2307- MELAİKE ملائكه : (Melek. c.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları safi, makamları sabit, kendileri ma’sum mahluklar. (Bak: Azrail, Hamele-i Arş, Ruh)
Melaike meselesine gelince: “Evvela cihet-i lisaniyesini tetkik edelim: Ebu Hayyan-ı Endelüsî, gerek Bahr-ı Muhit namındaki tefsir-i kebirinde ve gerek Nehrimad ismindeki tefsir-i mülahhasında der ki: “Melek”, mim-i aslî olarak kuvvet demek olan “melk”den “feal”dir. Feâile ve feâil vezninde melaike ve melaik diye cemilenmesi şaz tarikiyledir. Ebu Ubuyde buna kail olmuştur... ilh... Binaenaleyh “melek” lügaten kavi, zülkuvve demektir. Lam’ın kesriyle “melek ve lam’ın fethiyle “meleke” kelimelerinin manalarıyla alâkadardır. Lakin bu surette melaike, cem’-i kıyasî olmamış olur. Halbuki Arapça’da aslı bulmak için cem’, esaslardan biridir. Bunun için diğer taraftan mim-i zaid olup aslı mel’ektir deniliyor ki; İbn-i Cerir-i Taberi dahi Cami-ül Beyan’ında bunu şöyle izah eder: Melaike ملائك in cem’idir. Şu kadar ki Arapta müfredinin hemzesizi hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur. Melaikeden bir melek derler, hemzesini hazf ederek harekesini makablindeki sakin olacak olan lam’a naklederler ve cemi’ledikleri zaman hemze ile aslına reddederek melaike derler ki, bunun misali çoktur: ترأى * ترى gibi. Maamafih müfredin hemze ile geldiği de vardır.
2308- ...“Melek” ism-i mekân olmak üzere mevzı-ı risalet veya mef’ul manasıyla resul, mürsel, âmil-i risalet, vesait-i Rabbaniye demektir. Ehl-i li-sanda, müfessirînde bu iştikakı tercih edenler çoktur. Ragıb da melaike lafzında bunu tercih etmiş ve “melek”de demiştir ki: Nahviyyun meleki de melaikeden müştak ve mimini zaid yaptılar. Halbuki bazı muhakkikîn bunun mülkden olduğunu söylemiş ve şöyle izah etmiştir:
2309- Melaikenin siyasattan bir şeye me’mur ve müstevli olanına lam’ın fethiyle “melek”, beşerde olana da lam’ın kesriyle “melik” denilir. Binaenaleyh her melek melaikedir, fakat her melaike melek değildir. Melek; (79:1,5) (51:4) فَالْمُقَسِّمَاتِ اَمْرًۙا * وَالنَّازِعَاتِ *فَالْمُدَبِّرَاتِ اَمْرًۢا gibi âyetlerde işaret olunandır ki, melek-ül mevt bu cümledendir.
(2:102) (69:17) (32:11) عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ * وَالْمَلَكُ عَلٰٓى اَرْجَٓائِهَۜا * مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذ۪ى وُكِّلَ بِكُمْ Bir de der ki: Melaike, vâhide ve cem’a ıtlak olunur ilh... Binaenaleyh bu izaha göre de melek lafzı kuvvet ve tedbirden, melaike de risalet manasından me’huz olmuş oluyor. Ve aynı zamanda melaike, melekten eam ve onun cinsi bulunuyor. Şu halde her iki-sinde bir kerre mana-yı risalet vardır.
2310- Acaba bu risalet sadece tebliğ-i emir midir? Yoksa tebliğ-i fiil midir? Yani yalnız ilmî ve kelâmî bir tebliğ-i ruhî mi yapıyorlar, yoksa bilfiil kudret ve tekvin-i İlahînin de mübelliği oluyorlar mı? Ayat-ı Kur’aniyenin delaletlerine göre her ikisinin dahi bulunduğunu anlıyoruz. Peygamberlere ve hatta yine melaikeye evamir-i İlahiyeyi tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve sair hususatta fiilen kuvvet ve imdad getiren melaike de bulunuyor.
2311- Feylesofların kuvvet nazarıyesine atlıyacak olursak, bütün kuvvet ve kudretin “Hak Teala’da tevahhüd ettiğini ve kudret-i İlahiyenin ilk vasıta-i taayyün ve tecellisi melaikenin risaleti demek olduğunu ihtar etmek kolay olur. Lakin bunlar miyanında kuva-yı müdrike de vardır ki, onlar da vakıatı kablel-vukuu tefhim eden rububiyet-i ilahiyenin mübelliğidirler ve binaenaleyh melaikesiz bir hâdise tasavvuru gayr-ı mümkindir, melaikesiz bir katre yağmur bile düşmez... Şu kadarki, irade-i insaniye ile alâkadar kuva-yı taliyedeki şerr ü fesad âmili gibi icra-yı tesvilat eden ervah u kuva-yı şeytaniye bu bâlâda izah olunduğu üzere bu melaikeye mukabildir.” (E.T. 301-305)
2312- “Melaikenin vücuduna ve ruhanilerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icma’-ı manevi ile -tabirde ihtilaflarıyla beraber- bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmiyerek ittifak etmişler denilebilir. Hatta maddiyatta çok ileri giden hükema-yı İşrakiyyunun Meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkâr etmiyerek “Her bir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler. Melaikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın İşrakiyyun kısmı dahi melaikenin manasında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “Ukul-ü Aşere ve Erbab-ül Enva” diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan, “melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar. Hatta akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan Maddiyyun ve Tabiiyyun dahi, melaikenin manasını inkâr edemiyerek1 “Kuvayı Sariye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.” (S. 509)
2313- “Mes’ele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki: Tek bir cüz’ün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Birtek şahsın rü’yeti ile umum nev’in vücudu malum olur. Çünki kim inkâr ederse, külliyyen inkâr eder. Bir tekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur. Madem öyledir; işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve ruhanilerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri, birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melaikelerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icma’ etmişlerdir. Acaba hiçbir ferd melaikelerden bilbedahe görünmezse, hem bilmüşahede bir şahsın veya müteaddid eşhasın vücudu kat’i bilinmezse, hem onların bilbedahe, bilmüşahede vücudları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki: Böyle bir icma’ ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin. Hem hiç mümkün müdür ki: Şu itikad-ı umuminin menşe’i, mebadi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasın.” (S. 511)
2314- “Melaikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona iman ve itaatı, mütevatirdir. Nass-ı Kur’an ve çok âyât ile musarrahtır. Gazve-i Bedir’de beşbin melaike -nass-ı Kur’an ile- önde, sahabeler gibi ona hizmet edip, asker olmuşlar. Hatta o melekler, melaikeler içinde Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar. Şu mes’elede iki cihet var: Cin ve melaikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi, vücudları kat’i ve bizimle münasebetdar olduğu, Yirmidokuzuncu Söz’de, iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle isbat etmişiz. Onların isbatını, o Söz’e havale ederiz.
2315- İkinci Cihet: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın şerefiyle, eser-i mu’cizesi olarak, efrad-ı ümmeti, onları görmek ve konuşmaktır. İşte başta Buhari ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis müttefikan haber veriyorlar ki:
Bir defa melek, yani Hazret-i Cebrail, beyaz libaslı bir insan suretinde gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm sahabeleri içinde otururken yanına gitmiş, demiş: مَا اْلاِسْلاَمُ وَمَا اْلاِيمَانُ وَمَا اْلاِحْسَانُ2 Yani: “İman, İslâm, ihsan nedir? Tarif et.” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-ı sahabe, hem ders almış, hem de o zatı iyi görmüşler. O zat, misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş ki: “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.”
