DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

MEHDİYETİN HAKİKATİ

1- Şu beş-onsene içinde Mehdilik mevzuunda neşredilmiş bazı kitablarda, Mehdiyete ait müteşabih hadisler, zâhir mânalarıyla ele alınıp Mehdi’nin siyasi bir dini lider olacağı fikri nazara veriliyor. Halbuki âhirzaman alâmetleri hakkında gelen ehadis-i şerifenin ekserisi müteşabihat nevinden olduğundan hakiki mânalarını herkes bilemeyeceği gibi, onların tercemelerinden anlaşılan zâhir mâna dahi hakiki maksadı ifade etmez. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle izah eder:

2- “Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı müteşabihat-ı Kur'aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler. وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatları izhar ederler.” (Ş: 578)

3- Hem “bir kısım hadîsler İslâmların ekseriyeti noktasında veya hükûmet-i İslâmiyenin veya merkez-i hilafetin nokta-i nazarında vürûd ettiği halde, umum ehl-i dünyaya şamil zannedilmiş ve bir cihette hususî bulunduğu halde, küllî ve âmm telakki edilmiş. Meselâ, rivayette vardır ki: "Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmayacak." Yani, zikirhaneler kapanacak ve Türkçe ezan ve kamet okunacak demektir.”  (Ş: 580)

4-Hem “Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam'ın etrafında ve Arabistan'da tasvir edilmiş. Allahu a'lem, bunun bir tevili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak'ta ve Şam'da ve Medine'de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlarıyla -daimî öyle kalacak gibi- mana verip "merkez-i hükûmet-i İslâmiye" yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler” (Ş: 585)

5- Hem böyle müteşabihatı nazara almayan “Bazı hocalar, "Minare kadar yüksek bir adamı", hem "Alnında okunacak bir yazı bulunacak" hem "Birden eli bir su ile delinecek" gibi hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur'un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor.” (E: 214)

6- Mehdiyet mes’elesine siyaset nazarıyla ve geniş dairenin hâkimiyeti cihetiyle bakılması, hakiki Mehdiyetin bilinmesine perde olur. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle beyan eder:

7- “Eskişehir hapishanesinde, âhirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir-iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş-altı defa aynı mes'eleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o mes'elenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

8- Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur'dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve itikad ile, ehl-i imanın me'yusiyetlerini izale için, "İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum" diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman'ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi "Ben bir ışık görüyorum" diye dehşetli hâdisata karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip ümidimi kırardı.

9-Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat'î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: "Ciddî bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin "Bir ışık var, bir nur göreceğiz" diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi, Risale-i Nur'dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes'udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek, eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

Evet otuz sene evvel bir hiss-i kabl-el vuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa, karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.(K: 26)

10- Hem “âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulüne ve Deccal'ı öldürmesine ait ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şübheye düşmüşler. Veya sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i müteşabihenin hakikî tevillerini Kur'an feyziyle göstermiş.” (K: 80)

11- Büyük bir kısmı Beşinci Şua’da olan bu tevillerin bir hülâsası olarak Bediüzzaman Hazretleri büyük müdafaatında şöyle der:

“Sâbık mahkememizde bir müddeiumumînin yanlış bir mana ile Beşinci Şua'ya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına manasız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gelecek uzunca tafsilâtı vermeğe mecbur oldum.

Bundan kırk sene evvel ve hürriyetten bir sene evvel İstanbul'a geldim. O zaman Japonya'nın baş kumandanı, İslâm ülemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler. Ezcümle, bir hadîste: "Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında "Hâzâ kâfirun" yazılmış bulunur" diye hadîs var deyip benden sordular. Dedim: "Bir acib şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir." Bu cevabdan sonra bunu sordular: "Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?" Dedim: "Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek." Sonra dediler: "Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bilinecek?" Ben de cevaben dedim: "Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama "eli deliktir" denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi' oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak." Sonra birisi sordu ki: "O öldüğü zaman İstanbul'da Dikili Taş'ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü." O vakit ben dedim: "Telgrafla haber verilecek." Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dâr-ül Hikmet'te iken dedim: "Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek." Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye'cüc ve Me'cüc ve dabbet-ül arz ve Deccal ve nüzul-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile, Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey'in vasıtasıyla beni -neşredilen Hutuvat-ı Sitte'ye mükâfaten taltif için- Ankara'ya celb etti, gittim. Şeyh Sünusî Kürdçe lisanı bilmediğinden beni onun yerinde üçyüz lira maaşla vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîsi, hem meb'us, hem diyanet riyaseti dairesinde Dâr-ül Hikmet a'zalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van'da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve şark dâr-ül fünunuma Sultan Reşad'ın verdiği ondokuz bin altun lira -ikiyüz meb'us içinde yüzaltmışüç meb'usun imzasıyla- yüzellibin banknota iblağ edilerek kabul edildiği halde; ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim.” (Ş: 358)

12- Ankara’da ilk meclis kurulduğu zaman oraya davet edilip giden Bediüzzaman Hazretleri, yapılması istenen inkılâbın i,İslâm esaslarına uygun olması gerektiğini M.Kemal Paşa’ya izah eder. Bu tavsiyeye karşı “M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman'a; meb'usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh Sünûsi'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

13- Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın nurlariyle mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar.” (T:147)

Mehdi hakkındaki rivayetlerin mahiyeti ve ayrı ayrı olmasının hikmetleri hakkında aşağıda gelecek izahların dikkat çekici bazı noktalar:

a- Büyük Mehdi’nin yani âhirzamanda gelen son Mehdi’nin açtığı ve üç vazifeyi hâmil Mehdiyet cereyanın siyaset, diyanet, saltanat ve cihad dairelerinde vazifeleri olması.. yani bir rivayet, siyaset vazifesini bildirirken, diğer bir rivayet de diyanet vazifesine dikkat çeker ve hâkeza... Böylece Mehdi hakkındaki hadisler farklı vürûd etmişler.

b- Büyük Mehdi’den önce gelen Mehdi-misal zatlar dahi, medar-ı nazar-ı Peygamber olduğu; yani Muhammed (A.S.M) bu zatlara da işaret etmeyi murad ettiği için, ehadis de muhtelif olmuştur.

c- Zuhur eden fitne karşısında, Mehdi’nin çıkacağı müjdesine istinaden me’yusiyetin izalesiyle beraber, gayret-i diniyenin takviyesi...

d- Her asırda zuhur eden şer cereyanından uzak durup, onların tahribatını tamire çalışan müsbet cereyana katılarak, ümid ve gayretle dine hizmet etmeleri...

e- Âlem-i İslâmın bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beyt’e ehl-i imanı rabt etmek gibi hikmetlerin bulunması...

