2778- NAKŞBEND نقشبند : (Bahaüddin Muhammed bin Muhammed el-Buhari) (Mi. 1318-1389) Nakşibendîlik Tarikatının kurucusu olan büyük mutasavvıf. Buhara (şimdi Özbekistan) yakınlarında Kasr-ı Arifan (Kasr-ı Hinduvan) adlı köyde doğdu. Ne sebeble kendisine “Nakşbend” denildiği de bilinmiyor. (Nakşbend; nakış işleyen, resim yapan, yani nakışçı ve ressam manasındadır. Ataları arasında şöhretli kimselerin bulunmadığını söylüyor. Buna rağmen sonraki yazarlarca nesebi, İmam Cafer-i Sadıka çıkartılmıştır. (Bak: Ahmed-i Farukî, Mevlana Halid)
2779- Nakşiler, zikr-i hafiye ve “ene”nin öldürülmesine ehemmiyet verirler. Nasılki” tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle fir’avunlaşamaz. Ve Hâlik-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur. İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafi sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tağutlarını tar ü mar etmişlerdir.” (M.N. 103)
2780- “Sual: Tarikatlar, hakikatların yollarıdır. Tarikatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarik-ı Nakşbendî hakkında, o tarikatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki:
دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ چَارْ تَرْكْ
تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكِ تَرْكْ
Yani, tarik-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak; hem vücudunu unutmak; hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakiki marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?
Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zatına rabt-ıkalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile, sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette... kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.” (S.495)