1242- HAYAT حياة : Dirilik, Canlılık. Yaşama. Sağlık. *Fık: Allah (C.C.) kendi Zat-ı Ehadiyetine mahsus bir hayat sıfatı ile muttasıftır. Bu, Hak Teala’nın ilmi, ile, irade ve kudret ile ittisafına has bir sıfattır. (Bak:Ruh)
“Hayat şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru. hem en latif mayesi, hem gayet süzülmüş bir hülasası.. hem en mükemmel meyvesi... hem en yüksek kemali... hem en güzel cemali... hem en güzel zineti hem sırr-ı vahdeti, hem rabıta-i ittihadı, hem kemalatın menşei... hem san’at ve mahiyetçe en hârika bir ziruhu, hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikatı... hem güya kâinatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i kudrettir. “ (L.310)
İki atıf notu:
-Hayat, nur ve vücudda zahiri perde konulmamış. bak: 845,2535.p.
-Hayat sıfatının camiiyeti ve ism-i Azama masdariyeti, bak.226.p.
“Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaftır.” (M.470)
1243- Hem “hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülasadır ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülasasıdır ve akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır ve ruh dahi hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit müstakil zatıdır. Öyle de maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülasat-ül hülasadır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülasasıdır. Belki maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur ve vahy-i Kur’an dahi - hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa gitse kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.” (S.109)
1244- Hem hayat, bütün âlemlere şamildir. Evet “âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah; ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyeti ister ve istilzam eder. Hem bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmel ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu meşhud cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.” (S.110)
1245- Fakat İsm-i Hayy’ın tecellisiyle bütün âlemler hayatdarlıkla münevverdir. Bu hakikata işaret eden bir âyette şöyle buyuruluyor:
“وَ اِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ1( 29:64 ) Küremiz hayvana benziyor. Asâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrob, küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi?
Hayatı varsa ruhu da vardır. insan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki aza, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferd hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zişuur olmayacak mıdır? Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.
Kudret-i Ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuv-vetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasılki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin mühassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i latifesidir.
Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerekir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi, hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sariye tesmiye ederler.
İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatının menşei: Şu zılli, asla iltibas etmeleridir.” (S.T.İ:8-9)
(Burada zikredilen mebde-i ruh, Kur’an (70:4) (97:4) âyetlerinde zikredilen ruhun hakikatına telmih olsa gerektir.)
1246- Keza “vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat, herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi herbir zihayat olan şeye mal eder. Bir şeyi bütün eşyaya malik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey’-i zihayat diyebilir ki: “Şu bütün eşya, malımdır. Dünya, hanemdir. Kâinat malikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.” Nasılki ziya ecsamın görülmesine sebebdir ve renklerin -bir kavle göre- sebeb-i vücududur. Öyle de hayat dahi, mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyatın tahakkukuna sebebdir. Hem cüz-î bir cüz’îyi, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri, bir cüz’e sığıştırmaya sebebdir. Ve hadsiz eşyayı, iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemalât-ı vücudun umumuna sebebdir. Hatta hayat kesret tabakatında bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir ayinesidir. Bak hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka kâinatta ne varsa o dağa nisbeten madumdur. Çünki ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki, taalluk etsin. Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ bal arısına. Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet te’sis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebatatları ile öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir.”
1247- İşte zihayattaki meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-ı meş’ur sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser envaiyle ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahip olur. İşte en küçük zihayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile bir insan, kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi, o zihayat kendi aklı ile avalim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer: Yani o zişuur ve zihayat, manen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zişuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar. (Bak: 1159.p.)
Hayat, Zat-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en latif bir tecelli-i merhameti ve en hafi ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san’atıdır.
