بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
CİHADIN MAHİYET VE HAKİKATI
[Cihad hakkında mücmel bir tesbittir.]
(Bu yazıyı hazırlayıp neşretmemizin bir sebebi, dine muarız bazı cereyanların, İslamiyeti ve dolayısiyle de âlem-i İslam’ı gayr-ı medenî ve saldırganlık gibi yaygaralarla itham etmeleridir.)
Cihad tabiri, cehd kelimesinden alınıp, fisebilillah yani Allah yolunda ve Rıza-yı İlâhî için i’la-i kelimetullahda, yani dini koruma ve yayma faaliyetinde bütün kuvvetini harcamak manasını ifade eder.
Kur’anda ve hadis-i şeriflerde cihad hakkında hayli teşvik ve emirler vardir.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.” (H: 143)
Evet, normal İslâm cemiyetlerinde, yani meşruiyet dairesinde ve bid’atlara bulaşmadan dini koruma ve tebliğin yapıldığı devrelerde cihad, farz-ı kifayedir. Yani bütün müslümanlar için farz olmaz. Fakat mütecaviz ve çok kere sinsi ifsad eden nifak cereyanlarının emperyalizmi hedef alarak, yani istila edici tecavüzleriyle galib oldukları devrelerde cihad, farz-ı ayndır. Keza, çok şiddetli ve emsalsiz olan ahirzaman fitnesinde ise, cihad, muzaaf farz-ı ayndır. Yani imkânları nisbetinde dini korumaya destek vermeyen her müslüman mes’ul olur.
Kur’an 3/104. Âyetinde mü’minlere hitaben mealen şöyle buyruluyor:
"Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra davet eder, maruf ile emir ve münkerden nehyeyler bir ümmet (bir cemaat) olsun. İşte onlardır o felahı bulacaklar...”
Hayra davet, emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker, alel-umum müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiç bir müslüman mes'uliyetten kendini kurtaramaz.
Ale-l-umum müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak bir ümmet-i mahsusa teşkil etmek ve onlara muavenet ve ittiba ederek o vasıta ile bu vazifeyi ifa ettirmektir.” (Elmalılı tefsiri:1154)
Cihad, yani cihad-ı mânevî bid’atsız meşru neşriyat ve sözlü ders ve telkinlerle yapılacağı gibi, gereğinde ve meşru şartları dairesinde silah ile de yapılır. Az ilerde kısmen bilgi verilecektir.
Bediüzzaman Hazretleri cihad gibi mes’elelerde de halkın aldatılmaması için şu ikazları yapar:
“Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.” (M:471)
Aynı manada ve yarı manzum şöyle bir beyan da var:
“Zaman olur zıd zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafız, mânanın zıddıdır. Adalet külahını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazaya, bagy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isimlerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekânî...” (S.707)
Yukarıdaki iki parçada geçen “hıyanet”, yani önce müslüman olup veya müslüman görünüp sonra İslâma açık veya sinsice muhalefet etmek manasını ifade eder. “Bağy” dahi isyancı ve bozguncu manasındadır. “Esaret”ten de, nefis ve şeytanın isteğine uygun sefih yaşamak manası kasdediliyor. Bu ikazda, zulm’e adalet; hıyanete hamiyet diyerek hakikatlar tersyüz edilip efkâr-ı umumiye aldatılmak istendiğine dikkat çekiliyor.
Yani sinsi nifak cereyanı, İslam dünyasına atfen vahşilik ve saldırganlık gibi kasıdlı isnadlarla propagandalar yaparak efkâr-ı beşeriyeyi şaşırtmakla müslümanların aleyhine geçirmek isterler. Hatta saldırgan, saldırganlığını örtmek için karşı tarafı saldırganlıkla suçlama yaygarasını yapar.
Şimdi maddî ve manevî cihad mes’elesine geçiyoruz.
Mütecaviz ve maddî kuvvete sahib olan nifak cereyanına karşı yapılacak cihadla, dahildeki, yani millet bünyesinde zuhur eden anarşik hadiselere karşı yapılacak cihad farklıdır. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“...dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır.” (E: 245)
“...asıl mes'ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى düsturu ile ki: "Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes'ul olamaz." İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
...Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk'a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz." (E: 241)
Evet anarşi, münafıkların lehinde olduğu ve anarşiyi istedikleri cihetle de, asayişi korumak gerekiyor.
Çünkü “Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.“ (Ş: 292)
“İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı Arş-ı A'zam'dan gelen Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:
Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: "Bir adamın cinayetiyle başkalar mes'ul olmaz.
Hem bir masum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka mes'eledir." diye hakikî adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risale-i Nur'a havale ediyorum.” (E: 98)
“Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!.. (L:104)
Geniş dairede olan İslâm hâkimiyetine bakan Kur’an: 9:73. Âyetinin tefsirinde şöyle deniliyor:
“Münafıklara karşı cihad, izhar-ı hüccet ve ikame-i hudud (yani had cezalarını tatbik etmek) ile müfesserdir. Filvaki' cihad; seyf, lisan vesair herhangi bir vasıta ve suret ile olursa olsun bezl-i cühd ederek çalışıp uğraşmak, mücahede eylemek demektir ki, kıtal bunun bir nev-i mahsusudur.” (Elmalı Tefsiri: 259l)
İman-ı tahkikî yoluyla yapılacak ve geleceğe de bakan cihad-ı maneviyeye âyetin bir işareti:
“cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'an'dan çıkacak diye haber verip, bir lem'a-i i'caz gösterir.
em tâ (halidüne) kelimesine kadar Risale-i Nur'daki bütün müvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o müvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur'dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.” (Ş: 271)
Bu cihad mes’elesinde en ehemmiyetli bir cihet de şudur ki:
Zamanımızda mütecaviz cereyanların hem maddî ve teknik imkânlar cihetinde, hem ittihad-ı İslamın teşekkül etmemiş olmasından, hem müslümanlar aleyhinde propaganda yapacağı menfi hadiseler çıkarıp efkâr-ı beşeriyeyi aldatan propagandalar yoluyla kazandıkları galebelerine karşı, ittihad-ı İslâmın teşekkülü gerektiğini anlatan Bediüzzaman diyor ki:
“.....komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur'aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.” (E: 24)
Evet, ittihad- İslâmın merkeziyeti olan hilâfetin “İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.
Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.” (E: 266)
Yani fitne-i ahirzaman cereyanına karşı, mahalli ve kısmî mukabeleler değil, yekvücud bir âlem-i İslâmın kuvveti ancak mukavemet eder.
Evet, “Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a'sarın mecma'larında o nuranî zâtlar kumandanlık ediyorlar.....
Ve öyle bir kesrettedirler....ki; o kumandanların mecmu'u, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.” (M: 440)
Yukarıda bahsi geçen seyyidlerden müteşekkil has orduya, yine aynı yerde nazara verilen bütün ehl-i iman ve ittihad-ı İslam ve bütün ulema ve evliyanın destek vereceği ve böylece büyük bir İslam milliyeti kuvveti ile, hiçbir hak ve hukuk tanımayan zendeka cereyanına karşı durabilecektir. Şu halde öncelikle bu kuvvetin tahakkukuna çalışmak evleviyet kazanır.
Esasen İslâmiyet, şefkat ve merhamet dinidir ve barışcıdır. Beşerin sulh-u umumî dairesinde yaşamasını ister. Fakat bazı cereyanlar, hürriyet rejimini koruma perdesi altında bahaneler uydurup tecavüz ederek hâkimiyetine yol arar.
Evet, “Ecnebi parmağıyla idare edilen zendeka komiteleri, İslâmiyeti imha için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye'de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsî metodlar takib etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâm'ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.” (S: 770)
“Hem, masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebid uşaklarını, hak ile yeksân edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlub eden ve edecek yegâne çarenin Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bu asırda bir mu'cize-i manevîsi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basiretli İslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-ı kat'iyye ile müttefiktirler.” (S: 771)
İslâmiyetin emrettiği cihad dahi merhametin icabıdır.
Çünkü: “Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.
Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.” (K:75)
İşte Risale-i Nur’daki bu ve benzeri beyanlar, ahkâm-ı şer’iyeden alınıp nazara verilen külli kaidelerdir. Bu kaideler, İslamiyeti ve âlem-i İslamı mahva çalışan ve hürriyetci maskesini takınan nifak cereyanına daha ziyade bakar ve baktırır.
Kur’anın cihad hareketinde koyduğu şefkatin gereği olan düsturlara muhalefet edilmesini tenkid eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda, semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor; çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, "Cemaat için ferd feda edilir, milletin selâmeti için cüz'î hukuklara bakılmaz" diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku' bulmamış. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda etmez; "Hak, haktır; küçüğe büyüğe, aza çoğa bakılmaz" “... der. (K: 150)
İnsanlığı vahşetten hakiki medeniyete çıkaran ve kıyamete kadar geçerli olan Resulullahın (A.S.M.) yaptığı emsalsiz inkılâb örneği
Evet, ”O zâtı harekete getirip o inkılabları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet bilhassa Ceziret-ül Arab'da yaptığı inkılab ve icraata bak!..
O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıb ve asabiyetlerinde fevkalâde inadçı ve kasavet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşi kavimler oturmakta idiler. O zât-ı nuranî kısa bir zamanda o kavimlerin ahlâk-ı seyyielerini kaldırarak ahlâk-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ o zât-ı mürşidin (A.S.M.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşi insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular. O zâtın (A.S.M.) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celbetmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.” (Ms: 25)
Münsif fikir dünyasının Kur’ana bakışlarından bir örnek:
Avrupanın münsif fikir adamlarının Kur’an lehinde hakikatı ifade eden beyanları vardır. Ezcümle “İngilizce-Arabca, Arabca-İngilizce lügatların muharriri Doktor City Youngest (Siti Yangest) Kur'an hakkında şu sözleri söylüyor:
Madem ki Kur'anın birbirine düşman kabileleri, yekdiğeriyle mücadele eden unsurları derli toplu bir millet haline getirdiğini, onları eski fikirlerinden daha ileri bir seviyeye yükselttiğini görüyoruz; o halde belâgat-ı Kur'aniyenin mükemmeliyetine hükmetmeliyiz. Çünki Kur'anın bu belâgatı, vahşi kabileleri medenî bir millet haline getirmiş; dünyanın eski tarihine yeni bir kuvvet ilâve etmiştir. Zaman ve mekân itibariyle birbirinden çok uzak oldukları gibi, fikrî inkişaf itibariyle de birbirinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham eden ve muhalefeti hayrete ve istihsana kalbeden Kur'an, en şâyan-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur'an, beşerin mukadderatıyla meşgul âlimler için tetebbua şâyan en faideli mevzu sayılır. ” (İ.İ: 119)
Menfi ve müsbet medeniyet:
“Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.
Biliniz ki:
Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.” (H: 35)
(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Cihad maddesi ve Cihad-ı Ekber maddesi)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.