بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
DUHAN
“İmam-ı Ali (R.A.) onuncu mertebe-i ta'dadında onuncu sure olarak ve kıyamet ve leyle-i berata bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mana-yı işarîsiyle Onuncu Söz namında ve mertebesinde olan Haşir Risalesi'ne işaretle beraber o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gayet muhkem olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden bir leyle-i beratın bir kandili hükmünde bulunmasına ve haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan, hem leyle-i beratın senevî olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umûr noktalarıyla ve başka karineler ile îmaen ve remzen haber veriyor.” Ş:732
“.....hem Ercuze'sinde, hem Ercuze'yi teyid ve takviye eden Kaside-i Celcelutiye'sinde sarahata yakın تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ٭ تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ fıkrasıyla, o cereyanın karşısında vücudu ziyasıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyalandırmaya çalışan Risale-i Nur’a ve müellifine hususî iltifatını اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ deyip, âhirzamana kadar Risale-i Nur'un bedi' bir surette ışık vermesini ve yanmasını dua ve niyaz eden ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın en mühim bir şakirdi ve ulûmunun birinci naşiri olan Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, bidayet-i İslâmda Kur'anın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek ism-i a'zamı şefi' tutup kahramanane ve merdane hakaik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhafazaya çalıştığı gibi, âhirzamanda bütün bütün Kur'ana muhalefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı ism-i a'zamı şefi' ve melce' ve tahassüngâh ittihaz edip cerhedilmez Kur'anın i'cazından gelen ve hâtem-i mu'cizeyi gösteren Risale-i Nur'un sönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane mukabele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zendeka nârını, ism-i a'zamın kibriyalı, azametli nuruyla ve İsm-i Rahman ve Rahîm'in şefkatli ve re'fetli tecellisinden nebean eden âb-ı hayat ile söndüren; ve yanan yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukabil, dağlarda ve kırlarda sema yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i bürudete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risale-i Nur'u görmesi ve şefkatkârane ve tesellidarane ve kerametkârane bakması, Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh'ın makam-ı velayetinin iktiza ettiğini hakkalyakîn gösterir.” L:447
“Bahr-ı Mu'cizat, Fahr-i Kâinat Efendimiz Hazretlerinin şu sisli asırda paslı ruhlarımızı tenvir ve tesrir eden ve saik-ı hayat-ı ebediyeleri bulunan Ondokuzuncu Mektub'un beşinci cüz'ünü alarak, üçüncüsünü iade ettim. Fahr-i Kâinat Efendimizin mu'cizatından olan parmaklarından su akıtarak orduya içirmesine dikkat ederek derin bir tefekküre daldım. O sırada kalemim boya şişesinde idi. Yazmak vazifeme muvakkat bir fasıla verecektim. Kalemimi tuttum, mürekkebi ile yerinde koymamak için kalemdeki mürekkeb bitinceye kadar bir-iki kelâm daha yazayım da öyle bırakayım dedim. Başladım, yarım sahife yazdım, kalemden boya kesilmedi. Bundaki hikmeti düşündüm, kalem kurudu. Sonra bir çok defalar kalemi dikkatle boyaya batırarak yazdım, tecrübe ettim. Yarım satır, nihayet bir satıra kâfi gelebildi. Bu da Hatib-i Bağdadî'nin فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ sırrındaki 1 tefekküründen mütehassıl vakıayı andırır bir te’kid-i i’caz-ı Nebevîdir, dedim. Sabri” B:45
“Şu iki mısra'-ı manidarı, perişan arîzamı şereflendirmek niyetiyle dercediyorum. Bu fakir ve âciz talebeniz, şu hayret-feza keramet-i Kur'aniyeyi ve i'caz-ı Nebeviyeyi müşahede ettiğim günden beri, bu babda çok derin düşüncelere dalıyorum. Ve şu tevafukat-ı acibeye müşabih tevafukat, başka kitablarda bulunur mu maksadıyla çok temaşa ediyorum, göremiyorum. Görülse de pek nâdir bir haldedir. Şu halde tevafukat-ı gaybiye, bir keramet-i aleniye olarak endamını Nurlarda izhar ediyor. Ve lisan-ı hal ile beşere hitaben diyor ki: "Ey benî âdem, şu sisli asırda dalaleti ref' u selbedip necat ve saadet bahşedecek ve dimağınızdaki semli kokuları, verd-i Muhammedîye tebdil edecek ve en kestirme ve son derece muhkem ve müstakim bir tarîk-i selâmet ve necata sevkedecek, pek çok keramat ve i'cazını gösteren, bizim bulunduğumuz derya-yı nuranîdir. Ve âtiyen daha nice âsâr-ı hafiye tezahür edecektir, diye nida ediyor.
Müsaade-i fâzılaneleriyle bir maruzatım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı arzedeceğim. Bendeniz Nurların müştak müşterilerinde daha doğrusu yanık talebelerinde, bir tevafuk-u fevkalâde görüyorum. Çünki enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hüküm-ferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç ve iştiyakı bir, kâffesinin ahlâk ve etvarı bir, umumunun tarz-ı telakkisi bir ve yekdiğerine karşı (ah-i lieb ve üm'den) daha kavî bir rabıta-i hakikiye ile merbut, samimiyet ve hakikatperverlikte, âdeta yekdiğerine müsabaka eder derecede ciddî ve hâlis, kardeşlikte takib ettikleri hatt u hareket bir ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullab-ı nuraniyenin bu hârika hallerini de ayrıca bir tevafukat-ı gaybiye sırasında görüyorum. Zira İstanbul'dan, İzmir'den, Aydın'dan, Kütahya'dan, Isparta'dan, Eğirdir'den ilh.. muhtelif beldelerden seçilip, her sınıfta mukayyed bulunan talebelerin aynı hâssaları haiz olmaları, câlib-i nazar-ı dikkat olsa gerektir, zannederim Efendim Hazretleri. Sabri” B:68
“Bizimle alâkadar bir zât, pek çokların şekva ettikleri gibi; eskiden şiddetli bir tarîkatta okuduğu evradındaki zevk u şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe ettiğini müteessifane şekva etti. Ona dedik:
Maddî hava bozulduğu vakit nasılki sıkıntı veriyor, asabî sînelerde inkıbaz hali başlıyor; öyle de, bazan manevî hava bozuluyor. Hususan maneviyattan yabanileşmiş bu asırda ve bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memleketlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede manevî havayı tasfiye eden âlem-i İslâmın intibah ve teveccüh-ü umumîsi, o mübarek şuhurun gitmesiyle tevakkuf etmesinden fırsat bulup havayı bozan dalaletlerin tesirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikatı altında, bir derece hayat-ı dünyeviye ve hevesat-ı nefsaniyenin tasallutlarının noksaniyetinden, ehl-i İslâm ve ehl-i imanda, hayat-ı uhreviyeye çalışmak iştiyakı, baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesat-ı nefsaniyenin inkişafıyla o iştiyak-ı uhreviyeyi gizlemesi ânında elbette böyle kudsî evradlarda zevk, şevk yerinde esnemek ve fütur gelir. Fakat madem خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırrıyla; meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı a'mal-i sâliha ve umûr-u hayriye daha kıymetli, daha sevablıdır; o sıkıntıda, o meşakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti düşünüp, sabır içinde mesrurane şükretmek gerektir.” K:134
Bir hadiste de:
إنها لن تقوم حتى تروا قبلها عشر آيات فذكر الدخان والدجال والدابة وطلوع ويأجوج ومأجوج (صلى الله عليه وسلم) الشمس من مغربها ونزول عيسى ابن مريم
Yani “Peygamber (A.S.M.): “Sizler daha evvel on alâmet müşahede etmedikçe aslâ kıyamet kopmayacaktır” buyurdu. Ve şunları zikretti: “Duhan, Deccal, dabbetü’l-arz, güneşin mağribden doğması, İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü, Ye’cüc ve Me’cücün çıkması.” diye buyurulur. 2 (İbn-i Mâce, 36. Kitab-ül Fiten, 31. bab aynı mevzu hakkındadır.)
DUHAN-I MÜBİN بِدُخَانٍ مُب۪ينٍۙ : Kur’an (44:10) âyetinde geçer.
Aşikâre duman. *Mc: Koyu gaflet ve dalâlet ki duman ve sis’te olduğu gibi, duhan da hakikatların idrakine perde olur.
«Bu duhan hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi: İbn-i Mes’ud Hazretlerinden mervi olduğuna göre; şiddetli açlık ve kaht seneleridir. Çünki çok aç olan kimseye, gerek gözlerinin za’fından ve gerek çok kuraklık ve kahtlık senelerinde havanın fenalığından, sema dumanlı görünür. Bir de Arab, galib olan şerre, duhan tesmiye eder. Nitekim dumanlı hava tabirini biz de kullanırız.» (E.T.4297)
Kıyamet alâmetlerinden olan bu “duhan” hakkında rivayet ediliyor ki. «Bütün arz, içinde ocak yakılmış fakat deliği yok bir eve dönecek... Huzeyfe: Ya Resulallah! O duhan nedir? demiş; Resulullah, Kur’an (44:l0) âyetini okuyup buyurmuştur ki, “maşrık ile mağrib arasını dolduracak, kırk gün kırk gece duracak, mü’min zükam gibi olacak, kâfire sarhoş gibi burnundan, kulağından girip aşağısından çıkacaktır.» (E.T.4298) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi 710.p)
Kur’an kelimelerinin fihristesi olan Mu’cem-ül Müfehres’te şu kayıt vardır: Bu duman, kıyametten biraz önce veya kıyamet anında vukua gelecek. Yahut bu, şerrin galib gelmesinden kinayedir.
“Haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan” (Ş.732) hakkında (Büyük İslâm İlmihali sh: 27 p. 60) kıyamet alâmetlerini sayarken: “Bir duhan= dumanın zuhuru ki, mü’minleri nezleye tutulmuş bir hale getirecek, kâfirleri de sarhoş gibi yapacaktır” der.
Demek bir mânada da âhirzaman fitnelerinde dehşetli bid’alar zulümatı ve karanlıklı dalâletlerin istilası ile hakikatleri görmeye mani olan bir gafletin ve içtimaî hayatın fertlere menfi tesirinin vaziyet-i müdhişesini, hatta mü’minlerin de o manevi nezle sebebiyle, hakikatın manevi zevkini tam alamıyacağını bir nevi ihbardır.
Evet duhan tabir edilen bu kalın gafletin yani sefahatin, hayatperestliğin ve medeniyet namı altında umumîleşen Avrupaî ve asrî hayatın te’siriyle dinî hayatın esası olan hissiyat-ı mütevarise, hissiyat-ı kalbiyye, hissiyat-ı ulviye, hissiyat-ı vicdaniye gibi tabirlerle ifade edilen manevî hisler inkişaf etmez.
Ahsen-i takvim tabiriyle Kur’anda bildirilen fıtrat-ı asliye, fıtrat-ı selime, o cemiyet toprağı altında bir çekirdeğin toprak altında çürümesi gibi bozulur. (Bak: 1968, 1969.p.) Artık o insanın Allah’a karşı mânevî mes’uliyet duygusu ve haya gibi dinî hayatın temeli olan hisleri gelişmez; gelişmiş olanı da bozulur; cemiyette umumileşen apaçık günahları kerih göremez. (Bak: 509/5.p.) İşte âhirzaman fitnesinde olacağı ehadisle ihbar edilen duhan, asrımızda dehşetiyle zuhur ettiysede umumî ve kalın gaflet sebebiyle ekser insanlarca fark edilmemektedir. (İslam Prensipleri Ansiklopedisi 710/1.p)
Âhirzaman fitnesinde gözlerin kör, kulakların sağır olması:
“Âhirzaman fitnesinin bilhassa son devresinde moda ve medeniyet namı altında umumileşen sefahet ve hayatperestliğin tesiriyle kulaklar devamlı nefsanî müzikte ve gözler nefsin emrinde ve haram manzaraların seyrinde çalıştırılıp, kulak hakkı duyamaz, göz kâinat sergisindeki masnuat-ı İlahiyeyi tefekkürle ibret alamaz, kalb kumandanı da maneviyat cihetinde ölür. Böyle insanlardan müteşekkil olan cemiyetlerde günahlara medeniyet ismi verilip günahı tahsin etmek, dinî hayatı da irtica diye takbih etmek gibi acib bir vaziyet meydana gelir. İşte ümmeti bu hale düşürecek olan fitneden Peygamberimiz (A.S.M.) çok tekrarla ikazatta bulunmuştur. Ezcümle bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
تَأْتِيكُمْ مِنْ بَعْدِى اَرْبَعُ فِتَنٌ فَا لرَّابِعَةُ الصَّمَّاءُ الْعَمْيَاءُ الْمُطْبِقَةَ تعرك الْاُمَّة فِيهَا بِا لبلاءِ عرك الايم حتى ينكر فيها المعروف ويعرف فيها المنكر تموت فيها قلوبهم كما تموت ابدانهم
“Yani size benden sonra dört fitne gelecektir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sarar. Ümmet bir belaya mübtela olur, yılanın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda maruf inkâr edilir, münker ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalbleri de ölür.” (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fitne maddesi 985.p)
Diğer bir hadis de özetle şu mealdedir: “Âhirzaman fitnesinde bozuk insanların kalbleri şeytan kalbi gibidir. Kan dökücü (anarşist ve ihtilalci, fâsık)tırlar. Çocukları uram (edebsiz ve hırçın); (3) gençleri hayasız ve vakarsız; yaşlıları emr-i bil-ma’rufu yapmaz; sünneti bid’at gibi, bid’atı sünnet gibi görürler; idarecileri tâgi ve müfsidir. İşte o zaman Allah onlara şerlilerini musallat eder. Hayırlıların duası (ve daveti) kabul olmaz.” (R.E. 502)
Âhirzaman fitnesinde “duhan” tabir edilen ve manevi tefeyyüze mani olan bozuk cemiyetin menfi tesirlerinin neticesini ihbar eden bir hadis mealen şöyledir: «Zühd (ve takva) laftan (kuru sözden), vera’ (ileri derecede azimet) de yalandan ve yapmacıktan (ve riyakârlıktan) ibaret olmadıkça kıyamet kopmaz.» (R.E.477) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi 985/1.p)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.