1428- HÜSN حسن : (Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal, hayır ve hasen.

Bir atıf notu:

-Fıtrî ve sun’i cemal, (bak: Sıbgatullah)

Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde, eşya ve ef’alde hüsün ve kubuh zati olmayıp; emr-i İlahî ile hüsün, nehy-i İlahî ile de kubuh tahakkuk eder. (Bak: 3959.p.) Bu hüküm daha çok fıkha ait bir kaidedir. Daha geniş bir ifade ile hüsn-ü bizzat ve hüsn-ü bilgayr tabirlerinin hakikatı, bu bahsin sonunda izah edildi. (Bak. Muhabbet)

1429- Bütün hüsünlerin kayyumu ve istinadgâhı ise, hüsn-ü ezelî ve ebedî olan Cemal ve Kemal-i İlahidir ki, masnuat ayinelerinde tecelli edip perdeler arkasında tezahür eder. Cennet’te ise daha latifane ve zahir tecelli edecektir. (Bak: 863.p.)

Keza “Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihi olduğu gibi. hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir... başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederiz ki:

Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla ayinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.” (Ş.76) (Bak: 1972.p.)

1430- “Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, Baki-i Hakiki’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işarâtı ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir.” (L. 15)

Evet “bütün maddi güzellikler kendi hakikatlarının ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri geliyor ve hakikatları ise, Esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vacib-ül Vücud’un Zat-ı Akdes’i, başkalarına hiç bir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsi cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir.

Evet koca Cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.

1431- Malumdur ki; herşey’in hüsnü, kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ: göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi... kalb, ruh vesair zahirî ve batınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir.

Meselâ: imanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan Esma-i Hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.” (Ş. 77)

1432- Hem “Esma-i Hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsi bir cemali var ki; birtek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nevi güzelleştiriyor. Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cennet’i iman gözüyle görebilirsen bak gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun: Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhiyle mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.” (Ş.78)

1433- Hem “nasılki, yüzer hüner ve sanat ve kemal ve cemalleri bulunan bir zat; herbir hüner, kendini teşhir etmek ve herbir güzel sanat, kendini takdir ettirmek ve herbir kemal, kendini izhar etmek ve herbir cemal, kendini göstermek istemesi kaidesince: O zat dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Hem kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zat, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mucidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevi hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir” hükmeder.

Aynen öyle de: Bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir ayinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş.

1434- Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki, güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zatında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış.” (Ş. 78)

1435- Evet “fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sani’-i Zülcelal’in hakiki maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünki kâinata ait fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev’ ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor. Meselâ: Tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi Manzume-i Şemsiye fenni; nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle bahsettiği o kısımda Sâni’-i Zülcelal’in o nev’deki nizamında mu’cizat-ı kudretini ve hikmetini ve (32:7) اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ hakikatını gösteriyor.

1436- Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki; Şer, kubh, çirkinlik, batıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz’îdir,maksud değil, tebeidir ve dolayısıyladır, yani mesala çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş, belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkata girmiş. Şer, hatta Şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.

İşte, kâinat da hakiki maksad ve netice-i hilkat ve istikra-i tamme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakiki maksad onlardır. Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamıyacak. Belki Cehennem hapsine girecek.” (H:Ş. 38)

1437- “Sual: Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemâli olabilir?

Elcevab: Şu sual sahibi, hakiki kemâli bilmiyor. Yalnız nisbî bir kemâl zannediyor. Halbuki, gayre bakan ve gayre nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar, hakikî değiller, nisbîdirler, zaiftirler. Eğer gayr, nazardan sâkıt olsalar, onlar da sukut ederler. Meselâ: Sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun te’siri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti açlık eleminin te’siri iledir. Onlar gitse, bunlar da azalır. Halbuki hakiki lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki; gayrın tasavvuruna bina edilmesin; zatında bulunsun ve bizzat bir hakikat-ı mukarrere olsun. Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsnü nur hüsn-ü basar ve hüsn-u kelam ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemâl-i zât ve kemâl-i sıfat ve kemâl-i ef’al gibi bizzat meziyetler; gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.

İşte Sâni-i Zülcelal ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlik-ı Zülkemal’in bütün kemalâtı hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve mâsiva, ona te’sir etmez. Yalnız mezahir olabilirler. Seyyid Şerif-i Cürcani “Şerh-ül Mevakıf”da demiş ki: “Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsi-yet) ya kemâldir. Çünki kemâl, mahbub-u lizâtihîdir.” Yani; ne şeyi seversen; ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlada meyil gibi bir müşâkele-i cinsiye için, ya kemâl olduğu için seversin. Eğer kemâl ise, başka bir sebeb, bir garaz lâzım değil. O bizzat sevilir. Meselâ eski zamanda sahib-i kemâlat insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane muhabbet edilir.

İşte Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün meratibleri ve bütün faziletleri, hakiki kemalât olduklarından bizzat sevilirler. “Mahbûbetün Lizatihâ”dırlar.” (S.619)

1438- Hüsün ve hayrı geniş mânasıyla ihata eden اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ  ( 32:7 ) âyetinin bir sırrı şöyle izah ediliyor:

“Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti var-dır. Evet kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir. Ona hüsn-ü bizzat denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-i bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zâhirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazifeleri hayattan terhis etmekle beraber o kış perdesi altında nâzenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevi çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâblar ve küllî tahavvüller, birer mânevi yağmurdur. Fakat insan hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğunu hükmeder. Halbuki eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmasına ait binlerdir. (Bak: 2883/1.p.)

Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otlar ve ağaçları muzır, mânasız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.

Meselâ atmaca kuşu serçeler taslîti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Hal-buki serçe kuşunun istidadı, o taslît ile inkişaf eder. Meselâ: Kar’ı, pek bâridane ve tatsız telâkki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardırki, tarif edilmez. Hem insan hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşey’i kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder.

Meselâ: Alet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fa-kat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa; ayn-ı edebdir. Hacâlet ona hiç temas etmez. İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Hakîm’in bazı tâbiratı bu yüzler ve perdelere göredir.” (S.231)

Bazı rivayetlerde hayrın güzel yüz (sîma) sahibinde aranması tavsiye edilir. (Bak: K:H.394. hadis)

Yukarı Çık