İşte Mehdi hakkında gelen rivayetlerin hakikat ve hikmetlerinden bir kısmını bildiren beyanlar aynen şöyledir:

“Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i Beyt-i Nebevî'den Hazret-i Mehdi'nin (Radıyallahü Anh) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.

Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi.. herbir asır me'yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdi'ye veyahut Mehdi'nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt'ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ: Siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı A'zam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve oniki imam gibi Büyük Mehdi'nin bir kısım vazifelerini icra eden zâtlar dahi, -Mehdi hakkında gelen rivayetlerde- medar-ı nazar-ı Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise...” (Ş:590)

Bediüzzamanın aynı mevzuda bir beyanı da şöyledir:

“Hem şu sırdandır ki; Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecekeşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu.

Şimdi Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.” (S: 343)

Yine aynı mes’eleye ait diğer bir izahı da şöyledir:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki' gibi görünür. Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asır Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasından, Büyük Mehdi'nin çok evsafına câmi' bir Mehdi bulmuş.” (M: 95)

14- Bu beyanlarda açıkça görüldü ki, müteşabih hadisler te’vil isterler ve böyle müteşabih ehadisin te’villerini Kur’anın feyziyle Risale-i Nur göstermiş ve Mehdiyete ait rivayetlerin murad mânalarını da beyan etmiş.

MEHDİYETİN HAKİKAT VE MAHİYETİ

15- Hidayete vesile olmak mânasıyla Mehdiyet, hakaik-i imaniyeyi keşif ve neşir ile imanları kurtarmaktır. Mehdiyetin esas hakikatı ve en büyük vasfı ve vazifesi olan bu vazifeyi de, Risale-i Nur’un ifa etmekte olduğunu, Bediüzzaman Hazretleri eserinde beyan etmiştir. Nur dairesinde olanlar, bu vazife sahasında kendi ilimlerine istinaden irşada girişemezler ve girişmemelidirler. Bu bahsin esas mevzuu da budur, Risale-i Nur Külliyatından mevzu ile alâkalı bazı kısımlar kısmen alınarak aşağıda dercedilmiştir. Şöyle ki:

16- Merhum Hâfız Ali Ağabeyin Mehdiyetin fütuhatı ile alâkalı mektubuna Hazret-i Üstad’ın verdiği cevapta, Mehdiyetin imana eit en büyük fütuhatını Risale-i Nur’un yapdığını beyan edip bu vazifeyi Risale-i Nur’a verir. Geniş dairede gelecek vazidarların ise, Risale-i Nur’un dairesini genişleteceğini açıklar. Yani, o gelecek zât Mehdiyetin esası ve hakikatı olan iman hakikatlarını yeniden keşfetmek değil, belki Risale-i Nur’a bağlı kalıp, onu hayatta icra ve tebliğ ve neşredecek, kendi fikirleriyle irşada girişmeyecektir. Mezkûr mektubun bir kısmı aynen şöyledir:

17- “çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık'ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip, Allah'a şükrederiz.” (K: 107)

18- Mektubda geçen “O daireyi genişlettirir” ifadesi, Risale-i Nur’da mevcud olan Kur’an ve iman hakikatlarını geniş sahaya yaymak ve icra etmek demektir. Mehdiyetin esası olan imanda tecdid sahasında, yeniden bir ilâve yapılmaz. Yani o gelecek zât kendi ilmiyle, iman sahasında imana geçirmeyecektir.

19- Bediüzzaman Hazretlerine yine Mehdilik mevzuunda sorulan diğer bir suale verdiği cevabında: Mehdiyetin üç vazifesi olan en birincinin hakaik-i imaniyenin keşf ve neşri olduğunu ve geniş dairede gelecek zâtın bu vazifeyi yapamıyacağını beyan etmekle, mezkûr hükmü te’yid eder ve Mehdiyetin esas vazifesi olan imanda tecdid ve hâlis iman hizmeti hakkında şu izahı verir:

“...Bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” (E: 266)

20- Mektubun devamında: Mehdiyetin diğer iki vazifesinin ifası için milyonlarla efradı bulunan ordular lâzım olduğu, hem bütün ehl-i imanın desteği, hem İttidad-ı İslâmın yardımı, bütün ülema ve evliya ve seyyidlerin iltihakları gerektiği ifade edilir.

21- Mektubun değerlendirmesi yapılan parağrafta ise: Mehdiyetin asıl vasfının mezkûr beyanlarda da ifade olduğu üzere hakaik-ı imaniyenin keşfi, dersi ve neşri olduğu ve bu vazifeyi de Risale-i Nur’un ifa ettiği kaydedilir. Bu kısım aynen şöyledir:

22-“Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller.” (E: 266)

23- Risale-i Nur’un mühdi ve müceddid olduğu hükmünü te’yid eden beyanlardan bazıları da şöyledir:

“Bu asırda, Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.” (K: 190)

24- Bu parçada geçen “fâtihane neşriyle” ifadesi gibi Risalelerdeki bazı beyanlardan ve Nurculuğun devam edip gelen hizmet hayatının şeklinden açıkça bilinen hizmet-i Nuriye’nin esası, Risale-i Nur’un neşri ve dershaneler açılıp Risalelerle dersler yapılması ve muhtaçlara tebliğdir. Hutebanın kendi fikriyle yapacakları hitabet ve irşadlara Risale-i Nur iltifat etmez. Ancak Risale-i Nur’u konuşturmak ve onu nazara verip teşvik ve tebliğ etmek müstesnâdır.

25- Diğer bir mektubda, Risale-i Nur’un Hazret-i Hasan’ın bir mütemmimi ve muavini olduğu şöyle ifade ediliyor:

“Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur'un Cevşen-ül Kebir'den ve Celcelutiye'den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes'ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur'dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir” (E: 72)

26- Bu parçada geçen “vazife-i hilâfet” son asırda olduğu için, İslâm dünyasını âhirzamanın fitnesinden korumakla vazifedar ve üç vazifeyi hâmil olan Mehdiyet cereyanı mânasında olur. Bu Mehdiyetin vazifesinin hakikatı olan neşr-i hakaik-ı imaniyede vazifedar, Risale-i Nur olduğu mezkûr parçada beyan olunuyor.

