3059- RİSALE-İ NUR رسالهءِ نور : Nur risalesi (Bak: Nur). Kur’anın i’caz-ı manevisinin tefsiri olup, Bediüzzaman Said Nursî hazretleri tarafından 1920-1960 seneleri arasında telif edilmiş olan eserlerin ismidir. (Bak: Bediüzzaman)
Risale-i Nur isminin verilişi eserlerinde şöyle ifade edilir: “Kur’an-ı Kerim’in feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim. Hakikaten Kur’an’ın nuruna istinad edildiği için bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlahî olduğuna bütün imanımla kaniim.” (Ş.496)
Bir atıf notu:
-Risale-i Nur ve Nurculuk isimlerinin bir izahı, bak: 2897/1.p.
3059/1- Risale-i Nur’un Barla’da başlayan te’lifi ve o devrin çok ağır tahakküm ve istibdadı, Bediüzzaman Hz.nin Tarihçe-i Hayatı’nda şöyle beyan ve tasvir ediliyor:
“Barla, ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatının te’lif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, Millet-i İslâmiyenin hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalalet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’andan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulu’ ettiği beldedir. Barla, rahmet-i İlahiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lütf-u Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm Milletinin evladları ve âlem-i İslâm hakkında, hayat ve mematlarının, ebedî saadetlerinin medarı olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir.
Bediüzzaman Said Nursî; Barla nahiyesinde daimî ve çok şiddetli bir istibdad ve zulüm ve tarassud altında bulunduruluyordu. Barla’ya nefiy sebebi ise; kalabalık şehirlerden uzaklaştırıp, böyle hücra bir köye atılarak ruhunda mevcud hamiyet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani olmak, onu konuşşturmamak, söyletmemek, İslâmî imanî eserler yazdırmamak, âtıl bir vaziyete düşürüp dinsizlerle mücahededen ve Kur’ana hizmetten men’etmek idi. Bediüzzaman ise, bu planın tamamen aksine hareket etmekte muvaffak oldu; bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur’an ve iman hakikatlarını ders veren Risale-i Nur eserlerini te’lif ederek perde altında neşrini temin etti. Bu muvaffakiyet ve bu muzafferiyet ise; çok muazzam bir galibiyet idi. Zira o pek dehşetli dinsizlik devrinde, hakikî bir tek dinî eser bile yazdırılmıyordu. Din adamları susturulup, yok edilmeğe çalışılıyordu. Dinsizler, Bediüzzaman’ı yok edememişler, uyuşmuş kalb ve akılları ihtizaza getiren İslâmî ve imanî neşriyatına mani olamamışlardı. Bediüzzaman’ın yaptığı bu dinî neşriyat, yirmibeş senelik eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak devrinde hiçbir zatın yapamadığı bir iş idi.
Bediüzzaman, Barla’ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiştir. Bu tarihler, Türkiye’de yirmibeş sene devam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-yı faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, “İslâmî şeairleri birer birer kaldırarak İslâm ruhunu yok etmek, Kur’anı toplatıp imha etmek” planlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’anı imha etmesini intac edecek bir plan yapalım” demişler ve bu planı tatbike koyulmuşlardı. İslâmiyeti yok etmek için, tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür.
Evet altıyüz sene, belki Abbasiler zamanından beri yani bin seneden beri Kur’an-ı Hakîm’in bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk Milletini, bu vatan evladlarını, İslâmiyetten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyordu. Bu vâkıa cüz’î değil, küllî ve umumi idi. Milyonlarca insanın hususan gençlerin ve milyonlar masumların, talebelerin imam ve itikadlarına dünyevî ve uhrevî felaketlerine taalluk eden çok geniş ve şümullü bir hâdise idi. Ve kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının ebedî hayatlarıyla alâkadardı. O zaman ve o senelerde, bin yıllık parlak mazinin delalet ve şehadetiyle, Kur’anın bayraktarı olarak en yüksek bir mevki-i muallayı ihraz etmiş bulunan kahraman bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mazisi ve o mazide medfun muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebelere unutturulmaya çalışılıyor ve mazi ile irtibatları kesilerek birtakım maskeli ve sûreta parlak kelâmlarla iğfalatta bulunularak, komünizm rejimine zemin hazırlanıyordu!
İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakki ve medeniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edip ve feylesofların fikir ve ideolojileri, gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve manen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında, Kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması; örf-âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek planları vardı ve bu planlar maalesef tatbik sahasına konmuştu!
3059/2- İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin, Risale-i Nur’la Anadolu’daki hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesine cansiperane çalışan bir fedai-yi İslâm olarak başladığı seneler ki, zemin yüzünün görmediği pek dehşetli bir dinsizlik devrinin başlangıcı ve teessüs zamanı idi. Bunun için Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la hizmetine nazar edildiği vakit, böyle dehşetli bir zamanı göz önünde bulundurmak icab eder. Zira tarihte emsali görülmemiş bu kadar ağır şerait tahtında yapılan zerre kadar hizmet, dağ gibi bir kıymet kazanabilir; ufacık bir hizmet, büyük bir değeri ve neticeyi haiz olabilir! İşte Risale-i Nur böyle dehşetli ve ehemmiyetli bir zamanın mahsulü ve neticesidir. Risale-i Nur’un müellifi, yirmibeş senelik din yıkıcılığının hükmettiği dehşetli bir devrin cihad-ı diniye meydanının en büyük kahramanı ve tâ kıyamete kadar Ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) Dar-üs Selâm’a davet eden ve beşeriyete yol gösteren rehber-i ekmelidir. Ve hem Risale-i Nur, Kur’anın elmas bir kılıncıdır ki, zaman ve zemin ve fiiliyat bunu kat’iyetle isbat etmiş ve gözlere göstermiştir. İşte öyle elîm ve feci ve dehşetli bir devri ihdas eden dinsizlerin icraatı olan pek ağır şartlar dahilinde Bediüzzaman’ın inayet-i Hak’la te’life muvaffak olduğu Risale-i Nur eserleri, dinsizliğin istilasına karşı, yıkılması gayr-ı kabil olan muazzam ve muhteşem bir sed teşkil etmiştir. Risale-i Nur; maddiyyunluk, tabiiyyunluk gibi dine muarız felsefenin muhal, bâtıl ve mümteni’ olduğunu; cerhedilmez bürhanlarla, aklî mantikî delillerle isbat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam etmiştir. Küfr-ü mutlakı mağlubiyete dûçar etmiş, dinsizliğin istilasını durdurmuştur.
Evet Bediüzzaman’a yapılan o tarihî zulüm ve işkence ve ihanetler altında feveran edip parlayan Risale-i Nur, bu zamanda ve istikbalde bir seyf-ül İslâmdır. Risale-i Nur; ruhların sevgilisi, kalblerin mahbubu, âşıkların maşuku, canların cananı olmuş; icabında bu canan için canlar feda edilmiştir. Risale-i Nur; beşerin sertacı ve halaskârı mevki-i muallasında hizmet yapmış ve yapmaktadır. Risale-i Nur, Kur’anın son asırlarda beklenen bir mu’cize-i manevîsi olarak tulu’ etmiş ve başta müellifi Bediüzzaman Said Nursî olarak milyonlarla talebeleri ve kardeşleri, bu hakikat-ı Kur’aniye etrafında pervaneler gibi dönerek onun nuruyla nurlanmışlar, ondaki Kur’an ve iman hakikatlarını massetmişler (emmişler), imanlarını kuvvetlendirmişler ve bu hakikat-ı kübrayı bütün dünyaya ilan etmek ve ölünceye kadar onu okumak ve ona hizmet etmek gayesini azmetmişlerdir.
Evet Türk Milletini ve bu vatan ahalisini ve âlem-i İslâmı ebede kadar şerefle yaşatacak ve mazide olduğu gibi istikbalde de, tarihin altın sahifelerine, Kur’an ve İslâmiyet hizmetinde âlem-i İslâmın pişdarı ve namdar kumandanı olarak kaydettirecek medar-ı iftiharı Risale-i Nur’dur. Büyük bir vüs’at ve külliyeti taşıyan ve Anadolu’da ve İslâm Âleminde zuhur edip her tarafta hüsn-ü kabule ve tesire mazhariyetle gittikçe inkişaf ve intişar eden bu eser; Kur’anın malıdır, âlem-i İslâmın ve ehl-i imanın malıdır ve bu vatan ahalisinin İslâmî bir medar-ı iftiharıdır. Bu memlekette hükmeden bir hükümetin nokta-i istinadı, hem aynı zamanda bütün dünyaya duyuracağı muazzam hakikatlar manzumesidir ki, inşaallah bir zaman gelip radyo ile bütün âlemlere ders verilecek ve ilan edilecektir.
Evet dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üçyüz yıl evvel âlem-i beşeriyete doğmuş olan güneşin bir in’ikasıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan lem’alarından birisidir ve beklenilen son mu’cize-i münevîsidir!
Yalnız maneviyat sahasında değil, zahiren ve maddeten dahi tesirini göstermiştir.” (T.H. 151-156)
3060- Nur Risalelerinde bütün Kur’an âyetleri değil, devrin ihtiyacına cevap veren, imanî hakikatları anlatan âyetler tefsir edilmiştir. Eserin yegâne istinadgâhı Kur’andır. Mehmed Akif Ersoy’un:
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.
beytiyle ifade ettiği idealini, Nur müellifi tahakkuk ettirmiştir. Risale-i Nur 1957 senesinden beri matbaalarda muhtelif defalar basılarak neşredilmiştir ve edilmektedir.
Daha has bir tarifle Risale-i Nur; Bediüzzaman Said Nursî’nin “Yeni Said” devresinde yazdığı eserlerinin hepsine birden verilen isimdir. “Eski Said” devresinde yazdığı eserlerinin de bir kısmını sonradan bizzat kendisi Risale-i Nur’a dahil etmiştir. Bazı mektublarında buna dair beyanları vardır. Ezcümle Kastamonu Lahikası’ndaki bir mektubunda şöyle diyor:
“Bu günlerde Salahaddin’in İstanbul’dan getirdiği Habbe, Katre Şemme, Hubab gibi Arabî risalelere baktım. Gördüm ki: Yeni Said’in doğrudan doğruya harekât-ı kalbiyesinde müşahede ettiği hakikatlar, Risale-i Nur’un çekirdekleri hükmündedir. Zaten bunlar hem Şule ve Zühre, Risale-i Nur’un Arabî parçalarıdır. Onlar, doğrudan doğruya benim nefsimin dersi olduğu için, Arabî ve kısa ibarelerle ifade edilmiş, başka adamlar nazara alınmamış. O zaman başta Şeyhülislâm ve Dar-ül Hikmet azaları ve İstanbul’un büyük âlimleri, tahsin ve takdirle karşıladılar. Bunlar Yeni Said’in eserleri olduğundan, Risale-i Nur’un eczalarıdır. Eski Said’in ise, Arabî risalelerinden yalnız İşarat-ül İ’caz, Risale-i Nur’da en mühim bir mevki almış.
Hem her iki Said’in iştirakiyle, birtek Ramazan’da iki hilal ortasında te’lif edilen ve kendi kendine, ihtiyarım haricinde bir derece manzum şeklini alan ve İşarat-ül İ’caz kıt’asında elli-altmış sahife bulunan Türkçe olarak Lemaat namındaki risale dahi Risale-i Nur’a girebilir. Maatteessüf bir nüsha elde edemedim. Herkesin hoşuna gittiği için, matbu’ nüshaları kalmamış.
Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulu-nan gayr-ı matbu’ Ta’likat’tan süzülen i’cazlı bir îcaz-ı hârikada, müdakkik ülemaları hayret ve tahsinle dikkate sevkeden matbu’ “Kızıl İcaz” namındaki risale-i mantıkıye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm. Fakat çok derindir. Bu günlerde Feyzi’ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak.” (K.L. 139)
Risale-i Nur’a dahil edilen eski eserlerinin külliyattaki yerlerini de şöyle gösteriyor:
“Madem Arabîce 64’e girdik, işaret-i gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rumi tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve te’hir edilen risaleler kalmış. Meselâ: “Otuzuncu Mektub” ve “Otuzikinci Mektub” ve “Otuzikinci Lem’a”lar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said’in en mühim eseri ve Risale-i Nur’un fatihası, Arabî ve matbu olan İşarat-ül İ’caz tefsiri, Otuzuncu Mektub olacak ve olmuş. Eski Said’in en son te’lifi ve yirmi gün ramazanda te’lif edilen, kendi kendine manzum gelen “Lemaat Risalesi”, Otuzikinci Lem’a olması ve Yeni said’in en evvel hakikattan şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şu’le ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua “Otuzüçüncü Lem’a” olması ihtar edildi: Hem “Meyve” “Onbirinci Şua” olduğu gibi, “Denizli Müdafaanamesi” de, “Onikinci Şua” ve hapiste ve sonra “Küçük Mektuplar Mecmuası” “Onüçüncü Şuâ” olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiblerine havale ediyorum.” (E.L.I. 42)
3061- Bediüzzaman Hazretlerinin 1928 harf inkılabına kadar olan te’lifatının büyük çoğunluğu, o zamanki matbaalarda basılarak neşredilmiştir. Sonraki te’lifatının ekseriyeti de, yeni harflerle 1957’den beri matbaalarda basılarak neşredilmektedir. Bu eserlerinin bir kısmı ciltli kitaplar halinde, bir kısmı da cep kitapları şeklindedir. Ciltli kitap halinde olanlar şunlardır: Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Barla Lahikası, Kastamonu Lahikası, Emirdağ Lahikası, İşarat-ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye.
Son ikisinin aslı Arabça olup, kardeşi Abdülmecid Efendi tarafından yapılmış tercümeleri neşredilmektedir. Bir de Bediüzzaman Hazretlerinin hayatına dair yakın talebeleri tarafından yazılmış Tarihçe-i Hayat eseri bu meyanda zikredilebilir. Bu ciltli kitaplardan alınarak tertib edilen ciltli iki kitap daha vardır: Asa-yı Musa ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî.
Küçük cep kitabı olarak neşredilen ve ciltli kitaplardan alınmamış eserleri ise şunlardır: Hutbe-i Şamiye, iki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Münazarat, Muhakemat, Sünuhat, Tuluat, İşarat, Nurun İlk Kapısı, Nur Âleminin Bir Anahtarı.
3062- Gerek mecmua şeklinde birarada gerekse müstakil olarak neşredilen bu risalelerden bazılarına hususi isimler de verilmiştir. Tesbit edebildiklerimiz şunlardır:
Türkçe Risaleler:
Âyet-i Feth Risalesi,
Âyet-i Hasbiye Risalesi,
Âyet-ül Kübra Risalesi,
Bismillah Risalesi,
Elhüccet-üz Zehra Risalesi,
Es’ile-i Sitte Risalesi,
Esma-i Sitte Risalesi,
Fihriste Risalesi,
Hakikat Çekirdekleri Risalesi,
Hastalar Risalesi,
Haşir Risalesi,
Hikmet-ül İstiaze Risalesi,
Hutbe-i Şamiye Risalesi,
Hutuvat-ı Sitte Risalesi,
Hücumat-ı Sitte Risalesi,
İçtihad Risalesi,
İhlas Risaleleri,
İhtiyarlar Risalesi,
İktisad Risalesi,
İşarat-ı Kur’aniye Risalesi,
İşarat-ı Seb’a Risalesi,
İşarat-ı Selase Risalesi,
Kader Risalesi,
Keramet-i Aleviye Risalesi;
Lemeat Risalesi,
Meyve Risalesi,
Mi’rac Risalesi,
Mihhac-üs Sünne Risalesi,
Mirkat-üs Sünne Risalesi,
Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi,
Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi,
Muhakemat Risalesi,
Müdafaat Risalesi,
Münacat Risalesi,
Münazarat Risalesi,
Nokta Risalesi,
Notalar Risalesi,
Nur Âleminin Bir Anahtarı Risalesi,
Nurun İlk Kapısı Risalesi,
Nübüvvet-i Ahmediye Risalesi,
Pencereler Risalesi,
Ramazan Risalesi,
Rumuzat-ı Semaniye Risalesi,
Sünuhat Risalesi,
Şakk-ı Kamer Risalesi,
Şefkat Tokatları Risalesi,
Şuaat-ı Marifet-in Nebi Risalesi,
Şükür Risalesi,
Tabiat Risalesi,
Telvihat-ı Tis’a Risalesi,
Tesettür Risalesi,
Uhuvvet Risalesi,
Zerrat Risalesi.
Arabî Risaleler: Habbe, Hubab (Habab), İşarat-ül İ’caz, Katre, Kızıl İcaz, Lasiyyemalar (El-lasiyyemat), Lem’alar (El-lemeat), Reşhalar (Eş-reşahat), Şemme, Şu’le, Ta’likat, Zerre, Zühre (Zehre).
3063- Risale-i Nur Külliyatı’nda risaleler hakkında verilen bilgilerden bazı örnekler:
“Risalet-ün Nur’un eczaları Sözler namıyla iştihar etmişler Sözler ise, Arabça “Kelimat”tır.” (Ş.699)
İmam-ı Ali (R.A.) meşhur Celcelutiye Kasidesinde “Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hatimesinde mukabil sahifede der:
وَ تِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا ٭ وَ حَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ
1Yani: “İşte Risale-i Nur’un sözleri, hurufları ki onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur.” der. “Hurufların manalarını tahkik et” karinesiyle, manayı ifade etmiyen hecaî harfler murad olmayıp, belki “kelimeler” manasındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ ” (Ş.298)
“Malumdur ki; Risale-i Nur başta otuzüç adet Sözler’dir ve Sözler namıyla yad edilir. Fakat Otuzüçüncü Söz müstakil değil, belki otuzüç adet Mektubat’tan ibarettir. Ve Mektubat namıyla zikredilir. Sonra Otuzbirinci Mektub dahi müstakil değil, belki otuzbir adet Lem’alar’dan mürekkebdir. Ve Lem’alar adı ile müştehirdir. Sonra Otuzbirinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşaallah otuzbir adet Şualar’dan mürekkeb olacak.” (Ş.730)
Görüldüğü gibi bütün risaleler müteselsilen Sözler’den geldiğinden, Sözler ismi bu makamda Risale-i Nur külliyatını ifade eder.
3064- Ençok iman esaslarının izah ve isbatı üzerine duran bu eserler Velayet-i Kübra (Bak: Velayet-i Kübra) yolundan giderek akıl ve kalbi beraber inkişaf ettirir. Meseleleri, teferruatıyla ele almak yerine, kâinata şamil hikmet-i İlahiyenin (Bak: 1304/1, 1305,1318.p.lar) küllî nokta-i nazarıyla izah eder. Okuyucunun mantık ve anlayış seviyesini yükselterek, meseleleri küllî ve isabetli anlama imkânını verir ve ikna kabiliyetini artırır, az söyler çok öğretir.
3065- “Bedüzzaman, eserlerinde hemen bütün büyük müellif ve ediplerden farklı olarak lafızdan ziyade manaya ehemmiyet vermiştir. Manayı, lafza feda etmemiş; lafzı manaya feda etmiştir. Üslûbda okuyucunun bir nevi hevesini nazara almamış, hakikatı ve manayı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir. “ (T.H. 697)
“Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâğa ve îcaz, nazirsiz cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet Bediüzzaman, zatına mahsus bir üslûba maliktir. Onun üslûbu başka üslûblarla müvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir ima veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimlerde birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur’la fazla iştgal etmemiş olanlar birden intikal edemezler.
Büyük şairimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Akif, bir üdeba meclisinde, “Viktor Hügo’lar, Şekspir’ler, Dekart’lar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demiştir.” (S.764)
Bediüzzaman, Lemaat adlı eserinde şöyle der: “Zannımca lafz ve nazım, san’atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması dahi iyidir.” (S.694)
Kur’anın (12:30) (4914) âyetlerinde, bir gramer kaidesi terkedilerek ince bir manaya dikkat çekilmiştir. 1834. p.ta, ihtilaf ve ittifakın fıtrî bir menşei bu suretle gösterildiği anlatılarak, bu gramer kaidesinin terkindeki hikmet izah edilmiştir, o prağrafa bakınız.
İşte bu mezkûr âyetler o tarz ifadesiyle; manayı lafza tercih etmek dersini verdiği, hem lafız ve onun kaideleri manaya âlet olup gaye olmadıklarını ve dolayısıyla da manaya yardım etmeyen şa’şaalı kelâm ve ifadelere kapılmamağa ve aynı zamanda sonsuz hikmet-i İlahiyeden gelen şeylerin hikmetlerine akl-ı beşerin acziyetiyle teslimiyeti gerektiğine bir telmih olduğu ve daha pek çok hikmetlerin bulunabileceği düşünülmelidir.
3066- İşte Risale-i Nur bu tarz üzere gittiği için, lafza ehemmiyet verenlerin nazarında edebî meziyeti tam görünmeyebilir. Bediüzzaman bu hususu belirtirken: “Nur, nar göründüğü gibi, bazan şiddet-i belagat dahi, mübalağa görünür.” (M.475) diyerek Kur’anî beliğ eserlere, Kur’anın belagat nazarıyla bakılması gerektiğini hatırlatır.
3067- Böyle edebî meziyetleri sebebiyledir ki, İmam-ı Ali’nin (R.A.) “Celcelutiye” nam eserinden işarî manada bir istihracında Bediüzzaman şöyle diyor:
“Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır. İbareleri bedi’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerle-rinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş.
Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde, bana verilen Bediüzzaman lakabı benim değildi. Belki Risale-i Nur’un manevi bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim hakiki sahibine iade edilmiş. Demek Süryanice bedi’ manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi, işarî bir tarzda bid’at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedi’liğine münasebettarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına... tahmin ediyorum.” (Ş. 747)
3067/1- Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un bu ulvi meziyet ve hususiyetini, İmam-ı Rabbani Hz.nin bir beyanını naklederek şöyle ifade eder:
“O İmam, ders verirken diyordu:
“Bütün tarikatların en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır.” ve “Birtek mes’ele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.” Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ülemasından birisi gelecek, bütün hakaik-ı imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat edecek” Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki2 o adamım diye, iman ve tevhid bütün kemalat-ı insaniyenin esası, mayesi, nuru, hayatı olduğunu ve 3 تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşi tarikatında hafi zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymetdar tefekkürün bir nevi olmasıdır.” diye talim ederdi.” (Ş.166)
3068- Bediüzzaman Muhakemat eserinin unsur-u belagat kısmında üslûbun ehemmiyetli unsurlarını anlatırken diyor ki:
“Üslûbun esasları üçtür:
Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi...
İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz ve “Es-rar-ül Belâga”sındaki müşa’şa ve parlak kelâm gibi..
Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve ibn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi.. Veyahut şu kitabın mealindeki arabiyy-ül ibare, lasiyyema makale-i sâlisedeki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti şu kitabı üslûb-u âlî’ye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın te’siri cüz’îdir.
Elhasıl: Eğer İlahiyat ve usûl bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.
Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zinet ve parlaklık ve terğib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir. (Bak: 1706p.)
Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen; vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiiliği tekeffül eden ve sadeliği ile cemal-i zatiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.” (Mu. 98) (Bak: Edebiyat)
3069- Bununla beraber Risale-i Nur gibi akla, kalbe ve hissiyata ders veren eserlerden daha iyi istifade edebilmek için, hitabetin güzelliği ile beraber muhatabda da gereken bazı hususiyetler vardır. O hususiyetler ise: Kur’andan alınan o manevi ilaçlara ihtiyacını hissetmek ve kendi manevi hastalıklarının farkında olup izalesini istemek ve bekadan başka hiçbir şeye razı olmayan ve vicdanın derinlerinde bulunan fıtrî aşk-ı bekanın faniyat âleminin boğucu dalgaları içinde vaveylalarını işiterek manevi imdad aramak haletlerinde olmak gibi şartlardır. (Bak: 3252.p.sonu)
3070- Evet Bediüzzaman bir eserinde şöyle der: “Bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevkedemez.” (Ş.61)
“Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebeb gelmiyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, ani ve def’i olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.” (M. 375)
3071- Bediüzzaman, müellifi olduğu ve hayatı boyunca okuyup istifade ettiği eserlerinin manevi ihtiyaçlarına nasıl deva olduğunu anlatırken, sahib olduğu halet-i ruhiyelerinden bir kaçını zikredersek, meselemiz bir derece daha tavazzuh eder. Çünkü eserlerinin bir kısmı, Bediüzzaman’ın kendi ifadesiyle: “Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedir.” (M.356)
3072- İşte hakaik-i imaniyeye şiddetli ihtiyaç duyuran o haletlerden birisi:
“Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla; ve zeval ve fena, ağlattırıcı lehvalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalat ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine, mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-ı cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihete istimdadkârane baktım. Hiç bir teselli, bir meded göremedim. Çünki zaman-ı mazi tarafı, bir mezar-ı ekber; ve müstakbel bir karanlık; ve yukarı birdehşet; ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazin haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm. Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı. Hakikat-ı halin yüzünü gösterdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki ölüm, ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeğe bir nöbettir ve dar-ı saadete gitmeğe bir davettir diye kat’i anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladım.” (Ş.16) diye devam eden bahiste, sırr-ı tevhidin şifakâr nurlarının tafsilatını Nur risalelerine, hususan bu bahsimizde bazı nümunelerini göreceğimiz İhtiyarlar Risalesi’ne havale eder.
3073- Hem yine nebatat ve hayvanat âlemindeki fanilik ve zevalin tahri-batına karşı ruhunun feryadını şöyle tasvir eder:
“Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymetdar san’atta olan zihayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temaşa ettikçe, ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile şekva etmek istiyor; neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?... diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnu’cuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve san’at ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymetdar bir surette icad edildikten sonra, gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp, hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe, kemalâta meftun ve güzelliklere mübtela ve kıymetdar şeylere âşık olan bütün latifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip, bu biçareler musallat olmuş” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar başladığı hengâmda, birden nur-u Kur’an, sırr-ı iman, lütf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti.” (Ş. 13) diye devam eden derste iman ve hikmet-i İlahiye nazarıyla gördüğü manevi ilaçları, böyle haletlerden hissedar olanların nazarına arzeder.
3074- Diğer bir nümune de şöyle:
“Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettim.” (Ş.73) der ve yine devamında iman hakikatlarının, aklı ve kalbi ikna edip hüznünü sürura kalbeden hakikatları beyan eder. (Bak. 104.p.)
3075- Yukarıda bahsi geçen İhtiyarlar Risalesi’ndeki “Ricalar”dan da birkaç örnek görelim. Tafsilatını merak eden, me’haz kitaba bakmalıdır. “İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikinei vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazin ve bir cihette karanlıklı bir halet bana geldi.” (L. 223)
3076- Hem”bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin:
Günde birtaşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber..
dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor ve dünya ile beni kuvvetli bağlıyan ümidlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O manevi ve çok derin ve devasız görünen yaranın merhemini aradım.” (L. 224)
3077- Hem yine “bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar.
Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlıyacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyliyerek dedim:
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp nalan edip düştüm yola tenha garib
Dide giryan, sine biryan, akıl hayran bîhaber.
O vakit gurbette idim. Me’yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim.” (L. 225)
3078- “İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumi’nin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit; ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti, hatta Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, ta medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum...” (L.231)
“İstanbul’da bir-iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfaka dağıtmış...” (L.236)
3079- Hem yine “bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici nurlarına bakmıyarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid ve muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şairin dediği gibi dedim:
“Dil bekası, Hak fenası, istedi mülk-ü tenim
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.”
Me’yusane başımı eğdim; birden (3:173) حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ imdadıma geldi, “Beni dikkatle oku!” dedi. Ben de günde beşyüz defa okudum. Okudukça yalnız ilmelyakîn ile değil, aynelyakîn ile çok kıymetdar envarından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti.” (L. 253) diyerek o inkişaf eden hakikatları beyan eder.
3080- Cihan Harbi’nde Rus’un istilasında harabeye dönen Van vilayetinin hazin manzarasından tahassür ve şiddetli teessürlerin verdiği halet-i ruhiyesine gelen imdad-ı manevîyi ifade ederken de şöyle diyor:
“O yerler boş, harap, halî kalmış diye ağlamaların, Malik-i Hakikisinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve malik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.... Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet nasılki bir demir ateşe sokulur; ta yumuşasın, güzel ve menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de, o hüzünengiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, mezkûr âyetin hakikatiyle, hakaik-ı imaniyenin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.” (L.250)
3081- Daha bu misaller “gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakim’in esrarından manevi ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.” (M. 358) diyen Hz. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un, insanlık dünyasının ve hele bu asır insanlığının ıztırabını çektiği manevi dertlerinin devası olduğunu ilan eder. Hülasa, Risale-i Nur’dan ileri derecede istifade edebilmek için, manevi yaralarını hissedip tedavisine ihtiyaç duymak gerektir. Aksi halde yani dünya emellerine ve hayatına meftun olmuş ve sefahete dalmış veya acz ve fakrını hissetmez bir istiğna ve gurur haletine girmiş veya enaniyet, şan ü şeref hırsı ve siyaset sarhoşluğu içine gömülmüş olanlar, hakaik-i imaniyeyi aklen anlasalar bile vicdanen, kalben ve ruhen tefeyyüz edip hakiki istifade edemezler veya çok noksan ve sathî kalırlar. Bediüzzaman Hz.nin şu ifadeleri şayan-ı dikkattir:
“Bir mevhibe-i ilahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.” (M.70)
“Risale-i Nur, siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor.” (E.L.I.223)
“Evet evet... acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.” (M. 26)
“Hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu’, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor.” (L.44)
Bu misaller hayli çoğaltılabilir.
Bir atıf notu:
-Dini tebliğ, ihtiyaç duyanlara yapılır, bak: 3693,3694.p.lar.
3082- Risale-i Nur külliyatının kıymeti ve mümtaz hususiyetleri hakkında müellifi bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde hayli beyan ve ifadeler vardır. Ezcümle:
“Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaikı; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.
3083- Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-ü ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir alleme; kırk-elli sahifede, meşhur “Mukaddemat-ı İsna Aşer”namıyla “Telvih” nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, Kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?
3084- Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keş-fedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Aziimüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkilküşa ve o muamma-yı hayretnüma, Yirmidördüncü Mektub ve Yirmidokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve akıbetinin muammasını ve tahavvülat-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir. (Bak: 1305.p.)
3085- Hem sırr-ı ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i rububiyeti; hem nihayet-siz kurbiyet-i İlahiye ile, nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayretengiz hakikatları kemal-i vuzuh ile Onaltıncı Söz ve Otuzikinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i ilahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i a’zamdan umum ziruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-ı kâinatta müdahalesi imtina’ derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub’daki وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ kelimesi beyanında ve üç temsili havi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.
3086- Hem hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zeka-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitab yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikın ekseriyet-i mutlakası dekaikıyla zuhuru; doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevisinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.” (M.372)
Evet “Resail-in Nur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” (K.L.210)
3087- “Sözler hakkında tevazu’ suretinde demiyorum; belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: Sözlerdeki hakaik ve kemalat, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hatta Onuncu Söz, yüzer ayat-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben faniyim, gideceğim; elbette baki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı.
Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerini gelmiyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yı Kur’anın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itiraza ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı. Hem madem örf-i nâsda, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menba’ı zannettikleri müellifin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-ı âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremiyen şahsiyetime mal etmek hakikata karşı büyük bir haksızlık olduğu için; risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak, Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.” (M. 369)
3088- “Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş; yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:
“Üstad-ı hakiki Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevi ve ilmî mücahedeye mecbur etti.
Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlana Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbani (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş.” (M.N. 7) (Bak: 3253.p.)
3089- “Sahabelerden ve Tabiîn ve Tebe-i Tabiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifade eder.
Evet, zahirden hakikata geçmek iki suretledir:
Biri: Tarikat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikata geçmektir.
İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek hakaik-ı Kur’aniyeden tereşşüh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler.” (M.356) (Bak: Velayet-i Kübra)
3090- “Risale-i Nur Kur’anın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir.” tekrar ile dediğimizden, bazı dikkatsizler tam manasını bilemediğinden bir hakikatı beyan etmeğe bir ihtar aldım. O hakikat şudur.
Tefsir iki kısımdır: Birisi: Malum tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler.
İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur; doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevi tefsirdir.” (Ş.515) (Bak: Tefsir)
3091- Hem Kur’an (2:129, 151,269) âyetlerinden istifaza ile “Risale-in Nur’un müstesna bir hassası, ism-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayinesinde İsm-i Hakem Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmete-i Kur’aniyedir.” (Ş. 700)
3092- Hem “Risale-i Nur, hükema ve ülemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’an’ın bir i’caz-ı manevisiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş.” (M.N.8)
3093- “Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok mütalaa eden bir kısım zatlar taraflarından soruldu: “Risalet-in Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”
Elcevab: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ülemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu def’edemiyorlar.
Risalet-in Nur ise, Kur’an’ın bir manevi mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar..
3094- Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-ı imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” (K.L: 11)
3095- Bu zamandaki dehşetli dinsizlik cereyanlarına karşı Risale-i Nur’un en isabetli ve muvaffakiyetli eserler olduğunu beyan eden Bediüzzaman, bu sebeble Nurcuların münhasıran Risale-i Nur’la hizmet ettiklerini ifade eder ve bunu elzem görür.
Ezcümle bir mektubunda şöyle diyor: Bazı kimseler “diyorlar: “Said, ya-nında başka kitabları bulundurmuyor. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî’yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.” İşte bu acib manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zendekadır; fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.
Buna karşı deriz ki: “Haşa, yüz defa haşa!... Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlıyan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mesleği ehl-i dalaletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.
3096- Fakat onların zamanında bu dehşetli zendeka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allame ve müçtehid zatların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede isti’mal ettikleri silahlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden; Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silahları bulduğu için, o mübarek ve kudsi zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum onların merci’leri ve menba’ları ve üstadları olan Kur’an, Risale-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nurani eserlerden de istifade etsek.
3097- Hem Risale-i Nur şakirdlerinin yüz mislinden ziyade zatlar, o kitablarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa haşa ve kella! O kudsi üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat herbirimizin birer kafası, birer eli, birer dili var, karşımızda da binler mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silah, mitralyoz gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.” (K.L. 182)
3098- “Gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur Talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için seytanî planlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. Şu malumatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. (Bak: 2905.p.) Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar. Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki; bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teşvik ve o dessas münafıkların maksatlarının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hasıl ediyor. Fesübhanallah! Hatta öyle Nur Talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl halis niyet ve kudsi gayeden sonra -bir sebeb olarak da- münafıkların mezkûr planlarının inadına, rağmına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.” (T.H. 690)
3099- Bediüzzaman bir hocaya (dolayısıyla da bütün hocalara) bu zamanda Risale-i Nur’la dine hizmet etmeyi tavsiye ederken diyor ki:
“Zatınız gibi metin ve imanlı ve hakikatlı zatlar Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünki bu asırda Risale-i Nur, bütün tehacümata karşı mağlub olmadı. En muannid düşmanlarına da, serbestiyetini resmen teslim ettirdi. Hatta iki seneden beridir büyük makamatlar ve adliyeler, tedkikat neticesinde, Risale-i Nur’un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-ı mahrem bütün eczalarını sahiplerine teslime karar verdiler.
Risale-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmıyarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu isbat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususi ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet; veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve te’vilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.
Madem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir iman var; tam bir ihlas ve tam bir mahviyetle, sebatkârane Risale-i Nur’a şakird ol. Ta binler, belki yüzbinler şakirdlerin şirket-i maneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Ta senin hayırların, iyiliklerin cüz’iyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret olsun.” (E.L.I.63)
3100- Bediüzzaman, Risale-i Nur dairesinde bulunan ilim sahibi hocalara da şöyle diyor:
“Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hatta yazılan risalelerek arşı muaraza ister.
Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetinin tenzilini arzu eder, ta ki kendi mahsulat-ı fikriyesi onlara yetişsin onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyormu ki:
“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allame ve müctehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler taksim-ül a’mal kaidesiyle, herbirimiz bir va-zife deruhde edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!... “ (M.395)
Yukarıda gayet mücmel olarak geçen (şerh ve izah) ifadesinin hududu ve şekli, Kastamonu Lahikası’nda açıkça beyan edildiği gibi, Risale-i Nur’un bazı yerlerinde de tafsilat vardır. Risale-i Nur’un mücmel yerlerini yine Risale-i Nur’la izah etmek, Risale-i Nur’da bir kaidedir. İşte Bediüzzaman Hazretleri izah şekli hakkında gayet açık olarak şöyle diyor:
“Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi’ edilmiş tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki; bu sene çok defa ihtar edilen hakikatları kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım. Evet Risale-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur’an kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hakeza... mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-ı âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.” (K.L. 56)
3101- Evet Risale-i Nur eserleri bu zamanın ihtiyaçlarına cevab olarak yazılmıştır. Bu zaman ile eski zaman arasında büyük farklar vardır. Zira “eski zamanda esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruatta, ariflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve enkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahim olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir şu’lesini; acz ve zaafıma, fark ve ihtiyacıma merhametten hizmet-i Kur’an’a ait yazılarıma ihsan etti.
Felillahilhamd sırr-ı temsil dürbiniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle hakaik-ı gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hatta nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.
Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve te’sir bulunsa, ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemeatındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur’anındır.” (M. 376) (Bak: Temsil)
3102- “Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalalete mukabil Risale-i Nur mağlub olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çekmekle ve sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok biçare gençleri ve insanları hakaik-ı imaniyeden mahrum bırakıyorlar. Halbuki en şiddetli hücum ve en gaddarane muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeğe çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği birtarzda Risale-i Nur’un intişarı hatta çoğu el yazması ile altıyüz bin nüsha risalelerinden kemal-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemal-i iştiyak ile kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebeb nedir?” diye bu mealde çok usallere karşı elcevab deriz ki:
Kur’an-ı Hakim’in sırr-ı i’cazıyla hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir manevi Cehennem’i dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevi bir Cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevi elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde, Cennet lezaizi gibi manevi lezzetler bulunduğu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenlerini, -o cihetle- aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünki bu zamandaki iki dehşetli hal var.
3103- Birincisi: Akıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yeganesi; aynı lezzetinde elemi gösterip hissini, mağlub etmektir. Ve (14:3) يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ âyetinin işaretiyle; bu zamanda âhiretin elmas gibi ni’metlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yeganesi, dünyada dahi Cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki; Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalaletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında Cenab-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra ve Cehennem’in vücudunu isbat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yolu ile ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenab-ı Hak Gafur-ur Rahim’dir., hem Cehennem pek uzaktır.” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlub olur. İşte Risale-i Nur ekser müvazeneleriyle küfür ve dalaletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevkeder.” (H.Ş.7) (Bu parağrafta geçen “fenden gelen dalalet” ifadesinin izahı için, “Biyoloji” kelimesine bakınız.)
3104- “Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumi olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-ı imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inadçılar firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin. İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mucizülbeyan’ın bir mucize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur, pek çok müvazenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’anın elmas kılıncı ile kırıyor ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlarına hüccetleri, delilleri gösteriyor.” (H.Ş. 15)
3105- “Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cenet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşıyamaz, fakat meyvesiz yaşıyabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut ta kırk seneye kadar bir seyr-i sülûk ile bazı hakaik-ı imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil!
3106- İşte otuzüç adet Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz hey’et-i İslâmiyeye en nafi’ bir nur ve dalalet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’anın manevi lemeatından olan malum Sözler’i, şu dalalet zendekasına bir tiryak hasiyetini vermiş tasavvurundayım.” (M.23)
Risale-i Nur ulûm-u âliye denen gramer, sarf-nahiv gibi ilimleri tahsil etmeden; ulûm-u âliye denen iman, marifetullah ve hikemiyat-ı İlahiye gibi yüksek ve esas teşkil eden ilimlere az zamanda isal eder. (Bak: 3666/5.p.)
3106/1- Bediüzzaman Hazretleri, âhirzamanda gelip fesadı izale edeceği rivayetlerde müjdelenen zatın kendisi olduğu yolundaki has şakirdlerinin kanaatlarının daima Risale-i Nur ve şahs-ı manevîsi hakkında doğru olduğunu beyan ederek, kendini nazara vermekten çekinmiştir. Ezcümle, mevzu ile alâkalı bir mektubunda şöyle diyor:
“Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Azam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikattan anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.” (S.T: 9) Daha geniş tafsilat için 2300/1-2305.p.lara bakınız.
3107- Risale-i Nur’un resmen neşredilmesinin lüzumu:
“Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevi bir halaskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevi belayı def’etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevi istilasına karşı Risale-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamların izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmıyan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi; âlem-i İslâmın ve Asya kıtasının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.
Bu memleketin vatanperver siyasileri çabuk aklını başına alıp, Risale-i Nur’u tab’ederek resmi neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.” (E.L.I.102)
3108- Evet “bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için beş esas lâzım ve zaruridir. Birincisi: merhamet. İkincisi: hürmet. Üçüncüsü: emniyet. Dördüncüsü: haram ve helalı bilip haramdan çekilmek. Beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası te’min edip, asayişin temel taşını tesbit ve te’min eder.” (K.L.241)
Bir atıf notu:
-Risale-i Nur’un müceddidiyeti, bak: 2690/1.p.