2316- Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat’i ile ve manevi tevatür derecesinde, eimme-i hadis haber veriyorlar ki: “Hazret-i Cebrail çok defa, hüsn-ü cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın yanında sahabeler görüyorlardı. Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbn-i Abbas ve Üsame İbn-i Zeyd ve Haris ve Aişe-i Sıddîka ve Ümm-ü Seleme -kat’iyen sabittir ki- bunlar kat’iyen haber veriyorlar ki: “Biz, Hazret-i Cebrail’i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın yanında çok görüyoruz.” Acaba hiç mümkün müdür ki; bu zatlar, görmeden” görüyoruz” desinler?.
Hem nakl-i sahih-i kat’i ile, Aşere-i Mübeşşere’den İran fatihi Sa’d İbn-i Ebi Vakkas haber veriyor ki: “Gavze-i Uhud’da, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbetdar gibi, muhafız suretinde gördük. İkisi de anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrail ile Mikâil olduğunu anladık.” Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm gördük dese, görmemek mümkün müdür?
Hem Ebu Süfyan İbn-i Haris İbn-i Abd-ül Muttalib (ammizade-i Nebevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: “Gazve-i Bedir’de, gök ile yer arasında, beyaz libaslı atlı zatları gördük.”
Hem Hazret-i Hamza Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan niyaz etti ki: “Ben Cebrail’i görmek istiyorum.” Kâbe’de ona gösterdi. Dayanamadı, bîhuş oldu, yere düştü. Bu çeşit, melaikeleri görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’ı gösteriyor ve delalet ediyor ki; onun misbah-ı nübüvvetine, melaikeler dahi pervanelerdir.” (M.156)
2317- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylani gibi aktablar, asfiyalar; melaikeler ve cinler ile görüşmüşler ve konuşuyorlar; ve bu hâdise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir.
Evet ümmet-i Muhammed’in (A.S.M.) melaike ve cinlerle temasları ve tekellümleri ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın terbiye ve irşad-ı i’cazkâranesinin bir eseridir.” (M.158)
2318- Kur’anda (17:85) (97:4) تَنَزَّلُ الْمَلٰئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ ٭ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى
gibi âyetler melaike ve ruhaniyatın mevcudiyetlerini bildirir. “Melaike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’idir, denilebilir. Hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zişuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semavata münasib bulunsun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül cins olan o sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir. Evet hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zişuur mahluklarla doldurulması, arasıra boşaltıp yeniden yeni zişuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zihayat ve zihayatın ziyası olan zişuur ve zevil-idrak mahluklarla elbette doludur. O mahluklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellallarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile, kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.
Evet şu kâinatın keyfiyatı, onların vücudlarını gösteriyor. Çünki kâinatı hadd ü hesaba gelmiyen dakik san’atlı tezyinat ve manidar mehasin ile ve hikmetdar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedahe ona göre mütefekkir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücudlarını taleb eder. Evet nasılki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san’at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb; elbette melaike ve ruhanilere bakar, gösterir. Madem bu nihayetsiz tezyinat nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubudiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melaike envaları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki, şu mescid-i kebir-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendir-sin. Evet şu kâinatın herbir cihetinde, herbir dairesinde ruhaniyat ve melai-kelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivayat-ı ehadisiyenin işaratıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare, yıldızlar seyyaratından tut, ta yağmur kataratına kadar bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O melaikeler, bu seyyarelere izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeblerinin tesbihatını temsil ederler.” (S.504)
2319- “Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadiste “Tuyurun Hudrun”3 tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencerele-riyle, cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler. Elbette kesafetli topraktan ve küdûretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halkeden Hâlik’ın, elbette ruha ve hayata münasib şu nur denizinden ve hatta zulmet bahrinden bir kısım zişuur mahlukları vardır.” (S.177)
2320- “elbette o Kadir-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esir gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hatta zulmetten, hatta esir maddesinden, hatta manalardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zihayat, zişuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhani mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhani ve cin ecnaslarıdır.”(S.507)
2321- Mezkûr mahlukatın”uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz.”Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delalet etmez.” “Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz.” Ecram-ı ulviye ve ecsam’ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz ziruhların, zişuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz’leri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedahe ve bittarik-ıl evla ve bilhads-is sadık ve bilyakîn-il kat’i delalet eder, şehadet eyler, ilan eder ki: Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat burçlarıyla, yıldızlarıyla zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur.
Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden ve hatta elektrikten vesair seyyalat-ı latifeden halkolunan o zihayat ve o ziruhlara ve o zişuurlara, Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye (Aleyhissalatü Vesselâm), Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan, “Melaike ve can ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder. Melaikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, Şems’e müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnas-ı muhtelifeleri vardır.” (S.508)
2322- “Hamele-i Arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-ı ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki: Zat-ı Zülcelal (38:18)(17:44)(33:72)
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ ٭ وَ سَخَّرْنَا الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ مَعَهُ ٭ اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ
gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor. Evet bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır.
Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi, zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve ber ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve herbir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilan edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.
2323- Evet müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır.
İşte bak, misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i Kün Feyekûn’e malik Sani-i Zülcelal’ine ne kadar beliğ ve medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.” (S.164)
2324- “Meleklerin hiçbir cihette hilaf-ı emir hareketleri yoktur. Halis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hatta izinsiz şefaatları dahi olmaz. Tam (16:50) (21:26) بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ ٭ وَ يَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ sırrına mazhardırlar.” (Ş.265)
2325- Hem “onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var. Nefs-i ibadetlerinde derecatlarına göre tefeyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan ma, hava ve ziya ve gıda ile tagaddi edip telezzüz eder. Öyle de melekler, zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddi edip telezzüz ediyorlar. Çünki onlar nurdan mahluk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hatta nura yakın olan rayiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet ervah-ı tayyibe, revayih-ı tayyibeyi sever. Hem melekler, Mabudlarının emriyle işledikleri işlerde ve onun hesabıyla işledikleri amellerde ve onun namıyla ettikleri hizmette ve onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve onun mülk ve melekûtunun mütalaasıyla aldıkları tenezzühte ve onun tecelliyat-ı cemaliye ve celaliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena’umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki; akl-ı beşer anlamaz, melek olmıyan bilemez.” (S.353)
2326- “Hem madem, bütün emirler, mana-yı melaikenin vücuduna şehadet ederler. Elbette, bilâşek velâ şüphe, melaike vücudlarının ve ruhani hakikatlarının en güzel sureti ve ukul-ü selime kabul edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki; Kur’an, şerh ve beyan etmiştir. O Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan der ki: “Melaike, ibad-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melaike, ecsam-ı latife-i nuraniyedirler. (Bak: 2230/1.p.) Muhtelif nevilere münkasımdırlar.” Evet nasılki beşer bir ümmettir, “Kelâm” sıfatından gelen Şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de melaike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı “İrade” sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakiki olan Kudret-i Fatıranın ve İrade-i Ezeliyenin emirlerine tabi bir nevi ibadullahtırlar ki; ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.” (S.510)
2327- Hem “vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melaike ve ervah semadan zemine geliyorlar.” (S.177)
Evet “hava, su insanın yürüyüşüne; cam, ziyanın geçmesine, şuanın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur. Kezalik bu kesif âlemde ruhanileri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur.” (M.N: 138)
2328- Hem Kur’an, meleklerin seyr ü seyahatına ve bir anda çok yer-lerde bulunduklarına işaret eder. Meselâ:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلٰئِكَةِ رُسُلاً اُولِى اَجْنِحَةٍ مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