27-Aynı mevzuda şu sarih ifadeler de var:

“Risaleler makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir Mehdisi ve müceddididir.” (B: 146)

Bu ifade, Bediüzzaman Hazretlerinin Mehdi-i A’zamlık vasfını nakzetmez. Zira son asırda zuhur eden ve Risale-i Nur olarak ortaya çıkan hakaik-i Kur’aniye, Mehdiyetin hakikatı olduğu gibi; bu hakikata mazhar olan zat dahi, bu mazhariyetinden dolayı Mehdi-i A’zam olup, Mazhar olduğu Mehdiyet hakikatı da, bu zatın şahs-ı manevîsidir. Böylece hem şahıs, hem eserleri; Mehdi kelimesinin bir mânası olan, mazhar-ı hidayet ve vesile-i hidayettir. Demek Mehdiyetin hakikatı, hakaik ve hidayet-i Kur’aniyedir. Ona mazhar olan şahıs ve eserleri, Mehdiyetin hakikatını hâmil olur. İcraat ve tatbikatı da içine alan Mehdiyetin üç vazifesinden birincisinin en ehemmiyetli ve Mehdiyetin esası olması bu sırdandır. Dünyada fâni olan şahıs gider, fakat eseri baki kalır. Bu hakikatla alâkalı olarak Emirdağ Lâhikası’nda şu ifade vardır:

“Nurcular, üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket, bir dershane hükmünde. Risale-i Nur kitabları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.” (Em: 168)

Hem 1962 senesinden (Tahirî, Sungur, Bayram, Hüsnü) imzalarıyla neşredilen bir lâhika mektubunda da şu kayıd var:

“Hem müceddid-i ekber, hem bir Mehdi-i a’zam, hem bir müceddid-i ekmel, hem bir ferd-i ferîd olan Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri...” diyerek aynı hakikatı ifade etmişlerdir.

28- “Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur'u merci' gösteriyor. Hazret-i Mevlâna Hâlid'in şahsiyeti, kutb-ül irşad, merciil-has ve-l âmm olmuştur.” (St: 165)

29- “Hazret-i Mevlâna Hâlid, milyonlar etba'larının ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek nass-ı hadîs ile, Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.” (St: 165)

30- “Risalet-in Nur'un kitabları birbirine tercih edilmez. Her birinin, kendi makamında riyaseti var. Ve bu zamanı tenvir eden bir mu'cize-i maneviye-i Kur'aniyedir. Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-in Nur”dur.(K:10)

31- “Lillahilhamd Risalet-in Nur, bu asrı belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu'cize-i Kur'aniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senanız tam yerindedir.” (K: 6)

“Evet, dünya ilim ve irfan sahasına Türkiyeden bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üçyüz yıl evvel âlem-i beşeriyete doğmuş olan güneşin bir in'ikâsıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan lem'alarından birisidir ve beklenilen son mucize-i manevîsidir! Yalnız maneviyat sahasında değil, zahiren ve maddeten dahi tesirini göstermiştir.” (T: 156)

32-  Bu gelen ihbar-ı gaybî de âhirzamanda vazifedarın bir şahıs değil, Risale-i Nur olduğunu beyan eder. Şöyle ki:

“Âyet-ül Kübra'nın üçüncü menzilinin başında, Ahmed-i Farukî Risale-i Nur hakkında demiş ki: "Mütekellimînden biri gelecek, bütün hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan ve isbat edecek." Zaman isbat etti ki; o adam, adam değil belki Risale-i Nur'dur. Ehl-i keşf Risale-i Nur'u, ehemmiyetsiz olan tercümanı suretinde keşiflerinde müşahede etmişler, bir adam demişler.” (K:10)

33- Âhirzaman fitnesine karşı Risale-i Nur’un, beklenen ve âhirzamana kadar devam edecek olan son bir vazifedar olduğuna işaret eden bir ihbar-ı gaybî:

“Kaside-i Celcelutiye'sinde sarahata yakın تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ٭ تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ fıkrasıyla, o cereyanın karşısında vücudu ziyasıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyalandırmaya çalışan Risale-i Nur'a ve müellifine hususî iltifatını اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ  deyip, âhirzamana kadar Risale-i Nur'un bedi' bir surette ışık vermesini ve yanmasını dua ve niyaz eden ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın en mühim bir şakirdi ve ulûmunun birinci naşiri olan Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, bidayet-i İslâmda Kur'anın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek ism-i a'zamı şefi' tutup kahramanane ve merdane hakaik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhafazaya çalıştığı gibi, âhirzamanda bütün bütün Kur'ana muhalefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı ism-i a'zamı şefi' ve melce' ve tahassüngâh ittihaz edip cerhedilmez Kur'anın i'cazından gelen ve hâtem-i mu'cizeyi gösteren Risale-i Nur'un sönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane mukabele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, ism-i a'zamın kibriyalı, azametli nuruyla ve İsm-i Rahman ve Rahîm'in şefkatli ve re'fetli tecellisinden nebean eden âb-ı hayat ile söndüren; ve yanan yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukabil, dağlarda ve kırlarda sema yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i bürudete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risale-i Nur'u görmesi ve şefkatkârane ve tesellidarane ve kerametkârane bakması, Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh'ın makam-ı velayetinin iktiza ettiğini hakkalyakîn gösterir.” (L: 447)

34- “Cenab-ı Hakk'a şükür Kur'an-ı Hakîm'in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arab milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu'cize-i Kur'aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış.” (Em: 244)

35- “Üstad, Nurların yazılmasına, teksirine çok ehemmiyet verirdi. "Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mucize-i Kur'âniyedir." deyip, Nur'a ait hizmeti, zamanın en büyük meselesi olarak kabul eder, bu ehemmiyetle davranırdı.” (T: 463)

36- “Hem hükûmet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur'an lemaatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nur'a değil ilişmek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki; geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müdhiş belalara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.” (E:249)

37- Evet “bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur'un mizanları ve müvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırkbin şahid vardır. Demek Risale-i Nur'un dairesine yakın bulunanlar, içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.” (K:110)

38- Mezkûr beyanda geçen “kurtarıcı” kelimesi; âhirzaman fitnesinde münci ve Mehdi manasında olup, bu sıfat yine Risale-i Nur’a verilmiştir. Demek âhirzaman fitnesinde ona dehalet edip, onu konuşturmalı ve dinlemeli ve nazara vermeli, önüne geçip irşadını gölgelememeli.

39-Evet, “Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.” (K:105)

40- Son asrın umumi felâketleri içinde uyanan ve dünya hayatının fâniliğini görüp ebedi hayatı şiddetle isteyecek olan insanlık dünyasının ızdırabına tek çare, ancak Kur’an hakikatları olduğu ve bu hakikatları da Kur’an’dan alıp neşreden Risale-i Nur olduğundan onun ders ve neşrinin elzemiyetini beyan eden mektubun sonunda şöyle deniliyor:

41- “Madem Risale-i Nur o mu'cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur'aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me'haz ve mercii olmayan bir mu'cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalaletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa'daki Meyve'nin Altıncı Mes'elesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş; elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılma ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır.” (E:248)

42- Bütün buna benzer daha pek çok ifade ve tavsiyelerden açıkça anlaşılıyor ki; Bediüzzaman Hazretlerinin en çok ehemmiyet verdiği husus, Risale-i Nur’un neşri ve münhasıran bu eserlerin ders yapıldığı medreselerin açılması ve Risale-i Nur’un nazara verilmesidir. Hakiki bir Nurcu, bu temel hizmet yolunda yürür ve yürümeli ve hasr-ı fikir etmeli ve nazarları hârice ve şahıslara dağıtmamalıdır.

43- Âhirzaman fitnesine karşı Risale-i Nur’un geleceğine dair işarî beşaretler vardır. Ezcümle, Birinci Şua’da beyan olunan bazı, “âyât-ı Kur'aniyenin Risale-i Nur'a işaretleri ve tevafukları ekseriyet ile kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler. Evet bu gelecek âyât-ı meşhure müttefikan onüçüncü asrın âhirine ve ondördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur'an ve iman hesabına bir hakikata işaret ediyorlar. Ve medar-ı teselli bir "Nur"dan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalalet fitnesinden gelen şübehatı izale edecek, Kur'anî bir bürhanı müjde veriyorlar.” (Ş:686)

44- Bu parçada bazı âyetlerin işaretiyle onüçüncü asrın âhirinde ve ondördüncü asrın evvelinde zuhur eden Risale-i Nur’un geleceği müjdelendiğine göre, âhirzamanın son müceddidliği yine Risale-i Nur’a veriliyor. Mezkûr Birinci Şua’daki âyetlerden birisi olan

45-وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا âyeti kuvvetli münasebet-i maneviyesiyle beraber cifirce bin üçyüz kırkdört (1344) eder ki, o tarihte Risale-i Nur'un şakirdleri gibi bu âyetin manasına daha ziyade mazhar olanlar zahiren görülmüyor. Demek bu âyet, manasının müteaddid tabakalarından işarî bir tabakadan ve remzî bir perdeden Kur'anın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur'a bakıyor ve en evvel nâzil olan Sure-i Alak'ta اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى  âyeti gibi manasıyla ve makam-ı cifriyle ifade ediyor ki; bin üçyüz kırkdörtte nev'-i insan içinde firavunane emsalsiz bir tuğyan, bir inkâr çıkacak. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا âyeti ise, o tuğyana karşı mücahede edenleri sena ediyor.” (Ş:693)

46- Hem “Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bu fıkrada  بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ cümlesiyle diyor ki: Bin üçyüz ellidörtte (1354) Siracünnur -yani, Risale-i Nur'un nuru- ile dalaletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak. Eğer Hicri tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kur'anın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur'un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu, çok emareler ile hissediliyor.” (Ş:734)

47- Mezkûr parçada: Bin üçyüzellidörtte; yani Hicri hesabıyla olsa, milâdî 1936’da âhirzaman fitnesine karşı Risale-i Nur’un mukabelesini beyanla yine Risale-i Nur’un vazifedar olduğu nazara verilmiş oluyor.

48- Aşağıdaki mektubda, Risale-i Nur’un umum âlem-i İslâmı içine alan tamir sahasının ve bilhassa fitne-i âhirzamanda müfsit âletlerle yapılan tahribatı, i’caz-ı Kur’an ile ıslaha vazifedarlığının beyaniyle, açıkça gösteriliyor ki; asrın son mürşidi ve mühdisi, şahıs değil Risale-i Nur’dur. Bunun içindir ki; Nur dairesinde şahıslar, Risale-i Nur’u nazara vermek, tebliğ ve teşvik etmek dışında, şahsî ilmiyle irşada girişmiyorlar. Mektub aynen şöyledir:

49- “Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülâsasını beyan edeyim:

Biri dedi: Risale-i Nur'un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî techizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

Ona cevaben dediler:

"Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal'ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın i'caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır." diyerek uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.” (K: 30)

50- Bu gelen beyanda ise: Risale-i Nur’un en şiddetli bir devrede Hızır gibi imdada yetiştiğini beyanla, sahib olduğu yüksek ve son vazife makamı nazara veriliyor. Şöyle ki:

“Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem'iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me'yusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu 1gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, manevî imdad getirmek hizmetinde hârika bir emirber nefer olarak Âyet-ül Kübra Risalesi'ni İmam-ı Ali (R.A.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.” (K: 55)

51- Bu ifadelerde de görüldüğü üzere: Âhirzaman fitnesinin dehşetli tahribatına karşı, kâinat muvacehesinde delâil-i vahdaniyeti izhar edip mukabele eden Risale-i Nur, son ordu vasfıyla tavsif edildiğinden, hakiki bir Nurcu Risale-i Nur’un vazife makamını anlar ve kendi mahsulât-ı fikriyesiyle hitabete girişip hadiselerde âhirzamanda çoğalacağı bildirilen huteba sınıfına girmez. (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi İlm maddesi 1585.p ve Ulema-üs Sû’ maddesi 3883. parağrafta 2.bend)

52- Bu gelen mektubta da: Hâriçte çıkan dinsizlik cereyanına ve dâhilde de âlem-i İslâmın uhuvvet ve ittifakını adavete çeviren fitne ve belâya karşı Risale-i Nur’un bir Sedd-i Zülkarneyn, yani âhirzamanın anarşist cereyanlarına karşı yegâne çare olduğu beyan ediliyor. Şöyle ki:

“Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir halaskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevî belayı def'etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-in Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir. Ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa'da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal'a olduğu gibi; âlem-i İslâmın ve Asya kıt'asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu'cize-i Kur'aniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur'u tab'ederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda acib inkılab ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur'anını, imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? Her ne ise...(E: 102)

53- Bu mektubda da görülüyor ki, âhirzamanın dehşetli cereyanına karşı, ıslah ve irşadla vazifedar olan, şahıs değil kitabdır. Bunun için Risale-i Nur’un neşri şart koşuluyor. Bundan da anlaşılıyor ki, Risale-i Nur âhirzamanda geleceği hadislerle müjdelenen Mehdiyet vazifesini hâmildir. Çünkü âhirzaman fitnesine karşı vazifedarlık, Mehdiyettir.

54-  Bediüzzaman Hazretlerinin âhirzaman fitnesini haber veren mühim bir vâkıa-yı sâdıkası:

“Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakk'ın emridir; o Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur'anı beyan et." Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek, i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım. (M: 368)

55- Bu parçada bahsolunan büyük infilak ve Kur’an’a hücum hadisesi, rivayetlerde haber verilen âhirzaman fitnesini ifade eder. Bu fitneye ve tahribatçıya karşı çalışan tamircinin ise İ’caz-ı Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur olduğu ve bu mu’cize-i maneviye-i Kur’aniyenin izharına Bediüzzaman Hazretlerinin namzed olduğu ifade edilmekle de, yine irşad vazifesinin Risale-i Nur’da olduğu açıklanmıştır. O halde Risale-i Nur’a bağlı olanlar, onu konuştururlar ve konuşturmalıdırlar.

56- Aşağıdaki kısımda da Risale-i Nur’un bu asırdaki dehşetli dalâletlerin hücumuna karşı, umum ehl-i iman için en metin istinadgâh olduğu ve fen ve felsefeden gelen dehşetli inkârcılığa karşı, iman hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle isbat ederek düşmanlarını mağlub ettiği beyan ediliyor. Mektubun muhtevası, yine Risale-i Nur’u nazara verir ve fitneye karşı yegâne çareyi gösterir. İşte mezkûr mektubun bir kısmında şöyle buyruluyor:

“Teşbihte hatâ olmasın, nasılki Kur'anın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikatı, sair dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu; taklidî ve aklın haricindeki usûllerini de bir derece muhafaza etti. Aynen öyle de: Bu zamanda onun bir mu'cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zabtedilmez bir kal'a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü'minin imanını şübhelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor.

Evet her tarafta, hattâ Hind ve Çin'de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin galebesinden; acaba İslâmiyet'te bir hakikatsızlık mı var ki, sarsılmış diye şübheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki; bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlarını kat'î isbat eder, felsefeyi mağlub edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şübhe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.” (E: 91)

57- Mezkûr mektubda da, asrın hakikî mürşidi yine Risale-i Nur olduğu sarahatla ifade ediliyor. O halde ciddi bir Nur Şakirdi, şahsi fikirleriyle nazarları kendine çevirip Risale-i Nur’a gölge olmaz. Bediüzzaman Hazretleri diyor:

58- “Ben görüyorum ki: Kur'an-ı Hakîm'in hakaikine ait bazı kemalât, o hakaike dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünki me'hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me'hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur.” (M: 319)

59- O halde daima Risale-i Nur’u nazara vermek ve onun dersine kuvvet vermek gerekiyor. Bediüzzaman Hazretleri dahi hayatı boyunca onu okuyup, onunla ders yapmış ve dâhi-i a’zam olan şahsi fikri ve ilmiyle dahi hareket etmemiştir. Ezcümle, bir mektubunda şöyle der:

60- “Ben Kur'an-ı Hakîm'in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum. Çünki Kur'an-ı Hakîm'in kudsî elmaslarının kıymetlerine şübhe îras etmemek için, perişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam; hakikî sarraf olmayan müşteriler, dellâllık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabilirler, zihinlerine bir iltibas, bir şübhe gelir. Onun için şahsî dükkânımı kat'iyyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidiyor.” (B: 269)

61- Bediüzzaman Hazretleri mezkûr parçada olduğu gibi daha pek çok beyanlariyle, kendi fikirleriyle irşad etmek kapısını kapadığı gibi; Nur dairesindeki en büyük âlimlerin de kendi fikir ve kesbi ilimleriyle nasihat ve irşad etmek veya imani hususlara ait eser yazmak gibi faaliyetlerini de, Risale-i Nur’a karşı soğuk bir muaraza olarak tavsif eder ve şöyle der:

"Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.2 Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.." (M: 426)

62- Bediüzzaman Hazretleri müteaddid mektublarında, kendisinden ders almak için gelen ziyaretçilere, Risale-i Nur’u merci göstermesi ve ihlâsı muhafaza etmek dersini vermesi nazara alınınca; enaniyet-i ilmiye cihetiyle daire-i Nur’da şahsın merci gösterilmesi, ne derece bir hatâ olacağı anlaşılır.

63- Mes’elemizi tenvir eden bir bahis:

“Risale-i Nur'un esas mesleği hakikî ihlas olmak cihetiyle şimdiki tezahür, sohbet etmek, fazla hürmet etmek; bu enaniyet zamanında bir nefisperestlik, riyakârlık, tasannu' alâmeti olmak cihetiyle ona şiddetle dokunuyor. Çünki der: "Benimle görüşmek isteyen, eğer âhiret için, Risale-i Nur için ise; Risale-i Nur bana kat'iyyen ihtiyaç bırakmamış. Milyonlar nüshası her birisi on Said kadar faide veriyor. Eğer dünya cihetiyle ve dünyaya ait işler için görüşmek ise: O, dünyayı şiddetle terkettiği için, dünyaya dair şeyleri malayani, vakti zayi' etmek olduğu için cidden sıkılır. Eğer Risale-i Nur'un hizmetine, intişarına ait olsa; bana hizmet eden hakikî fedakâr talebelerim ve manevî evlâdlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi, bana hiç ihtiyaç yok.” (Em: 214)

64- Bu mektubda Hazret-i Üstad: Hakikat ve âhiret cihetindeki irşadı Risale-i Nur’a bırakıyor. Dünya işleri için görüşmeyi kabul etmiyor. Risale-i Nur’a hizmet ve onun neşri için görüşmek hususunu da hâs daireye havale ediyor. Böylece hâs Nurculara düşen vazifenin irşad değil, Nur’a hizmet ve Nur’un intişarı olduğu açıklanmış oluyor.

65- Risale-i Nur ilm-i kesbî ve beşerî olmayıp vehbî ve ilhamî olduğu, Risalelerin muhtelif yerlerinde beyan ve ifade olunmuştur. Bunlardan birkaç nümune aşağıdadır. Şöyle ki:

“Risalet-ün Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitablardan alınmamış. Kur'andan başka me'hazı yok, Kur'andan başka üstadı yok, Kur'andan başka mercii yoktur. Te'lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'anın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur'anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.” (Ş: 711)

66- “Meselâ, زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَ لاَ غَرْبِيَّةٍ  cümlesi der: "Nasılki elektriğin kıymetdar metaı, ne şarktan ne de garbdan celbedilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramağa lüzum yoktur" der. Öyle de manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” (Ş:690)

67- “Resail-in Nur'un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” (K: 210)

68- “Bazı sualler soruyorsunuz. Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve Mektublar; ihtiyarsız, def'î ve ânî bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevab versem; sönük düşer, noksan olur.” (M: 279)

69- “Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işarat-ı Kur'aniye namına hakikattır. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gördünüz, muhakkak biliniz ki: Haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.” (S: 651)

70- Bu gelen bahiste ise: Yine Risale-i Nur âhirzamanın en dehşetli fitnesinin tahribini tamir etmekle muvazzaf olduğunun beyanıyla da, rivayetlerde müjdelenen ve beklenen son müceddidin Risale-i Nur olduğu, nazara verilmiş oluyor. Şöyle ki:

71-Sual: Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur, Kur'anın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A'zam'ın teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur'a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

Elcevab: Malûmdur ki, bazı vakit olur bir dakika; bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar.. ve bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ: Bir dakikada şehid olan bir adam, bir velayet kazanır; ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. İşte aynen öyle de: Risale-i Nur'a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) ve şeair-i Ahmediyeye (A.S.M.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü'minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki; Kur'an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A'zam (R.A.) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci' etmiş. Evet bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal'aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü'min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.” (Ş: 748)

72- İşte mezkûr parçalarda da, te’vil kaldırmaz sarahatla Bediüzzaman Hazretleri halkın irşadı için, kendi fikri ve emsalsiz dehâsıyla hareket etmiyor. Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur’u merci gösteriyor ve nazara veriyor. Hatta İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü gibi ilim şehrinin kapısı bir zât dahi, 1400 sene öncesinden Risale-i Nur’un büyük vazife makamını görüp nazara veriyor diye, Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin müteaddid yerlerinde kaydeder. Meselâ Şualar’da şu beyan var:

73- “Celcelutiye, Süryanîce bedi' demektir ve bedi' manasındadır. İbareleri bedi' olan Risale-i Nur, Celcelutiye'de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı benim değildi, belki Risale-i Nur'un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş.” (Ş: 747)

74- Yukarıdaki parçada: “İbareleri bedi’ olan Risale-i Nur” diye tavsif ediliyor. O halde örneksiz, nümûnesiz, yeni mazhar olunmuş ve emsalsiz olan bu bedi’ ibareleri, hiçbir Nurcu beşerî anlayışın tasallutu ile bozup basite indirmeyi aslâ câiz göremez.

75- “Hem madem Celcelutiye'nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.

Ve madem Kur'an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur'an hesabıyla, Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle; Risale-i Nur Celcelutiye'nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş. Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatları ve kıymetleri var.” (Ş: 745)

76- Mezkûr ifade ve beyanlardan da açıkça anlaşılıyor ki; bu âhirzaman fitnesinin dehşetine karşı, Risale-i Nur’un tamir, irşad, ve ıslah vazifeleriyle vazifedarlığını; Kur’an, İmam-ı Ali (R.A) ve Gavs-ı A’zam (K.S) bazı işari beşaretlerle ve ehemmiyetle ve çare-yi yagâne olarak nazara vermişler. O halde hakiki bir Nur şakirdi, aynı yolda yürüyüp Nur’u nazara verecek ve ona teşvik edecek, kendini irşad mecii göstermeyecektir.

77- Rivayetlerde müceddide ehemmiyet verilmesinin sebebi, Mehdiyetin birinci vazifesi olan iman itibariyle olduğu halde; beşerî nazar, siyaset-i diniye cihetiyle bakıp hatâ ettiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

78- “Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.” (K: 190)

79- Bu kısımda da; geniş dairede, yani hayat-ı içtimaiye sahasında yapılan İslâmî çalışmalara birinci derecede ehemmiyet verip, hâslar dairesindeki hâlis hizmet-i imaniyeyi geri derecede görenler, 78. parağrafta “hayatperest” ve 81. parağrafta ise “ehl-i dünya” vasfıyla tarif ediliyor. Bu tavsifle yapılan tenkid, dar ve geniş daireye ait hizmetlerin değişmez değer ölçüsünün tersine döndürülmesi sebebiyle olsa gerekir. Yani hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede yapılan dinî çalışmaları, birinci derecede ehemmiyetli görüp, dar daire hizmetini geri derecede görmek hatasıdır.

80- Kastamonu Lâhikası’ndan alınan mezkûr parçada: Hadislerde müceddidiyete verilen ehemmiyetin, siyasi hâkimiyet cihetiyle olmayıp, imanî hakaikteki tecdid itibariyle olduğu beyan olunmuştu. Bu hükmü te’yid eden diğer bir mektubda da: Hâs Nurcuların nazarlarını Mehdiyetin siyasi hâkimiyet vazifesine dikmemeleri ve Mehdiyetin aslı olan iman hizmetinde sâbit kalmaları için Kader-i İlahi’nin bir müdahalesi izah ediliyor. Şöyle ki:

81- “Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes'ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni' olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür. Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta'dil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta'dil edip adalet etti. "Size kâinatın en büyük mes'elesi olan iman hizmeti yeter" diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi.” (K: 193)

82- Aynen bunun gibi, Ondokuzuncu Mektub’un Beşinci Nükteli İşareti’nde ve Onbeşinci Mektub’un İkinci Sualinde, Âl-i Beyte siyasetin yaramadığını gösteren kader müdahalesi beyan edilmiştir. Demek Bediüzzaman Hazretlerine ve onun hâslar dairesine de, fiili siyasete kaderce izin verilmiyor.

Hem Bediüzzaman Hazretleri; geniş daire nazarıyla, dar dairenin fütuhatına bakmanın doğurduğu mahzuru şöyle beyan eder:

83-  “Nurları fütühatını kalben temaşa ederken bazı has kardaşlarımızın Nu­run tercümanına verdikleri makam noktasında baktım; o makama nisbeten fütuhat az olmasından o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahi noktasında bazı biçarelerin Nurlarla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi.

Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım gör­düm ki, o fütühatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzu-u bahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa mezkûr hakikat için bırakmağa meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.” (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektubtan)

Bediüzzaman Hazretlerinin bu ikazından anlaşılıyor ki; dar dairedeki iman hizmetinin kıymetini anlamayıp gerekli alâkayı göstermemek, geniş daireye gösterilen şiddet-i alâka ve meyilden doğuyor. Böylece 79. parağrafta gösterilen hayata düşüp “ehl-i dünya ve hayatperest” tavsifine muhatap olunuyor.

84- Mehdiyetin geniş dairedeki hâkimiyet devresinde gelecek zâtın bazı vazife ve hususiyetleri:

1- O zatın neslen seyyid olduğu, şecereli ve muan’an senetlerle bilinecek.3 Mes’ele ile alâkalı bir hâdise: 

“Denizli'deki ehl-i vukuf, "Eğer Said Mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: "Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak." diye onları reddetmiş.”   (Ş:383)

“Mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt'ten olacaktır.” (E: 267) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi’nin Seyyid maddesinde tafsilat vardır.)

2- Âlem-i İslâmdaki şecereli bütün seyyidler cemaatı, geniş dairede gelecek zâtın en hâs ordusu olacak. Evet,

“Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a'sarın mecma'larında o nuranî zâtlar kumandanlık ediyorlar.4 Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu'u, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.

Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senedlerle ve an'ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt'ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun.” (M: 440)

3- O zât, milyonlarla efradı bulunan ordulara ve Âlem-i İslâmın halifeliğine sahib olup şeâiri ihya edecek. Şöyle ki:

“Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.” (E: 266)

4- Bu zâta bütün ehl-i iman mânen yardım edecek; ittihad-ı İslâm muavenet edecek; bütün ülema, evliya ve seyyidler iltihak edecek. Şöyle ki;

“O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.” (St: 9)

Hem “İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.” (E: 266)

5- O zât Risale-i Nur’a çok kıymet verecek. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri bize mektubunda şöyle ifade eder:

“Risale-i Nur hakkındaki hüsn-ü zannınız, daha fevkinde Risale-i Nur’a lâyıktır. Çünkü Kur’an-ı Hâkim’in bir mu’cize-i maneviyesidir. Âhirzamanda gelecek Hazret-i Mehdi de ona o kıymeti verecek itikadındayım.” (Bir elyazma lâhikadan)

6- Evet. “sonra gelecek o mübarek zât, Risale-i Nur’u bir proğramı olarak neşir ve tatbik edecek.” (St: 9) (Bk:20. parağraf)

7- O gelecek zât, Mehdiyetin getirdiği hakikat ve en birinci ve en ehemmiyetli vazifesi olan imani hakaikte tecdid vazifesini yapamaz. (Bk:19,20,87 parağraflar)

8- O zât, Mehdiyetin getirdiği hakikat ve düsturları geniş dairede tatbik ve neşrederek. Nur dairesini genişlettirir. (Bk: 16,17,18 parağraflar)

85- Risale-i Nur’dan tesbit edilen bu sekiz hususiyet ve vazifeler, o gelecek zâtın mühim vazife ve evsafından bazılarıdır. Bu evsafa haiz ve o vazifelere sahib olmayanlara; o Zât olduğu nazarıyla bakmak, Risale-i Nur’un beyanlarına aykırı düşer ve o kişide enaniyeti tahrik eder ve ihlâsa zarardır.

86- Hadis lisanında o gelecek zât, “Cehcah” vasfıyla de yâd edilir. Bu rivayetin meali şöyledir: “Cehcah adındaki bir adam idareyi ele alıncaya kadar günler ve geceler (Süfyaniyetin devre-i istibdatları ve dalâlet karanlıkları) gitmeyecektir.” Tirmizî’nin lâfzı şöyledir: “Mevali’den Cehcah dedikleri bir adam idareyi ele alıncaya kadar, gece ve gündüz gitmeyecektir.” (Tac Tercemesi 5.cild 988. hadis)

87- Zübdet-ül Buhari Tercemesi 958. hadisin hâşiyesinde, Şarkavi Şerhi’nden naklen, mezkûr Cehcah hakkında şu izahı veriyor:

“Bu kişinin adı Cehcah’dır. Çok kıymetli bir zât olup Mehdi’den sonra ortaya çıkacak, onun yolunu tutacaktır. Çoban koyununu nasıl güderse, Cehcah da cihangir olarak bütün ülkeleri idare edecek, herkes ona boyun eğecektir.” (Şarkavi Şerhi)

88- Yukarıdaki rivayetten, o zâtın hilâfet iktidarına sahib bir kumandan olacağı anlaşılıyor. Bediüzzaman Hazretleri, Barla Lâhikası sh:283’deki bir mektubunda bu zâtı, “O büyük kumandan” diye, Beşinci Şua’ın 19. Mes’elesinin sonunda da “Başkumandan” diye tavsif eder. Mektûbat sh:440’ta da, bu başkumandana bağlı kumandanlardan bahsedilir. (Bk: 84. parağrafın 2. bendi)

MUHTEVA

(Notların sanundaki rakamlar, parağraf numaralarıdaır)

1- Müteşabih hadisler hakkında: 1 ilâ 14

2-Vukuat-ı Süfyaniye, merkez-i hilâfet-i İslâmiye’de çıkacak: 4

3-Bazı hocaların müteşabih rivayetlerin zâhir mânasına bakarak, hatalı anlayışlara sebeb oldukları: 5 ilâ 10

4-Siyasî nazar, hakikî Mehdiyeti bilmeye mânidir: 6 ilâ 9 (Bak: 82,83)

5-Bazı müteşabih ehadis te’villerinden bir hülâsa: 11

6-Mehdiyetin asıl hakikatı ve en ehemmiyetli mes’ele: 15 ilâ 22

7-Risale-i Nur’un, müceddidiyet ve Mehdiyet vazifesini hâmil olduğu: 23 ilâ 80

8-Geniş dairedeki gelecek vazifedarlar, Nur’un dairesini geniş sahaya, yani içtimaî hayata intikal ettirecekler: 16, 17, 18

9-Gelecekteki hilâfet-i Muhammediye cihetinde saltanat sahibi olacak zât, Mehdiyetin birinci vazifesini yapamıyacağından, Risale-i Nur’u program yapıp Mehdiyetin esası olan iman hizmeti hâslar dairesine istined edecek: 19, 20

10-Hazret-i Üstad, Risale-i Nur’u merci gösteriyor: 28

11-Risale-i Nur mu’cize-i maneviye-i Kur’aniyedir: 13, 30, 31, 33, 34, 35, 52, 54, 56

12-Risale-i Nur, gelecek asrı da tenvir eder: 31, 35

13-Risale-i Nur, âhirzamana kadar devam eder: 33

14-Asıl vazifedar olan bir şahıs değil, eserdir: 32

15-Süfyaniyetin ifsad şartları içinde, Risale-i Nur’un sağlam müminleri yetiştirmesi: 17, 33

16-Risale-i Nur, gelecek anarşistliğe set olabilir: 36

17-Risale-i Nur dairesine yakın olanlar içine girmezse, tehlike ihtimali var: 37, 39

18-Risale-i Nur, ızdıraba düşen beşerin kurtuluş çaresi olduğundan, onun neşri ve dersinin ehemmiyeti: 40, 41, 42

19-Âhirzaman fitnesine karşı Risale-i Nur ve şakirdlerinin vazifedarlığına bazı âyâtın işârâtı: 43 ilâ 47

20-Âhirzaman fitnesinin tahribatına karşı, Risale-i Nur hızır gibi imdada yetişti: 50 ilâ 51

21-Risale-i Nur’un âhirzaman fitnesine karşı vazifedar olduğu ve siyasîlerin resmen neşretmelerinin lüzumu: 52, 53

22-Âhirzamanın fitne cereyanı Kur’an’a hücum edecek; Risale-i Nur, Kur’an’ın i’cazı ile mukabele edecek: 54, 55

23-Risale-i Nur, âhirzamanın dehşetli dalâlet-i ilmiyesine karşı, umum avâmın bir istinadgâhı ve mürşidi olduğundan Bediüzzaman Hazretleri dahi kendi fikir ve ilmiyle hareket etmemiş: 56 ilâ 60

24-Risale-i Nur dairesinde olanlar, müçtehid de olsalar, Risale-i Nur’un vazifedar olduğu imanî mes’elelerde kendi fikriyle irşada girişmez ve eser yapmaz: 61

25-Risale-i Nur’da şahıs merci değil hizmetkârdır: 62, 63, 64

26-Risale-i Nur, vehbî ve ilhamîdir: 65 ilâ 69

27-Risale-i Nur’a işarî beşaretlerle verilen ehemmiyetin sebebi ve ibare ve ifadelerinin bediiyeti: 70 ilâ 75

28-Rivayetlerde müceddidiyete ehemmiyet verilmesinin sebebi, iman itibariyle olduğu: 76 ilâ 81

29-Dar ve geniş nokta-i nazarlarını iltibas etmek: 82, 83

30-Geniş siyaset dairesinde gelecek zâtın bazı vazife ve hususiyetleri: 84

31-Cehcah: 86 ilâ 87

(Risale-i Nur Külliyatı’nda mevzu ile alâkalı parçaların tamamını görmek isteyenler için, me’haz kitapların isim ve sayfa numaraları verilmiştir. Me’haz kitaplar, Envâr Neşriyat’ın son baskılarıdır.)

İNDEKS


Allah Allah diyen kalmayacak: 3

Alnında okunacak: 5 (Bk: hâzâ kâfurun)

Anarşiliğe bir sed:36

Ankara’ya celb: 11

Ararat Dağı: 54

Bedi’: (Bk: ibareleri bedi’)

Bediüzzaman lakabı: 73

Birinci vazife: 22

Cehcah: 86

Celcelûtiye: 75

Dershane-i Nuriye açmak: 41

Dikilitaş’ta: 11

Ehl-i dünya: 81

Eli bir su ile: 5

Eli delinecek: 11

Fütuhat: 17

Fütuhat az: 83

Geniş daire: 17

Hâzâ kâfirun: 11 (Bk: alnında okunacak)

Hidayet edici: 22

İbareleri bedi’: 73

İ’caz-ı Kur’anı beyan et: 54

İki dehşetli: 52

İman hizmeti yeter: 81

İmana nisbeten: 81

İmanî hakaikteki tecdid: 78

İstikbalde bir ışık: 8

Kudsiyet: (Bk: me’hazin kudsiyeti)

Me’hazin kudsiyeti: 58

Mehdi seyyid olacak: 84/1

Mehdi telakki ediyorlar: 22

Mehdi’nin en has ordusu: 84/2

Mehdisi: 27

Merci: 28

Minare kadar: 5

Müçtehidler de olsalar: 61

Müteşabihat: 1

Sedd-i Ku’anî: 52

Siyaset âleminde: 8

Siyaset-i diniye: 78

Son mu’cize-i maneviye: 31

Son ordusu: 50

Şahsi dükkân: 60

Şam demişler: 4

Şapka giyer: 11

Şeâirlerin kırılmasıyla: 49

Te’vil: 2

Te’villeri mutabık: 7

Tuğyan: 45

 

1 Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet onu bozamaz.

2 Burada geçen şerh ve izah şekli, Envar son baskı Kastamonu Lâhikası sh:56 p.2’de açıkça beyan edilmiştir.

3 Mehdinin Seyyid olacağı müteaddid sahih hadislerde geçer. Bak: Ebu Davud 35/4, Tirmizi 31/52 İbn-i Mace 36/34

4 Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zât, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevi gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık