150- AHMED-İ FARUKÎ احمدِ فاروقي : (İMAM-I RABBANÎ R.A.) Miladi 1563’e tevafuk eden 971 Hicri tarihinde Hindistan’ın Lahor ile Delhi şehirleri arasında bulunan Serhend kasabasında doğmuş ve Hicri 1034 tarihinde aynı kasabada vefat etmiştir (Radıyallahü anhü). Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğu için kendisine (Farukî) lakabı verilmiştir.

Âlim ve fâzıl bir zat olan babası Abdülehad, oğlunun dinî terbiye ve taliminde tam bir hassasiyet ve ciddiyetle çalıştı ve oğlu Ahmed kısa zamanda ve inayet-i İlahiye ile ilim ve kemâlatta büyük mertebelere yükseldi.

İkinci hicri yüzyılın başında vefat eden Ömer bin Abdülaziz’e ilk müceddid ünvanını veren âlimler, hicri ikinci bin yılın başında da İmam-ı Rabbani’ye “Müceddid-i Elf-i Sani” ünvanını vermişlerdir. Bihakkın müceddid olan İmam-ı Rabbani asrının dalâlet ve bid’at karanlıklarını inayet-i Rabbaniye ile izale edip nur-u Kur’anı ve hakaik-i imaniyeyi eserleriyle neşir ve ilan ederek kâmil bir irşad hizmetini ifa etmiştir. Büyük müceddidlerden olup, veraset-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hâmil bir mürşid-i azamdır. Ulvi kemâlat ve keramata mazhar bir şahsiyettir (Radıyallahü Anhü). (Bak: 42.p)

151- İmam-ı Rabbani Hazretlerinin iman hakikatlarına daha çok ehemmiyet verdiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri Mektubat eserinde şöyle der:

«Silsile-i Nakşi’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektubat’ında demiş ki:

“Hakaik-ı imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim”

Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”

Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir, biri velayet-i vusta, biri velayet-i kübrâdır. Velayet-i kübrâ ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”

Hem demiş ki: “Tarik-i Nakşi’de iki kanad ile sülûk edilir” Yani: “Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.” Öyle ise tarik-ı Nakşi’nin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbani de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylani (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır.» (M.22)

Atıf notları:

-İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) tevhid-i kıble tavsiyesi, bak: 3253.p. ve Sünnete ittiba tavsiyesi, bak: 3470.p. ve imanda inkişaf etmeye ehemmiyet vermesi, bak: 3067/1.p.

-İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) Mirza Bediüzzaman’a iki mektubu, bak: 2477/1, 2477/2. p.lar.

Yukarı Çık