Evet hafi ve dakiktir. Çünki enva-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nema bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı, hakiki olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pakdır, şeffaftır. Dest-i kudret esbabında perdesini vaz’etmiyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat sair şeylerdeki umur-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmiyen nâpak keyfiyat-ı zâhiriyeye menşe olmak için esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.” (S.506)
1248- Kur’anda (67:2) اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ gibi âyetlerle ehemmiyeti bildirilen “hayat, kudret-i Rabbaniye mucizatının en nuranisidir, en güzelidir. Ve vahdaniyet bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır. Ve tecelliyat-ı Samedaniye ayinelerinin en camii ve en berrakıdır. Evet hayat tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum’u bütün esma ve şuunatı ile bildirir. Çünki hayat, pek çok sıfatın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seb’a ziyada ve muhtelif edviyeler tiryakta nasılki mümtezicen bulunur. Öyle de hayat dahi, pek çok sıfattan yapılmış bir hakikattır. O hakikattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler. Ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler. Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hükümferma olan rızk ve rahmet ve inayet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ: Hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit Hakîm ismi dahi tecelli eder. Hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip meskenini hacatına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahim isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemali için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddi-manevi gıdaları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde iddihar ediyor. Demek hayat bir nokta-i mihrakiye hükmünde; muhtelif sıfat birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir. Ve hakeza. İşte hayat bu cami mahiyeti itibariyle şuun-u zatiye-i Rabbaniyeye ayinedarlık eden bir ayine-i Samediyettir. İşte bu sırdandırki: Hayy-ı Kayyum olan Zat-ı Vacib-ül Vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki hayatın vazifesi büyüktür. Evet Samediyetin ayinesi olmak kolay bir şey değil, adi bir vazife değil.
İşte gözönünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba gelmiyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları vezatları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zat-ı Vacib-ül Vücud ve Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücudunu ve sıfat-ı kudsiyesini ve Esma-i Hüsnasını; lemaatın Güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmiyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr etmiye mecbur oluyor. Öyle de: Hayy-ı Kayyum; Muhyi ve Mümit olan Şems-i Ehadiyeti tanımayan adam, zeminin yüzünü belki mazi ve müstakbeli dolduran zihayatların vücudunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp camid bir cahil-i echel olmalı.” (S.675)
Bir atıf notu:
-Manevi âlemlerin hayatdarlığı, bak: 2617.p.
1249- “Sual: Hz. Hızır (A.S.) hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ülema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevab: Hayattadır. fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebebden bazı ülema, hayatında şüphe etmişler.
Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyeddir.
1250- İkinci Tabaka-i Hayat: Hz.Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm’ın hayatlarıdır (Bak: 1605.p.) ki, bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pekçok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hatta makamat-ı velayette bir makam vardır ki; “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.
1251- Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nurani bir letafet kesbeder. Adete beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar.
“Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhiselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek” mealindeki hadisin sırrı şudur ki:
“Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevilik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyet’e inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevilik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavi kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür. Öyle de Hz. İsa Aleyhisselâm, İsevilik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.
1252- Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-ı hakta feda ettikleri için Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder.
Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar... yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bakidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.
Nasılki iki adam bir rüyada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur. İşte âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla, şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’idir. Hatta Seyyid-üş Şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş.
Hatta ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, taht-el arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor, fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’i rüya, bazı şerait ve emaratla, geçen hakikata bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir. (Bak: 1254.p.)
1253- Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanileridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-ı hayatı tenvir ve isbat eder. Zaten beka-i ruha dair “Yirmidokuzuncu Söz” bu tabaka-i hayatı delail-i kat’iyye ile isbat etmiştir. “(M. 3-7)
1254- Şehidler hakkında bir âyette şöyle buyuruluyor: (2:154)
“ وَ لاَ تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِى سَبِيلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَاءٌ وَ لكِنْ لاَ تَشْعُرُونَ
اَىْ وَلكِنَّهُمْ يَشْعُرُونَ اَنَّهُمْ اَحْيَاءٌ مَا مَاتُوا
Şehid kendini hayy bilir.2 Feda ettiği hayatı sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve baki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rüyada lezaizin envaına cami bir bahçede geziyorlar. Biri rüyada olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakiki mütelezziz olur.
Âlem-i rüya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan desatirleri mütemasildir.” (S.T.İ.9-10)