1539- İKTİSAD اقتصاد : Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak. * Ebd: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak. (Bak: Ekonomi, İsraf)

“İktisad, lügatta “amelde i’tidal” demektir ki, kasıddan me’huzdur. Çünkü matlubunu iyi tanıyan bir kimse, onu hiç eğilip bükülmeden istikamet üzere kasdeder. Maksudunun mevzi ve mevkiini bilemiyen ise tahayyür içinde kalır. İfrat veya tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeble iktisad, maksada müeddi olan amel demek olmuştur. Umur-u maliyedeki iktisadın da esası budur.”(E.T.1736)

1540- Zâhiren birbirine benzeyen “iktisad ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasılki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasılki kötü hasletlerden olan tekebbürden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır.

Öyle de: Ahkâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlahiyenin medarlarından olan iktisad ise, sefilik ve bahilik ve tama’kârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu hakikatı te’yit eden bir vakıa:

1541- Sahabenin abadile-i seb’a-yı meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki; halife-i Resulullah olan Faruk-u Azam hazret-i Ömer’in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir me-seleden iktisad için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Ruy-i zeminin halife-i zişanı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acib bir hisset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvalini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti.

Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı? “Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.” O sahabe dedi: “Fesübhanallah... Çarşı içinde kırk para için böyle manakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemal-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü, gitti. Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer’i gördü, dedi: “Ya imam! Bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.” Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemal-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatın muhafazasından gelmiş halettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hissettir ve ne de bu israftır.”

İmam-ı Azam, bu sırra işaret olarak: لاَ اِسْرَافَ فِى الْخَيْرِ كَمَا لاَ خَيْرَ فِى اْلاِسْرَافِ demiş. Yani “Hayırda ve ihsanda (faat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”(L.143)

1542- “Hâlik-ı Rahim, nev’-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise, şükre zıttır; nimete karşı hasaretli bir istihfaftır. İktisad ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet iktisad hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlahiyeye karşı bir hürmet, hem kat’i bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir. İsraf  ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.” (L.139)

Bir atıf notu:

-İktisad, maaştan ziyade rızkı te’min eder, bak: 3043.p.

1543- “Sani-i Zülcelal, İsm-i Hakîm’in muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, enkısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîm’in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düsturu esasıdır.

Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil! (7:31) كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla! ...” (L: 316)

1544- “Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zaikayı bir kapıcı, asab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (kuvve-i zaika ile merkez-i vücuddaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir) ki; ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Ta ki, kapıcı gururlanıp baştan çıkıp, vazifeyi unutup fazla bahşiş veren ihtilalcileri saray dahiline sokmasın.

İşte bu sırra binaen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para. Diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma ağıza girmeden beden itibariyle farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsavidirler. Belki bazan kırk paralık peynir, daha iyi besler. Yalnız ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var.

Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

1545- Şimdi saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır; “Hâkim be-nim”der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse, onu içeriye sokacak, ihtilal verecek, yangın çıkaracak. “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeğe mecbur edecek

İşte iktisad ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir. Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun-i bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.” (L:139)

1546- “İslâm hükemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhî-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıb noktasında (7:31) كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

جَمَعْتُ الطِّبَّ فِى الْبَيْتَيْنِ جَمْعًا وَ حُسْنُ الْقَوْلِ فِى قَصْرِ الْكَلاَمِ

فَقَلِّلْ اِنْ اَكَلْتَ وَ بَعْدَ اَكْلٍ تَجَنَّبْ وَ الشِّفَاءُ فِى اْلاِنْهِضَامِ

وَ لَيْسَ عَلَى النُّفُوسِ اَشَدُّ حَالاً مِنْ اِدْخَالِ الطَّعَامِ عَلَى الطَّعَامِ

Yani: “İlm-i Tıbb’ı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa ha-zımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”1   (L. 147)

Yeme, içme ve iktisada ait hadisler çoktur. Meselâ, ibn-i Mace 29. Kitab-ül-Et’imenin bazı bablarında zikredilir.

 

1 (Haşiye): Yani vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.

Yukarı Çık