3597- ŞÜKR شكر : (Şükür) Ni’metleri ihsan edene karşı duyulan memnuniyet ve muhabbet hisleri ve bu hisleri sözlü ifade etmek. (Bak: Hamd, Nimet, Rızk, Tahdis-i Ni’met)

3598- Şükür kalb ile, dil ile ve sair beden azalarıyla yapılır. Beden azalarıyla ve duygularla yapılan fiilî ve şuurlu şükür ise, şükrün en ehemmiyetlisi olup şükr-ü örfîyi de tazammun eder. Bu hakikata binaen cihazat-ı insaniyenin ni’metiyetine karşı şükre davet eden âyetler vardır. (Bak: 1689/1.p.) Evet insana ihsan edilen vücud azalarının ve hissiyatın kendilerine has yaratılış gayeleri ve vazifeleri olması, hizmet-i Rabbaniyenin iktizasıdır. O cihazların gayelerinde kullanılması lâzımdır ki hakiki şükür ifa edilmiş olsun. Kur’an (9:111) âyetinin izahında beyan edilen şu mukayeseli hakikat, bu mevzuu en güzel bir şekilde izah eder:

«Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan öyle meşum ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki: Geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek,  yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki: Fâsık adam aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Malik-i Hakikisine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki; şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir Mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.

Meselâ: Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü gözün Sani-i Basirine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.

Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan belki nefis hesabına mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzak-ı Kerim’e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zaika rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nazır-ı mahiri ve kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şakiri rütbesine çıkar.

İşte ey akıl dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nazırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nazırı nerede?» (S.27) İşte, şükr-ü örfî manasında olan bu tarz hayatı yaşayanlar, manen terakki ederler. (Bak: 1159, 1968, 1969.p.lar)

3599- Şükür, kullardan Allah’a yapıldığından, ni’metlerin Allah’ın ihsanı olduğunu izhar ve o ni’metleri gayelerinde istimal etmek manalarını ifade eder. Allah’dan kullara bakınca da kullara mükâfat ve mücazat manasında kullanılır. (Bak: Kur’an (4:147) (35:34) (42:23) (64:17)

Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, (2:152) âyetini tefsir ederken şu izahatı veriyor:

«Size şimdi iki vazife vardır. Birincisi: فَاذْكُرُون۪ٓى ( 2:152 ) Beni zikrediniz, lâyıkıyla anınız ki, اَذْكُرْكُمْ ben de sizi buna lâyık bir anışla anayım, imdad ve inayetimi idame edeyim. İkincisi: وَاشْكُرُوال۪ى وَلاَ تَكْفُرُونِ۟ Bana şükrediniz, ni’metlerime karşı kalben veya lisanen veya bedenen veya hepsiyle birden bana ta’zim ve benim emirlerime itaat ve ni’metlerimi yerine sarf ile intifa eyleyiniz...

Zikir dahi şükür gibi ya lisanî veya kalbî veya bedenî olur.

Zikr-i bedenî; bedenin cevarih ü azasından herbiri memur bulundukları vezaif ile meşgul ve müstağrak olmak ve nehyoldukları şeylerden halî bulunmaktır. Şükür de bu meratibden her biriyle icra edilir. Ancak bunların şükr olması için, şakirin kendisine vasıl olmuş olan ni’meti hissetmesi ve bunları o ni’mete mukabil bir vazife-i ta’zim olarak yapması şarttır. Zikir ise, ni’metin böyle bir kayd-ı vusûlü olmaksızın alel’ıtlak bir muhabbetin, bir aşk-ı kemalin eseridir. Şu halde şükrün zikre atfı, esasen “atf-ül has ale-l âmm” demektir. Lakin her ikisi kayd-ı ni’metten sonra zikredilmiş bulunduğundan burada atf-ı tefsirî kabilinden olur. Böyle olmamak için şükrün şükr-ü örfî manasına hamli daha muvafıktır. O da vasıl olan ni’metlerin hepsini mâ-hulika-lehine sarfeylemektir. Binaenaleyh her hatve-i terakkide zikir bidayet, şükür bir nihayettir...

Hasılı bidayet-i ubudiyet zikr, nihayet-i ubudiyet şükürdür...

Fakat zikir marifet ile, şükür de nimet ile mütenasib olacaktır. Halbuki hakikat-ı İhaliyeyi bihakkın marifet, O’nu kendisi gibi bilmek demek olacağından, bu mütenahi âlemde kullar için gayr-ı mümkündür.

مَاعَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ Kezalik niam-ı İlahiye nâmütenahidir. Meselâ bir nefeste, içli dışlı iki nimet mevcuddur. Demek ki, sadece her nefeste iki şükür vacibdir. Bu halde bihakkın eda-i şükür de gayr-ı mümkündür.

مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبادَتِكَ Demek ki, bu hitab-ı İlahî karşısında ilk hissedilen şey, acz ve kudret-i Hâlika arz-ı teslimiyettir.» (E.T.540-542)

3600- Diğer iki âyet de şöyledir:

(3:144) “وَسَيَجْزِى اللّٰهُ الشَّاكِر۪ينَ Burada, şakirînden murad İslâmda sebat ederek ifa-yı vazife edenlerdir. Bunun için sabitîn veya tai’în ile tefsir edilmiştir.”  (E.T.1194)

(3:145) “وَسَنَجْزِى الشَّاكِر۪ينَ O şakirler ki, nimet-i İslâmda sebat edip Allah’ın kendilerine ihsan ettiği kuvvet ü kudreti mâ-hulika-lehi olan taate sarfederek şükrünü eda ederler ve hiçbir mania karşısında bundan inhiraf eylemezler.» (E.T.1196)

3601- Hem «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan tekrar ile

اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ٭ اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ٭ وَسَنَجْزِى الشَّاكِرِينَ ٭ لَئِنْ شَكَرْتُمْ َلاَزِيدَنَّكُمْ ٭ بَلِ اللّهَ فَاعْبُدْ وَ كُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ

gibi âyetlerle gösteriyor ki: Hâlik-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzib ve inkâr suretinde gösterip (55:13)

فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla Sure-i Rahman’da  şiddetli ve dehşetli bir surette otuzbir def’a şu âyetle tehdid ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzib ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet Kur’an-ı Hakîm nasılki şükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-ı âlemin en mühimmi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulatın en âlâsı, şükürdür.

Çünki hilkat-ı âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halkeden zat, ondan o hayatı intihab ediyor.

Sonra görüyoruz ki, zihayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta zihayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zihayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve müsahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlik-ı Zülcelal, zihayatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.

3602- Sonra görüyoruz ki: Âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz’edilmiş. Bütün nev’-i insanı ve hatta hayvanatı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve müsahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz ni’metleri camidir. Hatta rızkın çok envaıından yalnız bir nev’inin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zaika namında bir cihaz ile mat’umat adedince manevi ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek kâinat içinde en acib, en zengin, en garib, en şirin, en cami’, en bedi’ hakikat, rızıktadır.

3603- Şimdi görüyoruz ki: Herşey nasılki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaiyle manen ve maddeten, halen ve kalen şükür ile kaimdir, şükür ile oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünki rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor...

Altıncı Söz’de beyan edildiği gibi: Lisandaki kuvve-i zaika, Cenab-ı Hak hesabına yani manevi vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i bînihaye-i İlahiyenin hadsiz matbahlarına şakir bir müfettiş, hamid bir nazır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in’am edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa; o dildeki kuvve-i zaika, bir nazır-ı âlikadr makamından, batın fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.

Nasıl rızkın şu hizmetkârı, şükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder; öyle de, rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan, en edna makama inerler. Kâinat Hâlikının hikmetine zıd ve muhalif bir vaziyete düşerler.

3604- Şükrün mikyası kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helal demeyip ratsgeleni yemektir. Evet hırs şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir...

Hem şükrün envaı var. O nevilerin en camii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.

3605- Hem şükür içinde safi bir iman var; halis bir tevhid bulunur. Çünkü bir elmayı yiyen ve elhamdülillah diyen adam, o şükür ile ilan eder ki: “O elma doğrudan doğruya Dest-i Kudret’in yadigarı ve doğrudan doğruya Hazine-i Rahmet’in hediyesidir” demesi ile ve itikad etmesi ile her şeyi -cüz’î olsun, küllî olsun- onun Dest-i Kudret’ine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakiki bir imanı ve halis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.

3606- İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü; çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki: Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet, o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevi lübleri ve hülasaları ve manevi maddeleri ulvi makamlara gönderip; maddî ve tüflî (posa) ve kışrî -yani vazifesini bitiren ve lüzümsuz kalan- maddeleri füzulat olup; aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor.

Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur. Şükür ile, zail rızıklar; daimî lezzetler, baki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten çirkin bir surete döner. Çünkü o gafile göre rızkın akıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra, füzulattır...

3607- Enva-ı zihayat içinde en ziyade rızkın envaına muhtaç insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün esmasına cami’ bir ayine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata malik bir mu’cize-i Kudret ve bütün esmasının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri havi bir Halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddi ve manevi rızkın hadsiz envaına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu camiiyete göre en âlâ bir mevki olan Ahsen-i Takvim’e çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i safilîne düşer; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.» (M.364-367)

3608- «Nimetler, Mün’im-i Kerim’in taahhüdü altındadır. Senin işin, onun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini arttırır. Çünki şükür, nimette in’amı görmek demektir. İn’amı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def’eder. Zira nimet zail olduğundan Mün’im-i Hakiki onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın. Evet (10:10) وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delalet eder. Çünki hamd, in’am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesile ile zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zail olur. Çünki şecerede çok semere vardır, biri giderse ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.» (M.N.122)

3609- “Sure-i Rahman’da âyat-ı tenziliyenin makta’larındaki (55:53) فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyeti, mütenevvi’ ve muhtelif tekvinî âyetlere işaret ederek tekrar edilmesi gösteriyor ki, cin ve insin ekser isyanları ve tuğyanlarının en şiddetlisi ve küfranlarının en büyüğü; nimette in’amı görmemek ve Mün’im-i Hakiki’den gaflet etmek ve nimetleri esbab ve tesadüflere isnad etmekten geliyor. Ve böylece Allah’ın nimetlerini tekzib ve inkâra kadar gidiyorlar. Öyle ise ehl-i iman için; ona kasdî olarak gelen herbir nimete başlarken, “Bismillah” demesi lâzımdır. Yani ben Cenab-ı Hakk’ın ismiyle ve hesabıyla alıyorum, vesait hesabına değil. Öyle ise şükür ve minnet yalnız onundur.» (M.Nu.190)

3610- Şükür hakkında âyetlerden birkaç not:

-Şeytanın insanları aldatıp şükürden alıkoymasıyla ekser insanların şükürsüz olduğu: (7:17) (40:60)

-İçtimaî hayat şartlarının müsbet olması ve ferdin şükr-ü örfîye uygun yaşaması halinde, çekirdek gibi insanın da istidadat-ı ruhiyesinin neşv ü nema bulacağı hakikatına bir misal: (7:58)

-Şükrün tevhid hakikatını tazammun ettiğine işaret: (12:38) Zira şükür bütün iyiliklerin ve bu iyilikleri intac eden kâinat nizamının yalnız Allah’ın eseri olduğuna inanmayı zaruri kılar. (Bak: Kur’an (25:62) ve Delil-i İnayet)

-Şükür gerek vehben, gerek kesben sahib olunan ni’metlerin artmasına vesiledir: (14:7)

-Vücud azalarının şükrü: (16:78) (23:78) (67:23) (Bak: 1689/1.p.)

-Ni’met ve ihsanat-ı Rabbaniyenin -şükür ve küfran cihetinde- tazammun ettiği imtihan sırrı: (27:40)

-İlm-i hikmet ni’metinin fikrî ve amelî şükürle münasebettarlığı: (31:12)

-Ebeveyne şükür (Şeriattaki şartlara göre hukuklarına riayet etmek): (31:14)

-İyilik edenin karşılık ve şükür beklememesi: (76:9)

 

Yukarı Çık