bir hassasiyetle Ashab-ı Suffa’ya ihtimam gösteren Resulullah (A.S.M.) bu cemaat-ı mücahidînin devamlılığını neden teminat altına almadı?

Cevaben denir ki: Fahr-i Âlem (A.S.M.) nazar-ı Nübüvvetle görüyordu ki, bu fedakârane olan hizmet-i diniye, Âl-i Beyt silsilesinin manevi kahramanlarına intikal edecek. Evet Âl-i Beyt ihlas, sadakat, istiğna, fedakârlık ve içtimaî gıll u gıştan azadelik gibi Ashab-ı Suffa’nın temel hususiyetlerini değiştirmeden ve bu sıfatlarla da muttasıf olarak, çok genişlemiş olan âlem-i İslâm’ın manevi hayatiyetini muhafaza yolunda çalışmışlar ve âlem-i İslâm’a merkez-i maneviye olmuşlardır.Cesed ruhsuz duramadığı gibi, cemiyet-i İslâmiye bünyesi de, manevi şahsiyetlere istinad etmezse ayakta duramaz. Bu meseleyi hakikatıyla anlamak için İslam Prensipleri Ansiklopedisinin “Âl-i Beyt” maddesindeki izaha bakınız.

113- İşte bu cemaat-ı mücahidîn-i İslâmiye olan Âl-i Beyt’in manevî şahsiyetleri, ictimî gıll u gıştan azade kalarak âlem-i İslâm’ın bir merkez-i manevîsi olarak asırlarca devam etmişler ve  hizmet-i diniyeyi herşeyin üstünde tutarak dinin muhafazasına çalışmışlardır. Bütün âlem-i İslâm’ın tam bir itimad ve hürmetle bağlanmaları ve İslâm’ın merkez-i maneviyeleri olmaları için kader-i İlahî, Âl-i Beyt silsilesindeki manevi kahramanların ellerini, tarafgirlik ve keşmekeşliğin zemini olan siyasî saltanattan ve ictimaî sahalardan çekti ve böylece gönüllerde müessir ebedî sultanlar oldular. (Tafsilat için Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi 1331 ilâ 1334.parağrafları)

114- En sonunda yani âhirzaman fitnesinde, (İslâm Prensipleri Ansiklopedisinin 1749, 1750.p.larda zikredilen) hadîslerin ihbarıyla, âhirzamanda, yani zamanımızda İslâm’ın ilk devrine benzer bir vaziyet olacak. Yani Muhacirîn ve Ashab-ı Suffa gurebası gibi, dine hizmet için evinden ve diyarından uzaklaşmış gariblerle, yani Risale-i Nurun dar dairesi olan hizmet ehli ve hakikî Nurcularla ihya-i din ve cihad-ı manevî yapılacak, fitne cereyanının bozduğu Sünnet-i Nebeviye ihya edilecektir. “Bu fedakârlar zümresi bir cemaat-ı kalile olarak manevî merkeziyet teşkil edecektir. Hz. Üstadın ifadesiyle: “Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” Emirdağ Lahikası:266 ifadesiyle nazara verilmiştir.

115- Yine Hz. Bediüzzaman diyor:

“... itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...” (Mu:9)

116- Demek İslam Prensipleri Ansiklopedisinin 296.p.da geçen rivayetteki “Sizden sonraki ümmetimden” ifadesiyle açıkça haber verilen ve teşvik edilen Ashab-ı Suffa’nın devamı, İslâm’ın son devresinde tekrar Ashaba-ı Suffanın son halkasında, yani Nurun haslar dairesinde tahakkuk eder ve ona bakar. Haslar dairesi, yalnız vakıflar değil, birinci iman hizmetini esas alan hakikî Nurcular beraberliğinde bir dairedir.

117- Evet Âl-i Beyt keyfiyet sartları bakımından Ashab-ı Suffa’nın vazifesine kemal-i ciddiyetle sahib çıkmışlardır. Fakat zahirî şekil bakımından, yani mücerredlik, hicret ve dünya meşgalelerinden azadelik gibi zahirî şekil bakımından ise, İslâm’ın ilk devresi ile son devresi  birbirine tam benzer. (Tafsilat için Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi 1289. parağraf)

118- Elhasıl: Ashab-ı Suffa’nın yüklendikleri hizmet hayatı ve Ashab-ı Suffa mânası durmamış, mahiyeti ve hususiyetleri değişmeden Âl-i Beyt’in manevi kahramanlar silsilesine intikal ederek devam etmiştir. Zamanımızdaki âhirzaman fitnesinde ise, Risale-i Nurun keyfiyet hususiyetlerine istinad eden ve sayıları az olan hakiki şakirdlerinin haslar dairesi olarak kıyamete kadar dahi bu tarz hizmet-i diniye, devam ediyor ve edecektir. Bu hususu, Hz. Bediüzzaman, yazdığı 4-5 aded vasiyetnamesiyle dokunulmazlığını tescil etmiştir.

119- Bu husus لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ اُمَّتِى (Buhari 96. kitab 10. bab) hadis-i şerifleri ile de müeyyeddir. Bunun aksini iddia etmek, din hizmetinde azamî fedakârlığı ve bunun hakkındaki delail ve tebşiratı inkâr mânasına gelir.

120- Kur'anda "Allah yolunda kendilerini vakfettikleri" bildirilen "fakirler" e hadislerde faziletleri bildirilen "mesakin" elbette ki belli bir yer ve zamana    münhasır değildir. Gerek Âyetlerin, gerek hadislerin küllî manaları itibariyle hem Asr-ı Saadet'e hem gelecek bütün asırlara şümulü vardır. Asr-ı Saadet ise bütün gelecek asırlara ekmel ve küllî bir örnektir. Her devirde dinin himayesini kendine gaye edinmiş hakikî mücahidler ve Allah'ın inayetiyle O'nun yoluna kendilerini vakfetmiş "fakirler" ve" mesakin" olmuştur ve olacaktır. “Mesakin” için, İslâm Prensipleri Ansiklopedisinin Miskin maddesine bakınız.

121- Nitekim büyük müceddid İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektubat adlı eserinde yer alan Mirza Bediüzzaman'a hitaben yazdığı 74. ve 75. mektublarında, Asr-ı Saadet'teki Ashab-ı Suffa'yı kendilerine örnek olarak kendisi ve yakın çevresini "mesakin" manasında fakirler diye vasıflandırmakta ve bu fakirleri Âyet ve hadislerdeki asırlara şâmil küllî manasıyla ele alarak 74. mektubunda şöyle demektedir:

(Mektubunuzu) “okuyunca fakirlere sevginiz ve bağlılığınız anlaşıldı. Çünki bu sevgi selâmetin (dalalete düşmemenin) sermayesidir. Onlar, Allahu Teala'nın celîsleridir (yani, huzur-u etemme nail olup, Allah'ı unutmayan marifet ehlidirler). Onlarla beraber onlanlar (manevi cihad ve gayrette) onlara katılan, destek veren, meclislerinde (derslerinde) bulunup feyizyab olanlar) şaki olmazlar (yani, bu hak cereyanının muhalifleri olan Süfyan, Tagut, Deccal ve Firavunî cereyanlara fiilen katılmazlar ve  hissen tesirlerinde kalmazlar.)3 . Resulullah (A.S.M.) kâfirlere galib gelmesi ve işlerin kolaylaşması (hizmet-i diniyede inayet-i İlahiyeye mazhariyeti) için, muhacirlerin fakirleri hürmetine dua buyurduğu bildirilmektedir.”4

İmam-ı Rabbani (R.A.) bu cemaatın Allah indinde yeminlerinin (dualarının) makbuliyetini  beyan ederek böyle halis mücahid ve ehl-i marifet bir cemaat-ı makbulenin hizmetini ve bunlara bağlanmanın ehemmiyetini gösteriyor. Elbette ki ikinci bin yılın müceddidi, bu beyanlarıyla sadece kendi zamanının Mirza Bediüzzaman'ına değil, zamanımızdaki Mirza oğlu Bediüzzaman'a da hitab ederek, onun en ehemmiyet verdiği Nur camiasının haslar dairesi olan iman hizmeti fedakârlarına da işaret ettiği anlaşılıyor. Zira böyle büyük imamlar, Kur'an ve ehadisin derslerini takib ederek cüz'î bir hâdiseyi beyan ederken o hâdisenin külliyetini de  nazara alıp ders veriyorlar.

122- İmam-ı Rabbani (R.A.) aynı mektubun devamında kendisine yapılan ölçüsüz medihten nehyederek azami ihlası ders vermekte, nasihatların başında sünnet-i seniyeye ittiba etmenin elzemiyetini anlatmaktadır. Daha sonra da, “dünyanın süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldırış etmemek lâzımdır... Dünyanın malına, mevkiine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da ansızın hepsini bırakıp gidenlerin halini görerek ibret alınız.” demekte ve böylece en ehemmiyetli esaslara dikkat çekerek irşad etmektedir.

123- Yine Mirza Bediüzzaman'a hitab eden 75. mektubunda İmam-ı Rabbani (R.A.) Ehl-i Sünnet ve Cemaata uygun olarak, itikad ve iman esaslarında tekâmül etmek, yani imanda terakkiyi ve ona hizmeti birinci derecede ele almak bundan sonra sünnete uyma yolunda amelî fıkhı, yani İlahî emir ve yasakları bilmek gereğini beyan etmektedir. İman-ı kâmil ve amel-i salih ile mukaddes âleme (Cennet'e) uçmak nasib olur; bu iki kanat olmadan yükselmek olmaz, şeklinde nasihatta bulunarak bu mevzudaki hassasiyetin göstermektedir.

124- Calib-i dikkattir ki, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin en çok ehemmiyet verdiği iki esas olan, halis bir hizmet cemaatının varlığı ve iman hizmetinin birinci derecede tutulması hususu; İmam-ı Rabbani'nin (R.A.) mezkûr iki mektubunda da açıkça görülmektedir. Böylece bu iki büyük müceddid, bu iki esasın elzemiyetinde müttefik olup, mesleklerini ona bina etmişlerdir.

 

Elhasıl, dinî hizmette manevî istikamet merkeziyeti, maneviyat sahasında bir esas teşkil etmektedir.

 

1 Şayet biri biliyor, taallüm etmeğe muhtaç değilse, ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.

2 R.E. sh: 7 (Bu hadis-i şerifi Ramuz-ul Ehadis Kitabı Hatib-i Bağdadî’den, İmam-ı Deylemî’den ve Ebu Abdurrahman-üs Sülemî’nin Sünen-i Sofiyye Kitabında İbn-i Abbas’tan nakletmiştir.)

3 Bu rivayet Buhari 80. kitab-üd daavat 66. babda; Tirmizi daavat/129'da; S.B.M. 2161. hadiste mezkûrdur.

4 Taberani, Ebu Nuaym ve Hâfız-ı Münzirî'nin Tergib adlı kitabında nakledilmiştir.

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık