DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

İMAN - HAYAT - ŞERİAT

(Bazı suallere cevablar)

1-Bu üç vazife şimdi beraber yapılsa, mahzurları nelerdir?

2-Üç vazife vazifedarlarının vasıfları nelerdir ve bu üç vazife nasıl yapılacak?

3-Âl-i Beyt denilince sadece senedlerle seyyidliği bilinenleri mi anlayacağız ve Âl-i Beyt’in vazifesi siyaset mi, diyanet mi? Risale-i Nur bu meseleyi nasıl izah ediyor?

“Bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.” (K:190)

SUAL: Mezkûr üç vazife şimdi beraber yapılsa, mahzurları nelerdir?

CEVAB: Bu kısımda geçen “bu zamanda” kaydı, Risale-i Nur külliyatı’ndaki bazı beyanlara nazaran ittihad-ı İslâm kuvvetine sahip olunmadan ve şer cereyanlarının hâkim olduğu zamanda demektir. İşte bu mezkûr beyan ittihad-ı İslâmdan önce üç vazifenin bir cemaat tarafından yürütülmesi mümkün olamaz diye açık bir beyan ve hükümdür. Bu hükmü te’yid eden sarih beyanlardan biri de şöyledir:

«Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.» (K: 90)

«O zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rû-yi zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha mufafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.» (K: 90)

Bu ifadede de açık olarak görülüyor ki, asıl vazifedar olup hilafeti temsil edecek olan o muktedir gelecek zât dahi yukarıda anlatıldığı manada yani; İttihad-ı İslâm kuvvetine sahip olmadan önce gelse, ikinci ve üçüncü vazifelerden feragat edecek demekle mezkûr hükmü perçinlemiştir.

Bu hükmün hikmetini de  Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:

«Hem, yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta karşı çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.

Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir.» (K:90)

Bediüzzaman Hazretleri aynı hükmü te’yiden, tam dindar bir partinin iktidar olabilmesi için yüzde altmış - yetmişinin tam dindar olmasını şart koşar ve der ki:

«İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.» (Em: 190)

SUAL: Üç vazife vazifedarlarının vasıfları nelerdir ve bu üç vazife nasıl yapılacak?

CEVAB: İşte Risale-i Nur’da nazara verilen pek çok dersler müvacehesinde mezkûr üç vazifenin “bu zamanda” bir şahısta ve cemaatta içtima edemiyeceği açıkça anlaşılıyor. Ancak üç vazifenin vazifedar heyetleri ve kuvvetleri ile teşekkül edip Hazret-i Mehdi’nin temsil edeceği Âlem-i İslâm genişliğindeki şahs-ı manevîde taksim-ül a’mal kaidesi tarzında ve temsiliyet usulünce içtima edebileceğini bu şahs-ı manevî ise, başta İslâm âlemine yayılmış olan seyyidler cemaatı ve İslâm orduları ve bütün ulema ve evliyanın iltihakları ile teşekkül edeceğini Bediüzzaman Hazretleri sarahaten açıklamıştır. Bu üç vazifenin en birincisi olup yetmiş seneden beri devam eden ve kıyamete kadar devam edecek olan safî ve karışıksız iman hizmetinin istinad edeceği vazifedarları, te’vili imkansız bir sarahatla şöyle açıklanır:

«Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.» (E: 266)

Bu ifadede gelecek o zâtın hakimiyet devresinde de bu haslar dairesi olan iman hizmeti heyetinin varlığı ve çok az olacakları açıklanmıştır. Yani; kemmiyet devresinde bir keyfiyet merkezi nazara verilmiştir. Bu tarz sarahat üzerine te’vil yapılmaz, yapılamaz ve yapılmamalıdır. Yapılması halinde meslek ve hizmet hayatında bağlayıcı esas ve hükümler yerine fikir kargaşalıkları ve gruplaşmalar meydana gelir.

İkinci vazife olan şeairi ihya, yani cemiyet hayatından bid’aları ve sefih medeniyetin hayat tarzını kaldırıp İslâm cemiyet yapısını kurmak vazifesinin istinad edeceği vazifedarları ve kuvveti de şöyle açıklanır:

«Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.» (E: 266)

Bu beyan da aynı hükmü te’yid eder:

«O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir.Birinci vazife,maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.» (STG:9)

Üçüncü vazife de şöyle beyan edilir:

«İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.» (E:266)

Mektup aynı meseleyi te’yiden şöyle devam eder:

«Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor.» (E:267)

Bu ikinci ve üçüncü vazifelerin, diğer bir ifade ile geniş daire faaliyetlerinin istinad edeceği kuvvet hakkında şu gelecek izahlar da meseleyi tavzih eder. Şöyle ki:

«Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar.1 Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur.

Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. fiimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.» (M:441)

Bu izahlarda en çok nazara çarpan şu hususiyetlerdir ki: Mezkûr Âl-i Beyt cemaatleri, medeniyet-i hazıranın içine girip manen yıpranmamış ve şeair-i diniyeyi yaşayıp bid’alara bulaşmamış ve siyasetleri tarihî isbata dayanıp kat’i bilinen ve âlem-i İslâm’da yayılmış ve seyyid mürşidlerin terbiyesinde dinî ve manevî kemalât ve hissiyata sahip olmuş sağlam müslümanlardır.

Bu cemaatler dine yapılan tecavüzlerin tehyiciyle feverana gelip seyyidliği zahir olan başkumandanlarının yani gelecek zâtın emri altında toplanıp bir büyük ordu durumuna geleceklerdir. Ve fitnenin izalesinde o zâtın en has ordusu olacaklardır. Yoksa mimsiz medeniyetin ifsadat şartları içinde tavizkâr yaşayıp kendi cemaatine ve bağlandığı şahsa tarafgirlik zevkini hamiyet-i diniye zanneden ve hadiste bildirilen: تَكُونُونَ غُثَاءً كَغُثَاءِ السَّيْلِ (İbn-i Hanbel, 5/278) yani; “Siz selin köpük ve çörçöpüne benzer (yani keyfiyet hususiyetlerini kaybetmiş) bir hale geleceksiniz” hitabına mâsadak olmuş ve yine hadiste dikkat çekilen, sayıca yani keyfiyetsiz kemmiyetle beraber salabet-i diniye ve hamiyet-i İslâmiyede zayıf düşmüş millet ve cemaatler belki bu seyyidler cemaatinin beraberliğinde canlılık kazanabilirler. Evet sefih medeniyete tavizkârane yaklaşanlar, Kur’anın terbiyesi ve şerefiyle yaşayıp aşağılık duygusuna girmemiş seyyidlere salabet-i diniye ve hamiyet-i İslâmiye cihetinde yetişemez.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beytin hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.

Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’âniyenin mayasıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdînin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.» (Ş:90)

SUAL: Âl-i Beyt denilince sadece senedlerle seyyidliği bilinenleri mi anlayacağız ve Âl-i Beyt’in vazifesi siyaset mi, diyanet mi? Risale-i Nur bu meseleyi nasıl izah ediyor?

CEVAB: Muan’an senedlere dayanan nesebî şerafet ve siyadet, hakikat nazarında manevî ve ahlakî fazilete istinad eder ve Sünnet-i Seniyeye lisan-ı hal ve kaliyle gösterilen muhafızlık gayreti derecesinde değer kazanır. Bu manevî değerleri terkedenler, hakiki siyadet ve şerafete hak kazanamazlar. Âyet ve ehdiste ümmetin Âl-i Beyt’e meveddet ve ittibaının istenmesindeki en mühim hikmet, Resulullah’ın (ASM) şahsiyet-i maneviyesine rağbet-i umumiyeyi tergib ve tevcih etmekle, insanın varlık alemine ve dünyaya gelmesindeki gaye-i İlahiyeye uygun bir anlayışa, hissiyata ve yaşayışa sahib olmasını ve onda terakki etmesini temin etmek ve İslâmiyetin muhafazasında sağlam ve kahraman bir taban ve emin bir merkez olmaktır. Şerafet mücerret soya istinad etse, bu hikmetleri makûse kılar. Hem bu hakikatı bilmeyen bir kısım kimseler arasında soy üstünlüğü iddiaları ve rekabeti başlar. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri şahsi imtiyaz isteklerine kapı açan neseb, nesil ve para gibi şeylere ehemmiyet vermediğini şöyle ifade eder:

«Lillâhilhamd ve lâ fahr…2 İhlâs niyetini ihlâl eden ve anâsır-ı garaz olan nesep ve nesil ve tamah ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira, meşhur bir nesebim yok ki, mazisini muhafazaya çalışayım. Ben ebu lâşey olduğumdan bir neslim de yoktur ki, istikbalini temin edeyim… Öyle bir cünunum var ki, Divan-ı Harp dehşet ve tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı. Öyle bir cehaletim var ki, beni ümmî edip, dinar ve dirhemin nakşını okuyamıyorum.» (Mün:93)

İslâm tarihi seyri içinde, seyyid olan dinî şahsiyetler yani Âl-i Beyt’in mürşidleri, daha çok manevî hizmetlerin başında bulunmuşlardır. Bediüzzaman Hazretleri namaz teşehhüdünün âhirinde okunan duasının makbuliyet eseri olarak nazara verdiği bu zâtlar hakkında diyor ki:

«Üç yüz elli milyon içinde, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan yalnız  iki  zâtın,  yani  Hasan (r.a.) ve Hüseyin’in (r.a.) neslinden gelen evliya ekser-i mutlak hakikat mesleklerinin ve tarikatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ hadisinin mazharları olduklarıdır. Başta Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) ve fiah-ı Nakşibend (r.a.) olarak herbiri, ümmetin bir kısm-ı âzamını tarik-i hakikate ve hakikat-i İslâmiyete irşad edenler, bu âl hakkındaki duanın makbuliyetinin meyveleridirler.» Şualar ( 95 )

«Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan fiah-ı Geylânî gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nurani-yenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.» (L:20)

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki, ümmetin âl hakkındaki duası ki, اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ dir, makbul olacağını keşfetmiş.

Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.), vezâif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde, enbiya-yı  Benî İsrail gibi, aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (a.s.m.) görmüş. Onun için, لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş.

Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş:

“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.” Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.» Lem'alar (21) 

Yirmidokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmı’nın Beşinci İşaretinde ve Beşinci Şua’ın Ondokuzuncu Meselesinin sonunda ifade edildiği üzere; Âl-i Beyt’in siyasî hakimiyet ve icraatı olacağı ve Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde “gelecek zât” ve sair şekilde nazara verilen ve muan’an bir tarzda seyyidlerden yani Âl-i Beyt’ten olacağı bildirilen zât’ın en has ordusu seyyidler cemaatı olacağı (Bkz. Mektubat sh: 441) ve hilafet-i İslâmiyeyi temsil edeceği şeklindeki beyanlar; âhirzaman fitnesinin sonunda Âl-i Beyt’in büyük bir ekseriyetinin asırlardır devam eden tarihî seyrinin aksine siyaset-i İslâmiyeye sahip çıkacaklarını bildiren ifadeler sarihtir. Fakat bu son durum içinde, yine manevî hizmetin istinad edeceği ve kemmiyeten az bir şahs-ı manevînin de bulunacağı bildirilmiştir. Bununla beraber, Âl-i Beyt’in dinî şahsiyetlerinden bazılarının siyaset-i diniye vazifesinde, kısm-ı ekserîsinin de diyanet âleminde hizmet ettikleri tarihî bir hakikat olduğu gibi; Bediüzzaman Hazretleri de bu hususu şöyle ifade eder:

«Rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî Âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde Gavs-ı Âzam ve fiâh-ı Nakşibend ve aktâb-ı erbaa ve on iki imam gibi büyük Mehdînin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu» (Ş:590)

«Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok evsâfına câmi bir mehdî bulmuş. İşte, büyük Mehdîden evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdînin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş.» (M:95)

Yukarıdaki ifadelere dikkat edilince ve bilhassa “Hulefa-i Mehdiyyin ve Aktab-ı Mehdiyyin” tabirleri, sarahatla siyaset ve diyanet hizmetlerinin vazife taksimi tarzındaki mümessillerinin varlığını ve Âl-i Beyt’in siyaset ve diyanet sahalarında vazife gördüklerini beyan eder. Evet Mehdi hakkındaki rivayetlerin her iki vazifenin vazifedarlarına baktığı; bu rivayetlere te’vilsiz bakıldığı için mütehalif zannedildiği meselesinde Hazret-i Üstad’ın yaptığı tefrik ve tesbit, bu sahadaki yani Âl-i Beyt’in tarihî seyrindeki iltibası temyiz eden hârika bir keşiftir. Artık bizler bu keşfe ters düşmemeliyiz. Yani içtimaî ve siyasî çalışmalar ile manevî hizmetleri biribirine karıştırmamalıyız.

Üzerinde durduğumuz bu seyyidlik mevzuu, bir derece hassas bir meseledir. Seyyidliği muan’an senedle zahir olanın siyadetini setretmesi, büyük maslahatları hâmil olan bu nesebin unutulmasına yol açar. Eğer olur olmaz herkesin seyyidlik iddia edebilmesi imkânı verilse, siyadet meselesinde teşettütlere ve menfi nesebî rekabetlere, hem ihlas ve tevazu gibi fazilet esaslarında zarara bais olabilir. Demek her şeyin ifrat ve tefritten azade ve müvazeneli bir vasatı vardır. (Bakınız: Bediüzzaman Said-İ Nursî’nin Seyyidliği derlemesi) Bu vasatı korumak ve teşettütleri önlemek gibi hikmetler için:

«Seyyid olmayan “Seyyidim” ve seyyid olan “Değilim” diyenler, ikisi de günahkâr; ve duhul ile huruç haram oldukları gibi, hadis ve Kur’ân’da dahi ziyade veya noksan etmek memnudur.» (M:46) şeklinde düstur konulmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri “Âl” hakkında şöyle der:

«Resul-i Ekrem’in (asm) iki âl’i var. Biri: Nesebî âl; biri de şahs-ı manevî ve nuranîsinin risalet noktasında Âl’i var.» (Osm. Lem’alar:120)

Demek oluyor ki, ikinci manevî Âl’in manevî vazifesi daha ehemmiyetlidir. Çünkü biri nesebe, diğeri risaletin vazifesine bağlıdır.

Risale-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinde, mehdiyetin asıl vazifesi manevî iman hizmetinin birinci derecede olduğu ve bu hizmetin de birinci derecede Nur şakirdlerinin haslar dairesine istinad ettiği beyan edilir.

Bediüzzaman Hazretleri, iman hizmetinin hâdimleri olan Nur şakirdlerinin, ikinci manevî âl’in devamı olduğunu şöyle izah eder:

«Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir.» (E:67)

«Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın altı aylık hilâfetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîrden ve Celcelûtiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir.» (E:72)

 

1 Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zât, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza‌ Bu seyyidler kabîlesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevi gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış.

2 Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık