بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
DAVET
Davet, tebliğ, emr-i bilma’ruf ve benzeri tabirlerle beyan edilen bu vazife, Kur’anda tekraren geçer.
1- Dine davette metanet ve tevekkül örneği olan Resul-i Ekremin (A.S.M.) daveti şöyle tarif ediyor:
“Evet, Resul-i Ekrem (A.S.M.)“ öyle bir itminan ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki; kimseden minnet almaz, hiçbir müşkilâta karşı telaş etmez, tereddüdsüz, kemal-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahid ise; herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnası ve dünyanın fâni müzeyyenatına adem-i tenezzülüdür.” M:194
Bediüzzaman Hazretleri manevî müşahedesi olarak diyor: “İşte böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mu’cizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.” Ş:129
“Hem öyle bir metanetle insanları dine davet ve öyle bir cür’etle risaletini tebliğ etmiş ki; kavmi ve amcası ve dünyanın büyük devletleri ve eski dinlerin etbaları ona muarız ve düşman oldukları halde, zerre kadar korkmayarak, çekinmeyerek umumuna meydan okuması ve başa da çıkarması, emsalsiz bir halettir.” Ş:622
Yani, hizmet-i Nuriyede de, üstteki kısımlarda anlatılan ve altı çizili olan ve Allah’a tam bir itimad ve teslimiyete yapılan davet ve tebliğin hususiyetleri, veraset-i Nübüvvet olan Nur hizmeti dairesinde de örnek alınmalıdır.
Evet, âyette geçen “اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَ مُبَشِّرًا cümlesi, (şeddeler sayılmaz ve âhirde tenvin vakıftır, elif sayılır) makam-ı cifrîsi ki, bin üçyüz yirmiüç (1323) tarihini gösterir. O tarihte, merkez-i hilafette dehşetli bir inkılabın mebde’-i infilâki içinde, ye’se düşen ehl-i imana müjde verip, İslâmiyet’in hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli şehadet eden ve veraset-i nübüvvet noktasında davette bulunan hakikî bir şahide işaret eder.” B:364
Yani bu kısımda, 1907’lerde Hz. Bediüzzamanın İstanbul’a gelişi ve selamet-i millet ve müceddidiyet namına faaliyetlerde bulunması ifade ediliyor.
2- Müslümanları dünya hayatına ve sefahete davet edenlere verilen cevab:
“Müslümanları lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan dünya hayatına davet etmekle, Cenab-ı Hakk'ın helâl ettiği tayyibat dairesinden, haram ettiği habisat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle bir sarhoşa benzer ki:
Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa ağacı ile jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihata çıkıyor.
Esna-yı irşadda bir adama rastgelir. Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor. Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi, her iki yanında da dehşetli yaralar var. Fakat adamcağızın elinde iki ilâç vardır. Ve lisanıyla kalbinde iki tılsım vardır. Onları istimal ederse şifayab olur. Ve o arslan, ata inkılab eder; burak gibi bineği olur. O sehpa ağacı da; daima teceddüd etmekte olan ahval-i âlemi, seyyal manzaraları seyretmeğe âlet ve vasıta olur. O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor: "Yahu nedir o ilâçları, tılsımları saklıyorsun? Onları at keyfine bak."
Adamcağız: "Yok baba! Bu ilâçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim. Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kâfidir. Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın maruz kaldığı fena ve zeval yaralarını bir hayat-ı bâkiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ seninle beraber dans oynayalım. Ve illâ gözümün önünden def'ol git. Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok. Çünki حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ٭ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ bana yeter." Ms:218
Bu cevabın zıddını iddia etmek mümkün olmadığından, bu cevab, bütün ehl-i dalaletin ağzını kapatır.
Keza “Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız. Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdid ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur’anın sadâsını dinleyecek olursan o ecel arslanı bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahmana ulaştıracaktır. Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar. Bâtıl itikadınız gibi, ebedî bir firak ile dağıtacaktır. Ve keza önümüzde i’dam sehpaları kurulmuştur. Eğer iman, îkanla Kur’anın irşadını dinlersen, o sehba ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i âhirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.” Ms:219
Yine fani hayata davet edenlere verilen cevablar devam ediyor;
“Ey müslümanları dünyaya davet eden gafil! Bil ki; hata ediyorsun!.. Evet ey gafil, zannediyor musun ki, insandan bizzat istenen şey, yalnız dünyanın imareti; ve sanayiin ihtiraı; ve rızkı tahsil; ve saire gibi dünyaya ait şeylerdir. Halbuki, emri, “kâf ve nûn” mabeyninde olan sahib-ül mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına; ve insan ve hayvanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanına; hem de vücud ve kevn ve vaki’de olan herşey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu âyetlerine bak:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
وَكَأَيِّن مِن دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اللَّهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ
Yahut acaba zu’m ediyor musun ki; seni sun’-u Hâlıkanesiyle yapan ve her zaman vücudunun tazelenmesiyle daima seni ve sende değişmekte olan zerrat-ı vücudunu san’at içinde halkeden bir zat, onun nizam-ı mülkü içinde senin yaptığın tasniatına veya kendi tasarrufatı içindeki faaliyetinde senin tavassutuna muhtaç olsun?!.
Evet, beşerin eliyle yapılan bütün masnuat, bir tek ağacın, yahut tek bir arının hilkatına veyahut bir tek gözün veya bir lisanın san’atına müsavi gelmediğini görmüyor musun?” BMs:360
Yani hikmet-i İlahiye esbabın tavassutunu iktiza etmeseydi, sonsuzluk âlemindeki gibi zamansız ve vasıtasız olarak kudret-i İlahiye herşeyi icad ederdi.
“Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki, müslümanları -ecanib tarzında- hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lu’b ve heva içinde bir lehivden başka birşey değildir.” Ni:23
Bu anlatılan bozuk yaşayış ve adetlere davet, yaşanan hayatta aşılama tarzındadır.
“Eğer şu temsilin sırrını anlayıp, hakikatın suretini görmek istersen, dinle: Şu dalalet-âlûd ve sefahet-perver medeniyetin şakirdleri ve idlâl edici sakîm felsefenin talebeleri, acib ihtirasat ve pek garib tefer’unlukla sarhoş olmuşlar. Sonra gelip, desiseler ile müslümanları, ecnebilerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki her şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş’ar vardır.” Ni:26
Bu derste görüldüğü gibi farz olan hak ve hakikata davet ve tebliğler yapıldığı gibi, bu davetin karşısında da dalalet ve sefahete azgınca davet edenler de vardır. Bu, hikmet-i İlahiyenin koyduğu bir mübareze olup müslümanlar için tekâmül kanunudur. Mesela Hz. Üstad diyor:
“Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi' bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi' kıldığı için; o şecere-i hilkatın câmi' bir semeresi olan insan nev'inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.” L:80
Hele bu asırda şiddetlenen bu mübareze kanununun haricinde kalıp kişinin yalnız kendi dünyevî rahatiyle meşgul olması, Kur’an müvacehesinde makbul bir anlayış ve yaşayış sayılmıyor.
Bu zamanda cihad-ı manevi olan bu iman küfür mübarezesi için Hutbe-i Şamiye’de muzaaf farz-ı ayndır der. Yani terkinde herkesin mesul olacağı bir vazife olduğu anlatılır.
“Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.” Hutbe-i Şamiye (143)
Bir ayette mealen şöyle buyruluyor:
“Onlara de ki; eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.” 9:24
Yani fani menfaatleri esas gaye yapıp, bunları ahirete vesile yapmamak, mesuliyet sebebidir. (Bakınız: Cihad derlemesi ve İslam Prensipleri Ansiklopedisi Cihad maddesi)
Evet, “Dünyanın üç yüzü var:
Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk'ın esmasına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mana-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.
İkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennet'in mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünki fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret, bu yüzdedir." S:625
Bu asırda bu üçüncü yüzün ekseriyeti istila ettiği görülüyor.
3- Davette tekrarların lüzumu:
“Kur’an bir zikir kitabı, bir dua kitabı, bir davet kitabı olduğuna nazaran, surelerinde vukua gelen tekrar, belâgatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünki zikir ve duadan maksad sevabdır ve merhamet-i İlahiyeyi celbetmektir. Malûmdur ki, bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki, o nisbette sevab kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde tesiri, te’kidi vardır.” Ms:231
Risale-i Nur’un derslerinde de bazı kısımların tekraren okunması dahi, takviye ve tesbit için faydalıdır.
Bu mevzuun tafsilatı, inşaallah tebliğ mevzuunda yapılacak.
Muhteva:
1- Dine davette metanet ve tevekkül örneği olan Resul-i Ekremin (A.S.M.) daveti tarifi
2- Müslümanları dünya hayatına ve sefahete davet edenlere verilen cevab
3- Davette tekrarların lüzumu
Bu dersi indirmek için tıklayınız.