(35:1) İşte şu surede, “semavat ve arzın Fâtır-ı Zülcelali, semavat ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemalini göstermekle hadsiz seyircilerinden Fâtırına hadsiz medh ü senalar ettiriyor ve öyle de hadsiz ni’metlerle süslendirmiş ki, sema ve zemin bütün ni’metlerin ve ni’metdidelerin lisanlarıyla, o Fâtır-ı Rahman’ına nihayetsiz hamd ve sitayiş ederler.” dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtır’ın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla, hayvanat ve tuyur gibi semavi saraylar olan yıldızlar ve ulvi memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran etmek için o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zat-ı Zülcelal, elbette herşeye kadir olmak lâzımgelir. Bir sineğe bir meyveden bir meyveye, bir serçeye bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühre’den Müşteri’ye, Müşteri’den Zühal’e uçacak kanatları o veriyor. Hem melaikeler, sekene-i zemin gibi cüz’iyete münhasır değiller, bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret: مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ kelimeleriyle tafsil verir. İşte şu hâdise-i cüz’iye olan “Melaikeleri kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle gayet küllî ve umumî bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek, اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.” (S.428)
2329- “Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler dolayısıyla âlem-i ervahın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dar-ı saadetin, Cennet ve Cehennem’in vücutlarına delalet ederler. Çünki melekler, bu âlemleri izn-i İlahî ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüşen umum melaike-i mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücutlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıt’asının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melaike ihbaratıyla âlem-i bekanın ve dar-ı âhiretin ve Cennet ve Cehennemin’in vücutlarına o kat’iyette iman etmek gerektir ve öyle de iman ederiz.” (S.104)
2330- “Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubudiyetleri ameldedir. Melaike-i arziyenin amele kısmı, bir nevi insan gibidir. Tabir caiz ise, bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani ruy-i zemin, umumi bir mezraadır. İçindeki bütün hayvanatın taifelerine Hâlik-ı Zülcelal’in emriyle, izniyle, hesabiyle, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanata mahsus bir nevi çobanlık edecek bir melaike-i müekkel var. Hem de ruy-i zemin bir tarladır; umum nebatat onun içinde ekilir. Umumuna Cenab-ı Hakk’ın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenab-ı Hakk’a ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzakıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikâil Aleyhisselâm, şunların en büyük nazırlarıdır.
Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanların insanlara müşabehetleri yoktur. Çünki onların nezaretleri sırf Cenab-ı Hakk’ın hesabiyledir ve onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız rububiyetin tecelliyatını me’mur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalaa etmek ve evamir-i İlahiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o nev’in ef’al-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebatata nezaretleri, onların tesbihat-ı maneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelal’e karşı takdim ettiği tahiyyat-ı maneviyelerini melek lisanıyla ilan etmek; hem onlara verilen cihazatı, hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Melaikelerin şu hizmetleri, cüz’-i ihtiyarîleriyle bir nevi kesbdir. Belki bir nevi ubudiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünki herşeyde Hâlik-ı Külli Şey’e has bir sikke vardır. Başkaları parmağını icad karıştıramaz. Demek melaikelerin şu nevi amelleri ise, onların ibadetidir. İnsan gibi âdetleri değildir.” (S.353)
2331- “Hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebet-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (A.S.) ve zihayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekte ki Hâlik’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezaret eden İsrafil (A.S.) ve Azrail (A.S.) ve hayat dairesinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır.” (Ş.263)
2332- “Meleklere iman meyvesinden bir cüz’ü ve Münker ve Nekir’e ait bir nümunesi şudur: “Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim” diye mezarıma hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferitte bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve me’yusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münazaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlendiler, nurlandılar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açıldı. Ben de şimdi hayalen ve istikbalde hakikaten gireceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim.” (Ş.259)
“Hatta meşhur bir ehl-i keşf-el kubur, vefat eden ve İlm-i Sarf ve Nahvi okuyan bir talebenin kabrinde, Münker-Nekir’e nasıl cevab verecek diye murakabe etmiş ve müşahede edip işitmiş ki: Melek-i Sual ondan sordu: مَنْ رَبُّكَ “Senin Rabbin kimdir?” dediği zaman, o Nahiv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: مَنْ mübtedadır, رَبُّكَ onun haberidir.” Nahiv ilmince cevab vermiş...” (Ş.329)
Bir atıf notu:
-Rivayetlerde bildirilen kabir ahvali, bak: 1889.p.
2333- “Bir gün bir duada, “Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle” mealinde duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit gayet tatlı ve tesellidar ve sevimli bir halet hissettim. Elhamdülillah dedim. Azrail’i cidden sevmeğe başladım. Melaikeye iman rüknünün bu cüz’î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz’î meyvesine gayet kısa bir işaret ederiz.
Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’i hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.
2334- Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bakileştirmek için iştiyakla kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennet’te baki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. “Kiramen kâtibîn” insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem.” (Ş.257) (Bak: 544.p.)
Kur’anda melaikenin hangi şeyden yaratıldığı hakkında sarahat yoksa da Sahih-i Müslim 53. Kitab-üz Zühd 10. bab 2996. hadiste, melaikenin nurdan, cann’ın ise maric ateşten yaratıldıkları beyan edilir. Ayrıca aynı mesele, Müsned-i ibn-i Hanbel Sadis/153, 168. sahifede de kaydedilmiştir.
Atıf notları:
-Bazı gazvelerde yardım için gönderilen melekler, bak: 409,1371.p.lar.
-Ecsam-ı nuranî olan melaikenin ferşten arşa, arştan ferşe kısa bir zamanda gidip gelmeleri, bak: 264.p.
-Melaikeye gelen ilham, bak: 1548.p.
-Melaike-i mukarrebînin itaatı, bak: 494/1.p.
-Hayvanatın melaikeden çobanları, bak: 1347.p.
-İmtihanları olmadığından melaikelerin makamları sabittir, bak: 1656.p.
-Melaikelerin çokluğu ve yaratılışları ile alâkalı bir rivayet, bak: 4006.p.
-Sevr ve Hut namındaki iki melek hakkında müteşabih bir rivayetin izahı, bak: 268.p.
-Kalb-i insanîde melek ile şeytanın mübarezesi, bak: 1020.p.
-Meleklerin kudret-i Rabbaniyeye perdedarlıkları, bak: 601.p.
-Meleklerin hamd etmesi, bak: 1162.p. da âyet notu
2335- Melaike hakkında Kur’andan birkaç not:
-Muhafaza melekleri: (13:11)
-Bütün ef’al ve ahval-i beşeriyeyi yazan Kiramen Kâtibîn melekleri: (50:17,18)
-Meleklerden resuller: (22:75)
-Melaike-i Mukarrebûn: (4:172)
-Melek-ül mevt: (32:11)
-Melek-ül mevte işaret: (6:93) (8:50) (16:32,33) (41:30) (47:27)
-Melaike ile gelen zafer nusretinde hakiki fail Allah’tır: (8:9-12)
-Meleklerin şefaati, Allah’ın iznine bağlıdır: (52:26)
-Ra’d ve meleklerin tesbihi: (13:13)
-Meleklerin tesbihi: (42:5)
-Meleklerin kuvveti ve emre itaati: (66:6)
-Sayıları kâfirler için fitne olan Cehennem muhafızı olan melekler: (74:31)
1 (Haşiye): Melaike manasını ve ruhaniyatın hakikatını inkâra mecal bulamamışlar, belki fıtratın namuslarından "Kuva-yı Sâriye" diye, "cereyan eden kuvvetler" namını vererek yanlış bir surette tasvir ile, bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. (Ey kendini akıllı zanneden!..)
2 S.B.M. hadis 47 ve S.M.ci: l shf: 47 hadis: 1,5,7.
3 S:M. 23.kitab-ül imare bab. 33 ve İ.M. 24. kitab-ül cihad bab: 16 hadis: 2801