2229- MADDE مادّه : Fizikte: Mekânda yer kaplayan, ağırlık ve kütlesi olan varlık. Cisim. *Unsur. *Kanun, lügat gibi metinlerde herbiri başlıbaşına hüküm veya mevzuu bildiren kısım. Bent. *İleri sürülen mes’ele. *Asıl, esas, cevher, maye. (Bak: Atom, Zerre, Tabiat)
Fizikte maddenin temeli olarak atom kabul edilmektedir. Atomun yapısı ve mahiyeti hakkındaki nazariyeler tarih boyunca değişikliklere uğramıştır. Halen bu mevzudaki nazariyeler istikrar bulmuş ve tam vuzuha kavuşmuş değildir. Bugünkü fizikte maddenin yanında bir de “anti-madde”nin varlığından bahsedilmektedir. İlim terakki ettikçe hatalı nazariyeler tadile uğramaktadır. Buna rağmen maddenin hakiki mahiyeti anlaşılmış değildir. Günümüzde bir kısım peşin hükümlü olmayan ciddi fizikçiler, insanın mutlak hakikat karşısındaki aczini ve beşerî ilimlerin nâkısiyet ve nisbîliğini anlayarak, bilmedikleri sahada daha ihtiyatlı ve daha mütevazi konuşmayı tercih etmektedirler. Muhakkak ki, geçen asırla asrımız arasındaki anlayış büyük farklar arzetmektedir. Maddeciliğin 19.yy. kaynaklarının ne kadar basit ve cehle istinad ettiği, bugün daha iyi anlaşılıyor. Asrımızda aklı bozulmamış bir insanın, madde âleminde tecelli eden kudret-i İlahiyeyi anlamakta bir bakıma daha şanslı olduğu söylenilebilir. Fakat hala geçmiş asırların maddeciliğine yani herşeyi maddeye dayandırıp izah etmek iddiasına rastlamaktayız. Halbuki:
2230- “Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona müsahhar kalsın ve tabi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki, herşey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruhtur. Bilbedahe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalat ondan istenilsin. Belki mahkûmdur; bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas, hayattır, ruhtur, şuurdur.
Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemalat ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmiyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âle-mine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun teşerruhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i batın, ziruh ve zişuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdürki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca’ edilip izah edilsin. Haşa ve kat’a ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki; şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.” (S.509)
2230/1 Madde mefhumu din ilminde daha geniş ele alınır. Eski Yunan felsefesinden gelen madde anlayışı, zamanla değerini kaybetmekte ve mahsûsat âleminin zâhir ve dar sahasına inhisar etmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri, Yunan felsefesinin melaike anlayışını bazıların dinden geldiğini zannetmeleri münasebetiyle cisim anlayışına da temas ederek şöyle diyor:
“Ehl-i zâhirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hatta o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. Hatta oğlu ölmüş ve kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazıları öyle bir zatın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikatten temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zat-ı nakkad, Kürdçe demiştir ki: عَنَاصِرْ چِهَارِنْ ژِوَانِنْ مَلَكْ Halbuki: Bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: “Melaike-i Kiram maddeden mücerreddirler” red yolunda tasrih ediyor ki: “Melaike-i Kiram anasırdan mahluk ecsam-ı nuraniyedirler.” Onlar fehmetmişler ki: Anasır dört oldukları İslâmiyet’tendir. Acaba... Dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları olmayan belki zâhir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir. Evet dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le imtizac eden her bir madde, İslâmiyet’in anasırından olduğunu kabul etmek unsur-u İslâmiyet’in hasiyetini bilmemek demektir. Zira kitab ve sünnet ve icma’ ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid etmez.
Elhasıl: Unsuriyet ve besatet ve erbaiyyet, felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safisinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef, “dörttür” dediklerinden murad, zâhiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teşkil eden müvellidülma ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon... yine dörttür.” (Mu.83) (Bak: 2326.p.)