DERSLER / TAHŞİYELER

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِنَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

TARİHÇE-İ HAYAT 325-326. SAYFANIN TAHŞİYESİ- İnsanlar arasındaki münasebetlerde istikamet – İstiğna hakikati

Kastamonu'da Bedîüzzaman'a sekiz sene hizmet eden Mehmed Feyzi ile kıymetdar bir Nur talebesi olan Emin'in bir mektubudur

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ رَسَائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَ الْمَكْتُوبَةِ

Çok sevgili, çok kıymetdar, çok müşfik Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

Evvelâ: Leyle-i Mi'racınızı tebrik eder, ellerinizden öper, kusurumuzun afvını rica ederiz.

Üstadımızın tercüme-i halini merak edenlere deriz ki:

Kur'an-ı Hakîm otuzüç âyâtının i'cazkâr işaretiyle, İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu Celcelutiye ve Ercuze'sinde kerametkâr delalatıyla, Gavs-ı A'zam Kuddise Sırruhu beşaretkâr beyanatıyla, Üstadımızın hakikî terceme-i halini ve Risale-i Nur'un hakikî mahiyetini beyan etmişler.

Üstadımızın şahs-ı manevîsini bilmek isteyenler, Risale-i Nur'un İşarat-ı Kur'aniye ve Keramat-ı Aleviye ve Keramat-ı Gavsiye risalelerini ve Risale-i Nur'un sair eczalarını dikkatle tetebbu' etmeleri lâzımdır. Yalnız bizim, Üstadımız hakkındaki kanaat-ı kat'iyyemiz şudur ki: İsm-i Nur ve İsm-i Hakîm'e mazhariyetle, Kur'an-ı Hakîm'in hazinesinden nail olduğu hakaik ve maarifi, tahdis-i nimet maksadıyla beşere ilân eden bu allâme-i zîfünun Bedîüzzaman Hazretleri, ahlâk-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm ile tahalluk etmiş, nefis ve heva berzahlarından geçmiş, mekârim-i ahlâkın en mümtaz ve müstesna bir timsal-i mücessemi olarak bu asırda bulunmuş. Şimdiye kadar bütün hayatında şâyan-ı hayret bir ulüvv-ü himmet ve sekinet ve iffet ve mahviyet içinde yaşamış. Gına-yı kalbi, tevekkül ve kanaatı hârikulâde; maişet ve kıyafeti pek sade ve mekârim-i ahlâkı pek fevkalâde; dünyaya zerre kadar meyil ve muhabbet etmez.

Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta muhafaza etmiş ki; aslâ kimseye arz-ı iftikar etmemek, hayatının en mühim bir düsturu olmuştur. Dünya kendilerine teveccüh etmişse de, ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız; emr-i maaşta Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder; sadaka, zekat ve hediyeleri almaz. Yakînen biliyoruz ki; Kastamonu'da bulundukları zaman, oturdukları evin icarını vermek için yorganını sattılar da, yine hiç bir suretle hediye kabul etmediler.1

Hem Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan aslâ hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: "Tekellüf, şer'an ve hikmeten fenadır; çünki tekellüf sevdası, insanı hadd-i marufu tecavüze sevkeder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane bir tezahür ve tefahur tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlası zedeler."

Hem Üstadımız, gayet mütevazidir. Tefevvuk ve temeyyüz daiyelerinden, şöhret sevdalarından ziyadesiyle sakınırlar.2 Kendilerine mahsus safî meşrebi, o gibi can sıkacak şeylerden âlîdir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülayemetle uhuvvetkârane bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. Mübarek yüzlerinde, mehabet ve beşaşetle karışık bir nur-u vakar lemaan eder. Heybetle beraber âsâr-ı üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar. Fakat bazan tecelliyatın muktezası olarak mehabet ve celal nazarı o derece tezahür eder ki, artık o zaman yanında bulunup da söz söylemek isteyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek istediği anlaşılmaz. Bu âcizler, çok defa bu hali müşahede ettik.

Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat söylediğini veciz söyler; her halde düstur-u hikmet olarak pek manidar ve pek şümullü birer câmi'-ül kelimdirler.3

Üstadımız ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâliktir ki, hattâ kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene; "Hâşâ, bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zât, böyle söylemez." buyururlar.4

Burada ehemmiyetli bir seciyeyi nazara almak gerektir. Yani, bir kişiye ve bilhassa Nur dairesinde bir şahsa veya hizmet ehline gösterilen alaka, maddî ve manevî muavenet ve himayet yalnız rıza-yı İlahi için olmalıdır. Yoksa gösterilen himayet ve muavenet sebebiyle hizmet dairesinde sözü geçer ve hatırı sayılır olmak gibi hal ve temayüller göstermek ve hizmet ehlini kitabi delillere dayanmadan istikametlendirici tavırlar takınmak Nur’un mesleğine ters düşer. Hakiki sadakatlı hizmet ehli de öyle şahıslardan uzaklaşmaya mecbur olur. Bu hakikati güzel bir teşbih ile anlatan Hazret-i Üstad diyor ki:

“Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelbde hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün'im-i Hakikî'den bütün bütün gafletine sebeb olur. Binaenaleyh vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikî'den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tahir olsun. Çünki hükümler, hadler günahları afveder. Ve beyn-en nâs tahkir darbesini, gaflete keffaret olarak yemiştir.” Mesnevi-i Nuriye (71)

Evet muavenet edilen ve himayet gören kişi böyle bir yardımı istemez ve beklemez. Muavenet edildiğinde dahi, kedi misali gibi müstağniyane durur ve tabasbus etmez. Çünkü muavenet ve himayet etmek de edilmek de hepsi Allah’ın ihsanı hem de imtihanıdır. Yani iyilik eden kişi bu iyiliği kendinden bilirse bu gafletli haliyle imtihanı kaybetmiş olur. İyilik gören kişi de bu iyiliği iyilik yapan şahıstan bilip Allah’a şükran yerine şahıslara minnettar olursa esbab gafletinde kalıp veya tama’ zilletine düşüp, o da imtihanı kaybeder. Bu fitne asrında böyle gafletli haller çok yaygınlaştığından istiğna düsturu esas alınmalıdır. Bu meseleye bakan Üstadın bazı beyanları:

“Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu' ve temelluktan beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en a'lâ baklavasını yemek, en murassa' libasını giymek ve onların hatırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.” Mektubat (14)

“Birinci Söz'de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün'im-i Hakikî'ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder.” Mektubat (14)

“Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lafzı işaret eder. Yani "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur." Sözler (371)

“Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet, rahmet-i İlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir.” Lem'alar (134)

“O muktesid ihtiyar demiş ki: "Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım. Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam." Sonra, Hâtem-i Tâî'den sormuşlar:

"Sen kendinden daha civanmerd, aziz, kimi bulmuşsun?" Demiş: "İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmerd gördüm." Lem'alar (142)

“hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekata da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez.” Lem'alar (150)

“Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zât, atını beni gezdirmek için vermiş, ben de rahatsızlığım için teneffüs kasdı ile, ekser günlerde, yazda bir-iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitab vermeye söz vermiştim. Tâ, kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim.” Lem'alar (259)

“Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garib olsa, o sadaka-i maneviyenin sevabını çok ziyadeleştirir. İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Tâ ki o hizmeti, lillah için olsun. Hem bir şartı da sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.” Şualar (479)

“Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti safî ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum "Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?" Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir.” Barla Lahikası (200)

Ayrıca (Bakınız: İstiğna ve İstiğna Düsturu Derlemeleri)

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık