1668- İNSAN انسان : (Bu kelimenin aslı bir kısım lügat âlimlerince “ins”den geldiği söylenir. Kamus’ta da Kûfiyyuna göre, unutmak manasında “nisyan” kelimesinden geldiği zikredilmektedir.

Akıl, iman, vicdan, irade gibi insaniyet vasıflarıyla hayvanlardan farklı, Cenab-ı Hakk’ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni’metleri unutkanlığı dolayısıyla “İnsan” (yani unutkan) denilmiş. (Bak: Acz, Âdem, Antropoloji, Kemalat, Müşebbihe)

Birkaç atıf notu:

-İnsan nisyandan alındığı için nisyana mübteladır, bak: 2830.p.

-İnsanın kıymeti Sani’a nisbetle tezahür eder, bak: 2155.p.

-İnsanın manen tedennisi, bak: Mesh

-İnsan ile hayvan arasındaki farklar, bak: 1255,1258.p.lar

1669- Kur’anın (2:21) âyetinde geçen ناس aslında nisyandan alınmış bir ism-i faildir, vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani: ey insanlar! Ne için misak-ı ezelîyi unuttunuz... Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani: Sizin o misakı terketmeniz amden değil belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.” (İ.İ.97)

“Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halketmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve cami’ olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki; beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlub olursa, beşer mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur, çünki özrü yoktur.” (İ.İ.205)

1670- “İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami bir istidad verildiği için; esfel-i safilînden ta âlâ-yı illiyyîne, ferşten ta arşa, zerreden ta şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekâta girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir.” (S.319)

1671- Hem bütün zihayatlar içinde insan intihab edilmiştir. Evet “hilkat-ı âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halkeden Zat, ondan o hayatı intihab ediyor. Sonra görüyoruz ki: Zihayat âlemlerini bir daire suretinde icadedip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta zihayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zihayatı onun etrafına toplayıp, ona hizmetkâr ve müsahhar ediyor. Onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlik-ı zülcelal, zihayatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.” (M. 364)

1672- “Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin; benden bir şükr-ü küllî istenilsin?”

Çünki, sen çendan nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belagatlı bir lisan-ı natıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nazırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

Evet ey insan! Sen nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sagîr bir cüz, hakîr bir cüz’î, fakir bir mahluk, zaif bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat mühabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nazırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-ı Rahimim dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lamba ve baharı bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i ni’met; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı. Ve nebatatı, o hanemin zinetli levazımatı yapmıştır.”

Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i safilîne düşersin. Eğer Hak ve Kuran’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.” (S.328)

Atıf notları:

-İnsanın hem mükerrem, hem çok zalim ve cahil olduğu mealindeki âyetin izahı, bak. 144.p.

-Semavî dinler gelmeseydi, insan hayvan olarak kalacaktı, bak: 143.p.

-İman, İslâmiyet ve insaniyet mideleri, bak.2988.p.

-İnsanda nebatî, hayvanî, insanî mertebeler, bak: 2883.p.

-İnsanı manen tekemmül ettiren ibadettir, bak: 1434.p.

-İnsanın fıtratı medenidir, bak: 2342.p.

-İnsanın kalben tekâmül etmesi, bak: 3665.p.

1673- İşte bu hakikatı tenvir eden bir âyette şöyle buyuruluyor.

هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ

(2:29) “Kuran-ı Kerim, bu âyetin işaretiyle diyor ki: “İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti’ ve müsahhar olmazdı. Ve keza insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlukat onun için halkedilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsa idi, o vakit insan, mahlukat için halkolunacaktı. Ve keza insanın Hâlikı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki; âlem -i dünyayı kendisi için değil, beşer için; beşeri de ibadeti için halketmiştir.

Hülasa: İnsan mümtaz ve müstesnadır; hayvanlar gibi değildir. Onun için insan وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cevherine bir sadef olmuştur.” (İ.İ. 185)

Hem (22:65) (31:20) âyetlerinde geçen سَخَّرَ لَكُمْ , gibi ifadeleriyle, mahlukatın insana teshir edildiğini bildiren âyetler de çoktur.

1674- “Sual: İnsan, Arza nisbeten bir zerredir; Arz da, kâinata nazaran bir zerredir; ve keza insanın bir ferdi, nev’ine nisbeten bir zerredir; nev’ide, sair ortakları bulunan enva’içinde bir zerre gibidir. Ve keza aklın düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahîdeki faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh, böyle bir âlemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez?

Cevab: Evet zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidadlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidadların meyillerini tatmin ve te’min edecek âlem-i âhirettir. Ve keza istifade hususunda müzahame mümanea ve tecezzi yoktur; bir küllînin cüz’iyatına nisbeti gibidir. Nasılki bir küllî bütün cüz’iyatında mevcud olduğu halde, ne o küllîde tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz’iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i Arzdan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne Küre-i Arzda bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envaa bir umumi ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin faideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek değildir.” (İ.İ.101)

1675- “İnsanı hayvandan ayıran şeylerden biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake malik değildir..

İkincisi, gerek enfüsî, gerek afakî, yani dahilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir.

Üçüncüsü,inşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir. Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

Binaenaleyh, insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvela mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in’amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sanii hamd ü sena etmektir.” (M.N.206)

1676- “İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren camiiyetinin meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vâhib-ül Hayat’a olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan kendi kelâmını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatında, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek her şey sağır adam gibi yalnız  kendi kelâmını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri esma-i hüsnanın delillerini fehmeder. Binaenaleyh herşeyin kıymeti, kendisine göre cüz’îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir ferd iken bir nevi gibi olur.” (M.N.212)

Birkaç atıf notu:

-İnsan nevi, pekçok envaı tazammun edecek fıtratta yaratılmıştır, bak: 3430.p.

-Zihayatlar içinde insan intihab edildi, bak: 3601.p.

-Nev- i beşere insan-ı kâmil yüzünden gelen şeref, bak: 3540.p.

-İnsan-ı kâmilin tarifi, bak: 3667.p.

-İnsanın yeryüzündeki hilafeti, bak: 1139,1140.p.lar.

“İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ, balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü en büyüğü gibidir. Çünki insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir.” (M.N.128)

Bir atıf notu:

-İnsanlarda tehalüf ve tevafuk cihetleri, bak: 3804.p.

1677- “İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir. Ve ihtiyacatın kesreti sebebiyle çok çeşit çeşit hissiyat peyda olmuştur ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş. Ve fıtratın camiiyyeti sebebiyle pek çok makasıda müteveccih arzulara medar olmuş ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihazatı ziyade inbisat peyda etmiştir. Ve ibadatın bütün envaına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemalatın tohumla-rına cami’ bir istidad verilmiştir.” (S.325)

1678- “İnsan, kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet’i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelal’i de görmeğe müştaktır.

Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak bir mahşer-i acaib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadir-i Mutlak’ın dergahına ilticaya muhtaçtır.

İşte şu vaziyette bir insana hakiki mabud olacak; yalnız, herşey’in dizgini elinde, herşey’in hazinesi yanında, herşeyin yanında nazır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan mualla bir Kadir-i Zülcelal, bir Rahim-i Zülcemal, bir Hakîm-i Zülkemal olabilir. Çünki nihayetsiz hacat-ı insaniyeyi ihsan edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, mabudiyete lâyık yalnız O’dur.” (S.319)

Birkaç atıf notu:

-İnsan onsekiz bin âlemi cami bir nüshadır, bak: 207, 1159.p.lar

-İnsanın kâinat üstündeki ihtiyacatıyla kazandığı camiyeti, bak:538.p.

-İnsan bilmediği şeye düşmandır, bak: 2550.p.

1679- “İnsanda iki vecih var: Birisi, enaniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nazırdır. Diğeri, ubudiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar.

Evvelki vecih itibariyle öyle bir biçare mahluktur ki; sermayesi yalnız ihtiyardan bir şa’re (saç) gibi cüz’î bir cüz-i ihtiyarî ve iktidardan zaif birkesb ve hayattan çabuk söner bir şule ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envaın hesabsız efradından nazik, zaif bir fert olarak bulunuyor.

İkinci vecih itibariyle ve bilhassa ubudiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs’ati var. Pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünki Fatır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Ta ki, kudreti nihayetsiz bir Kadir-i Rahim ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zatın hadsiz tecelliyatına cami’ geniş bir ayine olsun.” (S.321) (Bak: Acz)

1680- “İnsanın bu ehemmiyetli camiiyetidir ki: Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-i mat’umatıyla kerimane doldurmuş. Hem bu maddî mide gibi, hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasıyla o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile teşekküratın her nev’ini yapar.

Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder.

Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevi mide hük-müne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, Esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile ism-i Rahman’ı ve ism-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder.

"Elhamdülillahi alâ Rahmaniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi" der ve hakeza... bu manevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir; ve bilhassa o midedeki muhabbet-i ilahiye zevkinin daha başka bir dairesi var:

1681- İşte Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar yaparak, kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana müsahhar ettiğinin ve kâinatın  insan ile mazhar olduğu sırr-ı Kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:

1682- Birincisi: Kâinatta münteşir bütün enva-ı nimeti insanla tanzim etmek ve insanın menfaatı ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.

1683- İkinci Vazifesi: Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hitabatına, insan, camiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatab olmak ve hayretkârane san’atlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellal olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün envaiyle, bütün enva-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.

Üçüncü Vazifesi: Hayatı ile, üç cihetle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a ve şuunatına ve sıfat-ı muhitasına ayinedarlık etmektir.

1684- Birinci Vecih: İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlikının kudret-i mutlakasını ve deracatını, ve acz’in dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek; ve za’fiyle onun kuvvetini anlamaktır. Ve hakeza... Noksan sıfatlarıyla Hâlikının evsaf-ı kemaline mikyasvarî ayine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lambalarını göstermeğe mükemmel bir ayine olduğu gibi, insan dahi, böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalat-ı İlahiyeye ayinedarlık eder.

1685- İkinci Vecih: İnsan cüz’î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zahirî malikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının malikiyyetini ve san’atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, ayinedarlık eder.

1686- Üçüncü Vecih’deki ayinedarlığın iki yüzü var:

Birisi: Esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Adeta insan, camiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.

İkinci yüzü, şuunat-ı İlahiyeye ayinedarlık eder. Yani: Kendi hayatıyla Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un sem ve basar gibi sıfatlarına ayinedarlık eder, bildirir.

1687- Hem insan hayatında bulunan ve inkişaf etmiyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine ayinedarlık eder. Meselâ: o hassasiyet içinde sevmek, iftihar et-mek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile, Zat-ı Akdes’in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına ayinedarlık eder. Hem insan, nasılkı hayat-ı camiasıyla Zat-ı Zülcelal’in sıfat ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir ayinedir. ve hakeza çok cihetlerle, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a ayinedarlık eder.” (L. 353-354) (Bak: 860.p)

Birkaç atıf notu:

-İnsanın sema-i dünyada akliyle tasarrufu, bak: 3357.p.

-Arz’ın insanla kazandığı kıymet, bak: 274.p.

-İnsanın vazife-i asliyesi, bak: 3711.p.

1688- “Bir Hadis-i Şerifte varid olmuş ki:

اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِ -ev kema kal- Bu Hadis-i Şerif, bir kısım ehl-i tarikat, akaid-i imaniyeye münasib düşmiyen acib bir tarzda tefsir etmişler. Hatta onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sima-yı ma-nevîsine bir suret-i Rahman nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarikatın bir kısm-ı ekserinde sekir ve ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikata muhalif telakkilerinde belki mazurdurlar. Fakat aklı başında olanlar, fikren onların esas-ı akaide münafi olan manalarına kabul edemez. Etse hata eder. Evet bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zat-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi olmadığı gibi, (42:11)لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz. Fakat (30:27) وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ sırrıyla mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfat ve esmasına bakılır. Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır. Şu mezkûr Hadis-i Şerifin çok makasıdından birisi şudur ki: İnsan, İsm-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet sabıkan beyan ettiğimiz gibi kâinatın simasında binbir ismin şualarından tezahür eden İsm-i Rahman göründüğü gibi, zemin yüzünün simasında rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden İsm-i Rahman gösterildiği gibi, insanın suret-i camiasında küçük bir mikyasta zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o İsm-i Rahmanın cilvesi etemmini gösterir demektir. Hem işarettirki zatrı Rahmanurrahim’in delilleri ve ayineleri olan zihayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zat-ı Vacib-ül Vücud’a delaletleri kat’î ve vâzıh ve zâhirdir ki; Güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir ayine parlaklığına ve delaletinin vuzuhuna işareten”o ayine Güneştir” denildiği gibi, “insanda suret-i Rahman var” vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i Vahdet-ül Vücud’un mutedil kısmı لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ bu sırra binaen, bu delaletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir ünvan olarak demişler.” (L.100) (Bak: Müşebbihe)

Atıf notları:

-Esma-i hüsnada cereyan eden hakikatların nümunecikleri insaniyette de cereyan eder, bak: 886.p.

-İns ü cin şeytanlarından taavvüz, bak: 590.p.

-İns ü cin şeytanları peygamberlere düşman olagelmişlerdir, bak: 595.p.

-İnsî şeytan, bak: 345/1. p.da bir âyet notu ve 3537.p.

1689- İnsan hakkında Kur’andan birkaç not:

-İnsanın yaradılış başlangıcı bir “tîn”: (32: 7) (bak. 99.p.)

-İnsanın mebde-i hilkat devreleri, bak: Kur’an (22.5) (32: 7,8,9) âyetleri ve 968.p.

-İnsanın nankörlüğü: (42: 48) (43:15)

-İnsana nefsinin vesveseleri: (50: 16)

-İnsanın hırsı ve cimriliği: (70:19)

-İnsanın mahşerde kendine şahitliği, (tarih-i hayatının mahfuziyetine ve zabtetmek kabiliyetine işaret) : (75:14) (Bak: 1123.p.)

-İnsan kebed (şerait-i hayat ve zor imtihanlar cihetleri gibi) meşakkatler içinde yaratıldı: (90:4)

-İnsan ahsen-i takvimde yaratılmıştır: (95:4)

-İnsanın fıtrat-ı asliyesi İslâmîdir: (30:30) (Bak: Fıtrat)

-İnsanlar arasında tefadul (üstünlük farkları): (17:21)

-Hilkatta ziyadelik: (7:69) (35:1)

-İnsanların mahlukat üstünde tafdili: (17:70)

-Erkek kadından üstün kılınması: (4:34)

-Rızıkta (zenginlikte) üstün kılınanlar: (16:71)

-Peygamberler arasında tefadul (Bak: 826.p.)

-Peygamberlerin mü’minlerden tafdilleri: (27:15)

1689/1- İnsana verilen göz, kulak gibi hârika cihazatı, ihsanat-ı ilahiye olarak zikreden Kur’an, bu cihazların nimetiyet ve hârikalığını tefekkür ve şükretmeye (Bak: Şükr) davet eder. Ezcümle (6:46) (10:31) (16:78) (23:78) (32:9) (46:26) (67:23) âyetleri örnek verilebilir.

Evet renkler ve şekiller âlemine ve sesler envaına ve manaları nakleden kelimatın idrakine açılan göz ve kulak cihazları ve her biri böyle birer hârika âleme bakan cihazat-ı insaniye verilmeseydi; renkler, şekiller, kokular, tadlar, acılar ve lezzetler bütün envaı ile bilinemezdi ve bunlar bize göre bir nevi gayb âlemi gibi olurdu. insanda inkişaf etmemiş pek çok hissiyat var ki, inkişaflarıyla kendi âlemlerine açılabilir. (Bak: 1159.p.)

1689/2- Kur’anda (ekseriyet) kelimesinin geçtiği âyetlerdeki ekseri insanların tavsifatı şöyledir.

-Lâ ya’lemûn: (İnsanların çoğu) Bilmezler, bilgisizdirler: (6:37), (7:131), (8:34), (10:55) (12, 21, 40, 68), (16:38, 75, 101), (27:61), (28:13, 57), (29:63), (31: 25), (34: 28, 36), (39:29, 49), (40:57), (44:39), (45:26), (52:47)

 -Lâ yü’minûn: (ekserisi) iman etmezler: (2:100), (11:7), (13.1), (36:7), (40:59)

-Lâ yeşkürün: (ekserisi)  şükretmezle: (2:243), (10:60), (12:38), (27:73), (40:61)

-Lâ ya’kılûn: (ekserisi) akletmezler, anlamazlar: (5:103), (49:4)

-Kâfirûn: (ekserisi) inkârcıdırlar: (16: 83)

-Müşrikûn: (ekserisi) müşriktirler: (10:60), (12:106), (30:42)

-Ekserisi zanlarına uyar: (10:36)

-Ekserisi cahil ve bilmez kişilerdir: (6:111)

-Ekserisi hakkı kerih gören bozuk kimselerdir:(23:70), (43:78)

-Ekserisi fasıkdırlar: (3:110), (5:59), (7:102), (9:8)

-Ekserisi kefûr; çok nankör ve inkarcı: (17:89), (25:50)

-Bi mü’minîn: ekserisi imansız, inanmamış kimselerdir: (12: 103), (26:8, 67, 103, 121, 139, 158, 174, 190)

-Ekserisini şükredici bulamazsın: (7:17)

-Ekserisini ahdinde durur bulamazsın: (7:102)

-Ekserisi lâ yesmeûn: hakkı işitmez ve dinlemez: (41:4)

-Kâzibûn: ekserisi yalancıdırlar: (26:223)

-Ekserisi hakkı işitmez ve akletmez, anlamaz: (25:44)

-Ekserisi hakkı bilmez ve yan çizerler, yüz çevirirler: (21:24)

Yukarı Çık