DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

İNSANİYETİ KAYBETMEK VAHŞETİ

Bozuk cemiyetlerde bilhassa ahirzaman fitnesinde insaniyeti kaybedip vahşete düşmek tehlikesine karşı bazı ikazlar

Her insan, İslâm fıtratı üzere yaratılır. (Bak: İslam Prensipleri Ansiklopedisi 168. parağraf) Bozuk cemiyetlerin müfsid şartları,  o fıtrat-ı asliyeyi ve Kur’an’da  “Ahsen-i Takvîm” tabiriyle ifade edilen fıtrî mükerremliği bozup vahşet derecesine düşürebilir.

Asrın fitnesinde, teknik imkânların çoğalıp yayılmasıyla ifsadatın emsalsiz bir şiddet kazandığına dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri  diyor ki:

“Bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumî....” (K: 30)

Bu parçada geçen (kalb-i umumî), (efkâr-ı amme), (vicdan-ı umumî) tabirleri, milletin fıtrat-ı asliyesi ve selâmet-i kalb ve istikamet-i fikir manasına olup, şeairin bozulmasıyla insanın insaniyet denen asliyetine gelen tahribi anlatır. Çünkü insaniyet, kalb, vicdan ve aklın dinî istikametlerine dayanır.

“Sedd-i Zülkarneyn'in tahribiyle, Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur'anînin tezelzülüyle de Ye'cüc ve Me'cüc'den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.”(K:149)

1940’lı yıllara ait bu parçada, daha henüz Anadolu köylerine giremeyen Avrupaî hayat bid’atlarının giderek yayılacağına ve anarşinin istilasına karşı önemli bir ikaz vardır.

Evet, yukarıdaki iki parçada geçen (bozulmaya yüz tutan) ve (fesada ve ifsada başlıyor) ifadeleri, giderek fesadın artacağını anlatır. Emirdağ L. sh:22’de de 50 sene sonra yani 1996’ lı yıllarda yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olacağı kaydı var. (Bakınız: Cemiyetin Giderek Bozulması Ve Sonra Düzelmesi derlemesi)

“Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, i'dam eder. Hristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî Mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.

İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar -eğer tahakkuk etse-. Nâsın itabından çekinir -eğer tebeyyün etse-.” (H.Ş:144)

Teknik imkânların ve neşriyat organlarının yaygınlaşmasıyla yapılacak ifsadatı haber verip ikaz eden Hz. Üstad diyor ki:

“Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.

Ezcümle müteaddid vücuhundan radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar.” (K:71)

“Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.

Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk'ın hususî lütfuna mazhar olmuş olanlardan başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkil olmuştur.” (Bms:246)

İşte bu beyan olunan dehşetli ifsadat içinde pek çok insan vahşî canavarlardan daha zararlı oluyorlar. Zira insanda fıtraten nebatî, hayvanî ve insanî hayat tabakaları vardır. Kalp ve aklın dinî irşad ve talim ile kazanacağı müsbet inkişafına ve fazilete dayanan insaniyette tekamül edemeyen insan, fıtraten ve asliyeten mevcut nebatî ve hayvanî hayat mertebesinde peşin ve hazır menfaat ve lezzetleri takip eden vahşî insan durumuna düşer. Aklını dahi bu isteklerini ele geçirmek aleti olarak kullanır. Hz. Üstad’ın ifadesi ile:  Akıl bir alettir. Eğer Cenab-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’ic ve muacciz bir alet olur....” (S:27)

Evet,  “Kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir.” (Ş:588) diye ikazat var.

Böylece kendi istekleri dışında hiçbir hukuk ve nizamı dinlemeyen ve dinleme kâbiliyeti olmayan nebatî ve hayvanî hayat, vahşette ve canavarlıkta giderek şiddet peyda eder. 

Risale-i Nur’da bu mesele ile alâkalı ifade ve ikâzlar vardır.  Birkaç kısa nümuneleri şöyledir:

“İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır.......İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk'ın hayvanatından bir nevi habislerdir.” (L:120)

“Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret olacak bir hâdise, bir nümune eksik değil. Her yerde muhtelif-ül mizaç insanlarda ayrı ayrı temayülât-ı kalbiye bulunuyor. Hâdisat-ı dünyeviye içinde, en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.” (B:179)

“Ben Şark'ın dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Vakta ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadet'e geldim. Gördüm ki: İstanbul tevahhuş ve tenafür-ü kulûb sebebiyle medenî libası giymiş vahşi bir adama benzerdi. Şimdi ittihad-ı millî sebebiyle medenî adam, fakat yarı medenî, yarı vahşi libasında bize arz-ı dîdar ediyor. Evvel şarkta fenalığın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vakta ki, hasta olan İstanbul'u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, bir divanelikle taltif edildim.” (D:79)

“Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki; o "Saadet-Saray-ı Medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel; Vilâyât-ı Şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolunun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır.” (T:77)

Bir rivayette de buyuruluyor ki:

“Ahirzaman fitnesinde bozuk insanların kalbleri şeytan kalbi gibidir. Kan dökücü (anarşist ve ihtilalci, fâsık)tırlar. Çocukları uram (edepsiz ve hırçın); gençler hayasız ve vakarsız; yaşlıları emr-i bil ma’rufu yapmaz; sünneti bid’at gibi, bid’atı sünnet gibi görürler; idarecileri tâgi ve müfsiddir. İşte o zaman Allah onlara şerlilerini musallat eder. Hayırlıların duası (ve daveti) kabul olmaz.” (İslam Prensipleri Ansiklopedisi 985/1. parağraf)

İşte, insaniyet faziletlerinden mahrum olanlara, nebatî hayat menfaatı ve hayvanî hissiyat lezzetleri ve enaniyet zevkleri hayat gayesi olup, herşeyi bu gayeye göre değerlendirirler. Kitap ve gösterdiği ölçüleri, ya nazara almazlar veya te’vil ederler. Bunların dine bağlılıkları lafzîdir, ciddi ve samimi değildir. Bu kimselerden bazıları şarlatanlıklarla, bazıları da hizmet-i diniye veya milliye perdeleri altında, bilerek veya bilmeyerek veya kalın gaflet içine gömülerek, derecelerine göre vahşileştikleri halde, kendilerini iyi zannederler. Hz. Üstad, heva ve enaniyet hislerini kendilerine ilah ittihaz edenlere bakan bir ayetin dersini şöyle beyan eder:

“İnsan yaratılışında kendi nefsine muhib olarak yaratılmıştır. Hattâ bizzât nefsi kadar bir şeye sevgisi yoktur. Kendisini, ancak Mabuda lâyık senalar ile medhediyor. Nefsini bütün ayıblardan, kusurlardan tenzih etmekle, -haklı olsun haksız olsun- kemal-i şiddetle müdafaa ediyor. Hattâ Cenab-ı Hakk'ı hamd ü sena için kendisinde yaratılan cihazatı, kendi nefsine hamd ü sena için sarfediyor ve مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ  deki مَنْ şümulüne dâhil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesi, ancak adem-i tezkiyesiyle olur.” (Ms:207)

“Hasaret ve helâket o adama olsun ki, Allah onu hızlana uğratıp heva-i nefsine mütabaat içinde hevasını kendisine ilah ittihaz edip, bütün ömrü heva ve ameli heba olur.” (Bms:614)

Yine Hz. Üstad, faziletli ve dindar bir şahsiyet sahibi olmak için şu şer’i ölçüleri şart koşar:

“Mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû'-i zan yolunu açmıştır!” (Mü:77)

İşte bu asırda bazılarının gömüldüğü gaflet ve insaniyeti kaybetme felaketinin ibretli bir tasviri. 

Yukarıda bahsi geçen nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet tabirleri Risale-i Nur eserlerinde kısmen şöyle izah ediliyor:

“Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mahiyetlerinden ve ne akibetlerinden haberin olmuyor. Biri, ceseddir. Evet cesedin genç iken latif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

Biri de, hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddiddir. Daim-i Bâki'nin zikri ile muhafazası lâzımdır.” (Ms:118)

İnsanın insaniyeti gelişmezse veya geliştikten sonra yok olursa ve böylece ahirete giderse, insaniyet mertebesi idam-ı ebedîye mahkûm olur, kalb ve akıl kemalatını ebediyen kaybeder. Bu hususla alâkalı olarak Hz. Üstad diyor ki:

“İnsan, eğer kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasarete düşer. Hem fena, hem fâni, hem ademe düşer. Hem manen kendini i'dam eder.” (S:364)

“Eğer hakikî şefkat sû'-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem'den ve i'dam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa.” (L:200)

“Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihazat-ı maneviyesini nefsin hevesatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz'î telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes'uliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.” (S:322)

“Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk'ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey'i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer.” (M:438)

“Onları bidayeten i'dam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de i'dam-ı ebedî ile beraber dünyevî i'dam ile de mahkûm ediyor.” (S:369)

“İ'lem Eyyühel-Aziz!  لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّٰهِ cümle-i mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü'min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır.” (Ms:141)

“Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” (Ms:178)

“İnsanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünki hem nebatîdir, hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanî. Tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmidört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki' olur. İnsanı hata ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir. خَلَقَ لَنَا مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ya istinaden insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasrıyla galat ediyor.” (Ms:208)

“Binaenaleyh insan evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyeye münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız kendi nefsine bakan faydadan ibaret olduğunu zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle takdir etmekle galat ediyor. Hattâ bu ölçüye göre kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.” (Bms:420)

Akibeti görmeyen ve hazır zevke mübtela olan insandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini, telezzüzü, hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyetkârane ve akibet-endişane olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.” (L:81)

“Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?

Elcevab: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki nebatî ve hayvanî kuvveleri, akibeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letaif-i insaniyeye galebe ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat bir lezzetle müteselli oluyorlar.” (L:78)

Bahsi geçen nebatiyet ve hayvaniyet mertebelerinin ileri derecelerinden doğan azgınlıklar hakkında da Risale-i Nur’dan birkaç parça:

“Cehennem endişesi olmazsa, "El-hükmü lil-galib" kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zaîflere, âcizlere, dünyayı Cehennem'e çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.” (Ş:183)

“Bir müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa, mürted ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünki anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir. Âhirzamanda gelecek Ye'cüc ve Me'cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur'an işaret ediyor.” (Em:159)

“O heva, hem heves, şe'ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Manevî meshediyor, değişir insaniyet.

Şu medenîlerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur suret.

Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı.” (S:712)

“Hem senin aklın, ruhun, kalbin, duyguların ulvî vazifelerini bırakıp, süflî nefsin ve pis hevesin rezil işlerine iştirak ve yardım ettiklerinden, ehl-i imana dünyada galebe edersin. Ve zahirde daha sevimli görünürsün. Çünki senin akıl ve kalb ve ruhun gayet derecede tedenni ve tereddi ve sukut edip, pis heves ve rezil nefse inkılab etmişler, mesholmuşlar.” (G:21)

“İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani "Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!" denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahud silmek için yazılmıştır.

Avrupa'nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette "Yaşasın Cehennem" dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.” (M:429)

“Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşi canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düstur ile hükmeder. Siz hangi usûlle bu acib tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz! Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini, kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünki böyle hususî ibadatta kanun yapılmaz ve kanun olamaz!” (M:430)

“Hem meselâ: اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ cümlesi -şeddeler sayılmaz- bin üçyüz yirmisekiz (1328); eğer şeddedeki (lâm) sayılsa, bin üçyüz ellisekiz (1358) adediyle bu umumî harbleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılabı'nın Kur'an lehindeki neticelerini bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumî'nin patlamasıyla maddî ve manevî şerlerin, siyasî diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek, اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ in tam manasına tetabuk eder.” (Ş:267)

“Kâfirlerin medeniyeti ile mü'minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me'nus sîreti makûs bir şeytandır...

İkincisi, bâtını nur zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sureti muavenet, sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.” (Ms:89)

“Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, "Cemaat için ferd feda edilir, milletin selâmeti için cüz'î hukuklara bakılmaz" diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku' bulmamış. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda etmez.” (K:150)

“Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa'da deccalane bir vahşet doğurmasıdır.” (E:58)

“Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile....... Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anudane particilik gibi bazı cereyanları aşılamağa başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor.” (Em:81)

“Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde -tahmininizce- bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak; dünyamızı, dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir-iki sene zelilane geçecek hayatımızı, kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek; bize âb-ı kevser hükmüne geçer.” (M:431)

“Herbir hükûmette muhalifler var. Asayişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar; elbette bin üçyüzelli senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur'anımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üçyüzelli milyon mü'minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terkedip; gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihane bir medeniyetin ahlâksızcasına belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyane kanunlara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre mikdar insafı bulunan hiç bir insan bunları onlara kabul ettirmeğe cebretmez.” (Ş:394)

Çocuklara yalnız funun-u medeniye dersleri vermek vahşettir:

“Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da za'f u acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidadları mes'udane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müdhiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir? Eğer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usûl, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaatı verebilirdi. Mademki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksadlar tevellüd edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr u aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalblerinde iman-ı billah ve iman-ı bil-âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir vâlidenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev'inden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.” (M:421)

İslâm dünyasında ihtilaf çıkarmak vahşettir:

“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.” (M:269)

Gayet şiddetli olan bu son ifadede,  Din’e hizmet perdesi altında hayvanî hissiyattan doğan şahsî arzuları ele geçirmek gayretlerine dinî hamiyetkârlık diyerek iğfalatta bulunmak ve ihtilafata kapı açmak;  sukut, vahşet, hiyanetle tavsif ediliyor.

Demek hakiki fazilet ve ciddî dava adamıü, kendi temayülat ve dünyevî menfaatlarının kavgasını vermek şöyle dursun, aksine herşeyini davası uğruna feda eder ve bu fedakârlığını lisanen değil fiiliyatiyle gösterir.  “Ayinesi iştir kişinin,  lafa bakılmaz.” (T:16) sözü meşhurdur.

Hz. Üstad bu ehemmiyetli dersleri ile bu asrın fitnesinde insaniyeti kaybetmemek ikazatını yapıyor.

           

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık