3217- SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) سعيد نورسى : (Bak: Bediüzzaman)
Ansiklopedik İslâm Lügatı, Said Nursî hakkında şu bilgiyi veriyor:
“Büyük İslâm âlimi ve müceddidi. 1876’da Bitlis’in Hizan kazasının İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde doğdu. Babası Sofi Mirza Efendi, annesi ise Bilkan köyü eşrafından Nuriye Hanım’dır.
3218- İlk tahsiline Tağ medreselerinde başladı. Bitlis, Van, Hizan ve Müküs medreselerinde okudu. Kısa zamanda yüksek zekası ve hâfızasıyla parladı. Bütün âlimler kendisine Bediüzzaman ünvanını verdiler. Uzun yıllar Bitlis Valisi Hasan Paşa ve Van Valisi Tahir Paşa ile beraber kaldı. 1907’de Vali Tahir Paşa’nın tavsiye mektubu ile İstanbul’a Sultan Abdülhamid’le görüşmek ve doğuda Medresetüzzehra ismini verdiği İslâmî ilimlerle, müsbet ilimlerin birlikte okutulacağı üniversitenin açılmasını taleb etmek için geldi.
3219- 31 Mart Olayına adı karıştı. İdamların verildiği Hurşid Paşa başkanlığındaki Divan-ı Harbde yaptığı müdafaa ile 31 Mart Olayı ile ilgisinin olmadığını isbat edip beraet etti. (Bak: 358,359.p.lar)
3220- Birinci Dünya savaşına gönüllü alay komandanı olarak talebeleriyle birlikte katıldı. Ağır yaralandı ve Ruslara esir düştü. Bir çok talebesi şehid oldu. Bu harbler esnasında İşarat-ül İ’caz isimli tefsirini yazdı. Van, Culfa yoluyla Kiloğrif ve Kosturma’ya sevkedildi. İki buçuk sene esir kaldı. Kampı teftişe gelen Rus kumandanı Nikola Nikolaviç’e karşı ayağa kalkmayınca idamına karar verildi. İdam kararına karşı metanet, hatta sevinç göstermesi, Nikola’yı şaşırttı. O da hükmünü geri aldırıp özür diledi. Sonra esaretten firar ederek Varşova, Almanya, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul’a geldi. Firar edip döndüğünü gazeteler sevinçler haber verdiler.
3221- Ordu-yu Hümayun’un adayı olarak (İslâmî ilimler akademisi manasında olan) Dar-ül Hikmet-il İslâmiye üyeliğine alındı. Harb madalyası ile taltif edildi. Yine devrin gazetelerinde yazılar yazdı. Yirmi kadar eseri neşredildi. İngiliz işgaline karşı Hutuvat-ı Sitte isimli eseriyle “Tükürün İngiliz laininin hayasız yüzüne” diye sert cevablar verdi. Bu vatanperver ve kahramanca hizmetlerinden dolayı Millî Hükümet ve M. Kemal tarafından Ankara’ya tekrar tekrar davet edildi. "Ben tehlikeli yerde mücadele etmek isterim" diye cevablar vermişti. Millî Mücadele için çalışıyordu. Nihayet 1922’de Ankara’ya geldi. Merasimle karşılandı. Meclis’te bir konuşma yaptı. Sonra İslâmiyet’e olan lâkaydlıktan dolayı anlaşamadı, Van’a gitti. Bu sıralarda zuhur eden Şeyh Said hadisesine katılmadı ve Şeyh Said’in iştirak tekliflerine verdiği cevabda, ‘halkı tenvir ve irşad’ yolunu tavsiye ederek ‘böyle niyetlerinden vazgeçmesini’ söyledi. Yine de ihtiyatî tedbir bahanesiyle Batı Anadolu’ya gönderildi.
Isparta’nın Barla Nahiyesi’nde kaldı. Burada Risale-i Nur isimli eserlerini yazmaya başladı. Daha sonraları ise, Kastamonu ve Emirdağ’da ikamete mecbur edildi. Buralarda da eserlerini yazıp tamamladı. (Bak: Risale-i Nur)
3222- 1935’ten itibaren eserlerinden dolayı defaatle mahkemeye verildi ve beraet etti.
23 Mart 1960 (Ramazan 25)’de Urfa’da vefat etti. Cenazesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırıldı. Önce Urfa’daki İbrahim Halil dergâhına gömüldü, 1960 ihtilalinden sonra da naşı alınıp Isparta’ya defnedildi.
Bu gün eserleri Amerika’da da Risale-i Nur Enstitüsü tarafından İngilizce’ye çevrilip neşredilmektedir. Ayrıca Almanca, Fransızca, Urduca, Arabça, Hintçe (Gujarati) ve Malezya dilleriyle neşredilmektedir.” (Ansiklopedik İslâm Lügatı)
3223- Said Nursî ve Nurculuk aleyhinde açılan davaların ekserisi, Nurcluğun siyasi maksada dayanan bir hareket olduğu iddiasına dayandırılıyordu. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî iman hizmetini esas almış, siyasetle meşgul olmayı ise ehline bırakmıştır.
Esasen binüçyüz seneden bu yana İslâm dünyasının büyük dinî şahsiyetleri olan imamlar, mürşidler de aynı şekilde siyasetten uzak kalarak bu işi ehline bırakmışlardır. Hatta İmam-ı A’zam Hazretleri en büyük bir İslâm hukukçusu olmasına ve halife tarafından idarî makama geçmeye zorlanmasına rağmen, esas vazifesinin icabı olarak hizmet-i diniye sahasında kalmayı tercih etmiştir. Bununla da kalmayarak güvendiği şahsiyetlerden İmam-ı Ebu Yusuf Hazretlerine yazdığı vasiyetnamede, aynı husus üzerinde hassasiyet göstererek onunda siyasetle uğraşmamasını tavsiye ve telkin etmiştir. (Bak: İmam-ı A’zam)
3224- Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman, aynı mevzuda daha hassas davranmıştır. Şöyle ki: T.B.M.M.’nin kuruluşu sıralarında Bediüzzaman İstanbul’da bulunmakta iken, yeni hükümet tarafından Ankara’ya davet edildi.
Kendisine meb’usluk ve bazı siyasi makamlar teklif edildi. Fakat o, maneviyat sahasındaki hizmeti gaye edindi ve bu teklifleri kabul etmedi. Meclis kürsüsüne de davet edilen Bediüzzaman, orada vatan ve millet için dua etti. Hem vatan ve millet maslahatı namına meb’uslara 10 maddelik bir beyanname dağıttı, daha sonrada Van’a gidip manevi sahasına çekildi. (Bak: 382.p.dan 387.p.a kadar)
3225- Yazmış olduğu Risale-i Nur namındaki eserlerinde, siyasi çekişmeler hakkında ikaz edici pekçok beyanları vardır. Ezcümle: Bir eserinde şöyle der:
“Maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise; “bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye siyasete aşk u merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa baki elmasları, kırılacak adi şişelere âlet yapar.” (E.L.I.57)
3226- İşte üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur hizmetinin temel esasatını bu ve buna benzer çok yerlerde beyan ettiği gibi, bilhassa son ve umumi vasiyetnamesi hükmünde olan Ankara’da verdiği bir dersinde bizzat talebelerine Risale-i Nur mesleğinin azami ihlası muhafaza olduğunu kendi hayat ve harekâtından misaller vererek bütün Nur şakirdleri camiasına şaşmaz değişmez bir kısım düsturları vaz’ etmiştir.
“Madem mesleğimiz azami ihlastır; değil benlik enaniyet, dünya saltanatı da verilse, baki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azami ihlasın iktizasıdır.” (E.L.II.246) diyerek tercihini yapmıştır.
3227- Hatta Risale-i Nur Müellifini müdafaa etmek, dinen vazifesi olmasına rağmen muhalefet eden bir şeyhin itirazını Bediüzzaman, efkâr-ı ammede kendisine, siyaset-i İslâmiyede inkılapçı bir zata nazarıyla bakılmasını önlemesi cihetiyle kaderin bir himayeti diye çok manidar bir mana ile tefsir ederken şöyle der: “Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevisiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.
Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdattan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı tadil edip adalet etti. “Size, kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra Lillahilhamd, o muarızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” (K.L: 193)
3228- Adeta Hz. Hızır’ın (A.S.) Kur’an (18:79) âyetinde bildirilen mesakînin gemisini, gasıb mütehakkimler tarafından gasbedilmemesi için, kaderin hükmüyle arızalandırması gibi, iman hizmetinin haslar dairesini, maddi ve kemmiyet kuvveti cihetinde evhama kapılan ehl-i siyasetin tasal-lutundan ve azami ihlasın zedelenmesinden hıfzetti.
3229- Yine Mektubat namındaki eserinde: Âl-i Beyt ünvanıyla bilinen, dinde büyük şahsiyetlerin esas vazifeleri, dine hizmet olduğunu; saltanat ve siyasete el atmaları halinde, esas vazifelerine zarar getirdiğini bir suale cevap verirken şöyle anlatıyor:
“Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye, Âl-i Beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı.
Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâlimeyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya me’mur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın.
Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatimiyye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn hükümeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki: Saltanat-ı dünyeviye, Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terkettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.” (M.100)
3230- Evet”Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatıyla manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Ta kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın.” (M.55)
3231- Yine Şualar, Emirdağ Lahikası ve Tarihçe-i Hayat namlarındaki eserlerinde Risale-i Nur okuyucularına hitaben: Parti çekişmeleri, tarafgirliği netice verdiğinden; dine hizmet edenler, bu hizmetlerinden herkesin istifade edebilmesi için siyasete girmemelerinden bahsederken şöyle der:
“Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir.
Çünki halisane hizmet-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor... Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve amisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddi mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.” (Ş.362)
3232- “Nur Şakirdleri hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mal-ı umumidir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.” (E.L.l.180) (Bak: 2930/2.P.)
3233- “Ben de Nur-u Kur’anı elde tutmak için “euzübillahi mineşşeytani vessiyaseti” deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında; hem muvafıkta, hem muhalifte, o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envar-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir..
Elhamdülillah” siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyase tittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim.” (M.49)
3234- Dinin şiddetle men’ettiği şeylerden biride, dini siyasete âlet etmektir. Bu cihette de Bediüzzaman ısrarla ikazlarda bulunmuştur. Ezcümle, bir suale cevab verirken bunu açıkça görüyoruz:
“Sual: Neden ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!
Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlas, bizi men ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hatta dinini ve uhrevi harekâtını da o dünyevi mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-ı imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahî’den başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek mümkülleşmiş.” (E.L.I.38)
3235- Diğer ehemmiyetli bir husus da; ölçüsüz siyasi çekişmelerin milli bünyeye getirdiği zararlardır. Bediüzzaman 1909’larda bu zararlardan bahsederken, 1958’de yani elli sene sonra A. Menderes’e hitaben yazdığı mektupta da aynı tehlikeyi hatırlattı. 1909’da şöyle diyor:
“Seviye-i irfan bir olmadığından, fırkalarda husumet, taassub ve taraftarlık intac eder. Tabii o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumi idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsaid bir zemin olur. Binaenaleyh bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lakin bir şirkette veya münevver-ül fikir ve bitaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat olabilir.” (H.Ş.108)
3236- 1958’de yazılan mektubdan bir parça ise aynen şöyledir.
“İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi: وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى ( 6:164 ) âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile, bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil, bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah et-mesin bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.” (T.H. 618)
3237- Risale-i Nur’un has talebelerini siyasete girmekten men’ eden birkaç parça:
“Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar hakkında boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben yazık dedim. Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim.” (E.L.I.44)
3238- “Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhâssa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ düstur-u Rahmanî yerine, el'iyazü billah اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine şerik eylemesin.
Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabi ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh istiyen adam, siyaseti bırakmalı.” (K.L.122)
3239- Hem “dünya siyasetine karışmadığımın sebebi? O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her halde bir tarafgirlik meylini verir...
Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumi ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor..
Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fani şeylerde telef olmasın.
Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde (güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar.” (E.L.I.56) (125.p. da buradaki mana ile alâkalıdır.)
3240- “Otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebeb, bir mübarek âlimin takib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye “eûzübillahi mineşşeytani vessiyaseti” dedim. O zamandan beri siyaseti terkettim.” (E.L.I.272)
S.B.M. 1988, 1989. hadisler ve Ebu Davud 39. kitab 15. babı, kişiyi tekfir etmenin mes’uliyeti ve isabetsizliği halinde küfrün tekfir edene döneceği hakkındadır. Muayyen kişileri tel’in etmekte de usulsüz hareket edilmemelidir. (Bak: 995.p.)
Tekfir etmenin mes’uliyeti hakkında gayet hassas davranan Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda şu izahatı verir:
“Evvelen: Ben fıtratımda ziyade şefkat itibariyle eskiden beri sair âlimlere nisbeten mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi, beni tam tanıyanlar bilir.
Sâniyen: Mezheb-i Hanefî’de çok maddelere küfür denildiği halde, mezheb-i Şafiî’de o günahlara küfür denmez, günah-ı kebire denilir. Eğer sarih küfrü görse, o vakit hükmeder. Ben Şafiî iken yine te’vili mümkün olsa, hükmetmekten çekinirim. Çünki tekfir bana çok ağır geliyor.
Sâlisen: Benim sarfettiğim zındık ve dinsiz kelimelerini, gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri bu millette iman ve İslâmiyet aleyhinde çalışmalarını bildiğim, kökü Avrupa’da bir komite efradına diyorum. Bana zulmedenlerin çoğunu, masumlarının hatırı için hakkımı onlara helâl ediyorum. Yalnız harekâtında dalâlet ve zulme ve fıska düşer. Yoksa küfre düşer demek değildir.
Râbian: Gayr-ı muayyen ve şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair bazı fena sıfatlar için “Böyle yapan münafıktır” veya “Dinsizliğe yardım eder” veya “Kâfir olur” denilse dahi gıybet dahi sayılmaz. Ve Kur’an-ı Hakîm’de böyle mübhem şahıslar hakkındaki şiddetli tabiratı gibi tabir olduğu halde; savcı o tabiratı kendine ve muayyen şahıslara alsa, o kendi kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur.” (Elyazma Afyon Hapsi Mektubları sh: 1451)
3241- “Elhasıl: Benim ile temas eden bütün dostlarım bilirler ki; siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, belki düşünmesi dahi esas maksadıma ve ahval-i ruhiyeme ve hizmet-i kudsiye-i imaniyeme muhaliftir ve olamıyor. Bana nur verilmiş, siyaset topuzu verilmemiş.
Bu halin bir hikmeti şudurki; hakaik-ı imaniyeye müştak ve memuriyet mesleğine giren birçok zatları, bu hakaika endişeli ve tenkidkârane baktırmamak, onlardan mahrum etmemek için, Cenab-ı Hak kalbime siyasete karşı şiddetli bir kaçınmak ve bir nefret vermiştir kanaatındayım.” (T.H:221)
3242- Daha bunlar gibi büyük bir yekûn teşkil eden beyanlar, açıkça gösteriyor ki Risale-i Nur talebelerinden haslar dairesi tabir edilen ve bizzat dine hizmet edenlerin siyasi iktidarı ele geçirmek değil, bilakis siyaseti ehline bırakmaları ve siyasete girmemeleri, Risale-i Nur’da bir esas ve düsturdur. Şunu kat’iyyen söyliyebiliriz ki: Vazifeleri ve kabiliyetleri icabı siyasette bulunanlar müstesna, bizzat ve bilfiil dine hizmet eden hakiki Nur talebeleri; kendi ihtiyarlarıyla idare ve siyaset işlerine girmek şöyle dursun, resmen siyasete girmeğe zorlansalar da, yine kendi manevi hizmet sahalarında kalmayı tercih ederler. Ancak idarecilerin dindar ve dirayetli olmalarını ister ve tavsiye ederler. Bu da, vicdanî ve vatanî bir vazifedir. (Bak: Siyaset)
3243- İşte bu derece siyasetten kaçan Bediüzzaman Hazretlerini, dün-yevî maksada dayanan bir siyaset takib ediyor diye itham edenler, çok yanlış ve insafa aykırı hareket ederler. Böyle yersiz hücumlara karşı müdafaasının birkısmında şöyle diyor: “Sabık mahkemelerde dava ettiğim ve hüccetlerini gösterdiğimiz gibi; bizim gizli düşmanlarımız ve hükümeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevk eden resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilalcidir veya İslâmiyete ve hakikat-ı Kur’an’a karşı mürtedane mücadele eden bir dessas zındıktır ki; bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlak rejim altına almakla sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfi-i küfrîye kanun namını vermekle; hem bizi perişan, hem hükümeti iğfal, hem adliyeyi bizimle manasız meşgul eylediler. Onları Kahhar-ı Zülcelal’in kahrına havale edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ kal’asına iltica ederiz.” (Ş.377)
3243/1- Yine Bediüzzaman Hazretleri, bütün hür rejimlerde her türlü tecavüzlerden korunan ve hür rejimin değişmez prensiplerinden olan “din ve vicdan hürriyetleri”ne yapılan pek acib tecavüzü, gelecekteki tarihçilere ve tarih dünyasına intikal ettirirken, hür rejimin maskeli düşmanlarını “Es’ile-i Sitte” başlıklı yazısında şöyle ilan eder:
“Es’ile-i Sitte
(İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani “Tuh, o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!... Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun!... Ve bu asırda, yüzbin cihette “Yaşasın Cehennem!” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.) (14:12)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَمَا لَنَا اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدَينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ
Bu yakınlarda ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından; çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecüvüz nevinden, bana hususi ve gayr-ı resmi, kendim tamir ettiğim bir mabedimde, hususi bir-iki kardeşimle hususi ibadetimde gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. “Ne için Arabca kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitab olmıyan öyle vicdansız alçaklara değil; belki milletin mukadderatıyla keyfî istibdad ile oynayan fir’avun-meşreb komitenin başlarına derim ki:
3243/2- Ey ehl-i bid’a ve ilhad!.. Altı sualime cevab isterim:
Birincisi: Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hatta insan eti yiyen yamyamların, hatta vahşi canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düstur ile hükmeder. Siz hangi usulle bu acib tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz! Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini, kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünki böyle hususi ibadatta kanun yapılmaz ve kanun olamaz!..
3243/3- İkincisi: Nev-i beşerde hususan bur asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hükümferma “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle, ne dine ne dinsizliğe ilişmemeyi ilan ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz elbette saklı kalmıyacak! Sizden sorulacak!.. Ne cevab vereceksiniz?... Yirmi hükümetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmağa çalışıyorsunuz.
3243/4- Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefî’nin ulviyetine ve safiyetine münafi bir surette vicdanını dünyaya satan bir kısım ülema-is sû’un yanlış fetvalarıyla, benim gibi Şafi-ül Mezheb adamlara hangi usul ile teklif ediyorsunuz?... Bu meslekte milyonlar etbaı bulunan Şafiî Mezhebini kaldırıp, bütün Şafiîleri Hanefileştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tabi değiliz ve tanımayız!... (Bak: 3894.p.)
3243/5- Dördüncüsü: İslâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddi dindar ve dinine samimi hürmetkâr Türklük Milliyetine bütün bütün zıd bir surette, frenklik manasında Türkçülük namıyla, tahrifdarane ve bid’akârane bir fetva ile “Türkçe kamet et” diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet hakiki Türklere pek hakiki dos-tane ve uhuvvetkârane münasebetdar olduğum halde, böyle sizin gibi frenk-meşreblerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmıyan ve Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdlerin Milliyetini kaldırıp, onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz bir nevi usul-ü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfidir. Eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!..
3243/6- Beşincisi: Bir hükümet kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara herbir kanunu tatbik etse de; raiyet kabul etmediği adamlara kanununu tatbik edemez. Çünki onlar diyebilirler ki: “Madem biz raiyetiniz değiliz, siz de bizim hükümetimiz değilsiniz!...”
Hem hiçbir hükümet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek, hiçbir usulde yoktur!
İşte madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde; beni sekiz senedir en yabani ve hariç bir milletten cani bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız. Canileri affettiğiniz halde, hürriyetimi selbedip hukuk-u medeniyeden iskat ederek muamele ettiniz. Bu da vatan evladıdır demediğiniz halde; hangi usul ile, hangi kanun ile biçare milletinize rızaları hilafına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usulünüzü, benim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz? Madem Harb-i Umumi’de ordu kumandanlarının şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları ve vatan uğrunda cansiperane mücahedeleri cinayet saydınız. Ve biçare milletin hüsn-ü ahlâkını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine pek ciddi ve tesirli çalışmayı hiyanet saydınız. Ve manen menfaatsız, zararlı, hatarlı, keyfî, küfrî frenk usulünü kendinde kabul etmiyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Şimdi ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim, cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tatbik etmek, hangi usul iledir?
3243/7- Altıncısı: Madem sizlerle itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde tahmininizce bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir-iki sene zelilane geçecek hayatımızı, kudsi bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize ab-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in feyzine ve işaratına istinaden, sizi titretmek için size kat’i haber veriyorum ki:
Beni öldükten sonra yaşıyamıyacaksınız! Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tardedilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız! Arkamdan pek çabuk sizin Nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlahîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlahiye onları esfel-i safilîne atmakla intikamımı alacağım!..
Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz, bana ilişmeyiniz!...İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz. Ben rahmet-i İlahîden ümid ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomma gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa, ilişiniz. Yapacağınız varsa, göreceğiniz de var!.. Ben bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum: (3:173)
اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
(M. 429-432)
İstibdad devrinin en ağır ve acib tahakkümü karşısında yapılan bu müdafaa, cesaret-i imaniye ve medeniyenin en üstün örneğini ortaya koymuştur.
3244- Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri kendi hayatını, “Eski Said”, “Yeni Said” ve “Üçüncü Said” tabirleriyle birkaç devreye ayırır. Bu husus, eserlerinin muhtelif yerlerinde ifade edilir. Şöyle ki:
“Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sır-ı ahsen-i takvimden gafil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatını bir vakıa-i hayaliyede Eski Said görmüş. Onu Yeni Said’e döndürmüş olan şu vakıa-i temsiliyeyi dinle:
Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zat, bana tahsis ettiği altmış altından tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarfedip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarfettim. Sabahleyin elimde hiç bir para kalmadı. Bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı. Birden ben o hazin halette iken orada bir adam peyda oldu. Bana dedi: “Bütün bütün sermayeni zayi ettin. Tokata da müstahak oldun. Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin. Fakat aklın varsa, tevbe kapısı açıktır. Bundan sonra sana verilecek baki kalan onbeş altından her eline geçtikçe yarısını ihtiyaten muhafaza et. Yani gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al.” Baktım nefsim razı olmuyor. “Üçte birisini” dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra “dörtte birisini” dedi. Baktım nefsim mübtela olduğu âdetini terkedemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi gitti.
Birden o hal değişti. Baktım ki; ben, tünel içinde sukut eder gibi sür’atle giden bir şimendifer içindeyim. Telaş ettim. Fakat ne çare ki, hiç bir tarafa kaçılmaz. Garaibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek cazibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatında elime batıyor, kanatıyor. Şimendiferin gitmesiyle müfarakatından elimi parçalıyorlar. Bana pek pahalı düşüyorlardı. Birden şimendiferdeki bir hademe dedi: “Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine, elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var. İzinsiz koparamazsın.” Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle “Said” ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden “Eyvah!” dedim. Birden o han kapısında bana nasihat eden zatın sesini işittim:
Dedi: Aklın başına geldi mi?
Dedim: Evet geldi fakat kuvvet kalmadı, çare yok.
Dedi: Tevbe et, tevekkül et.
Dedim: Ettim.
Ayıldım... Eski Said kaybolmuş. Yeni Said olarak kendimi gördüm.
3245- İşte o vakıa-i hayaliyeyi (Allah hayr etsin) bir-iki kısmını ben tabir edeceğim. Sair cihetleri sen kendin tabir et.
O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbad tarafına bir yolculuktur. O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki; bu vakıayı gördüğüm vakit kendimi kırkbeş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat baki kalan onbeşinden yarısını âhirete sarfetmek için Kur’an-ı Hakîm’in halis bir tilmizi beni irşad etti. O han ise, benim için İstanbul imiş. O şimendifer ise zamandır. Herbir yıl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir. O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezaiz-i nameşruadır ve lehviyatı-ı muharremedir ki; mülakat esnasında tasavvur-u zevaldeki elem, kalbi kanatıyor. Müfarakatında parçalıyor. Cezayı dahi çektiriyor. Şimendifer hademesi demişti: “Beş kuruş ver, onlardan istediğin kadar vereceğim.” Onun tabiri şudur ki: İnsanın helal sa’yiyle meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir. Harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. Sair kısımları sen tabir edebilirsin.” (S.325-327)
3246- Bazı kimseler tarafından Bediüzzaman’a sorulmuş: “Ne için siyasetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?
Elcevab: Dokuz-on sene evveldeki Eski Said, bir mikdar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki; o yol meşkûk ve müşkilatlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur.” (M.61)
3247- “Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?
Elcevab: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkûk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzuli bir surette karışma ile feda etmemek için. Hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.” (M.62)
3248- “Dört-beş aydan beri bir zat, bana buraya bir gazete gönderiyormuş; ben yeniden haber aldım ki, bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki, değil gazete, Nur’dan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmediğim gibi, yeni yazıdan hiçbir harf bilmediğim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. Şimdi bir zat, bir mektub içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin, fakat dost ve hemşehri bir zatın mektubunu gösterdi. Dediler ki: “Çoktanberi senin namına bir gazete gönderiyordu, biz korktuk sana göstermedik.” Ben de dedim: “O zata benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildiği Said değişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş” (E.L.I.273)
3249- “Bundan oniki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. Bizimle çalış, dediler. Dedim: Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz. Fakat size de ilişmez.” (T.H:219)
3250- Âlem-i İslâmın hayat-ı içtimaiye ve siyasiyesiyle alâkadar Eski Said’in eserlerinden Hutbe-i Şamiye’yi 1950’den sonra neşrederken, eserin muhteviyatının içtimaî ve siyasî ahvale temas etmesi dolayısıyla şu açıklamayı ilave ettirir:
“Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Haşa belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.” Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış.
Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslamiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tabi olamaz. Ve alet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hatta Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:
Bir salih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.
Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said: اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedi. Ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.
Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Eski Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.” (H.Ş.46)
3251- “İki-üç def’adır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dar-ül Hikmet’in cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp hatta İstanbul’da bulunan Nur’un birinci şakirdi ve kahramanı merhum Abdurrahman’ı dahi zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almağa müsaade etmiyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılabat-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nur’un her bir cami’ cüz’ü ve sarsılmayan halis şakirdlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.” (Ş.529)
3252- Bediüzzaman Said Nursî, ilim hayatındaki derin tahkikatını ve nihayet Kur’anı kendine mürşid tutarak ondan tefeyyüzünü şöyle ifade eder:
“Bundan otuz sene evvel Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, الْمَوْتِ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anh’ın “Fütûh-ul Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı:
اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ
Acibdir ki; o vakit ben, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!” Ben dedim: “Sen tabibim ol!” Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatab ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatını dinledim, çok istifaza ettim.1
3253- Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Halis bir tefe’ül ederek açtım. Acaibdendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında “Mirza Bediüzzaman’a Mektub” diye yazı olarak gördüm. Fesübhanallah! dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Said’in bir lakabı, “Bediüzzaman”dı. Halbuki hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî’den başka o lakabla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zatın hali, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devam buldum. Yalnız İmam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?” Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: “Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menba’ı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakiki’nin ab-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o ab-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil,; belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.” (M. 355)
(Mezkûr iki mektub için, 2477/1.p.a bakınız.)
İki atıf notu:
-Eski Said’in ulûm-u felsefiyeyi terk ile tevhid-i kıbleye geçişi, bak: 3088.p.
-Bediüzzaman Hazretlerinin Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaasında Eski Said tarzını değiştirmesi, bak: 1757.p.
3253/1- Eski Said’in hayatı, Yeni Said’e geçişte bir ihzariye manasında olduğu söylenebilirse de, Yeni Said’in haslar dairesindeki hizmet tarzına me’haz tutulup tutulamıyacağı, mezkûr nakilerden anlaşılmaktadır. Ancak Eski Said’in hayatı, geniş daireye bakabilir. Zira Nurculuk hareketinin müessis ve mümessili olan Yeni Said’in vazife makamı umumi ve küllidir. Yani dar daireye bizzat ve bilfiil, geniş daireye de irşad ve ikaz cihetiyle bakar. (Bak: 2899,2899/1.p.lar)
3253/2- “Fazıl-ı Muhterem, Tetkik-i Mesahif ve Müellefat-ı Şer’iye Reis-i Alisi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin bir takrizidir:
Sübhan olan Allah’a (cc) hamdederim. Ve Kur’anını üstüne inzal eylediği Resûl-ü Ekrem’ine salât ü selâm ederim. Ve din-i mübin-i İslâmın maalim ve binasını kuran onun âl ve ashabına da salât ü selâm ederim.
Bundan sonra; şu “Tevhid Deryasından Bir Katre” isimli risale benim gözüme tecelli etti. Gördüm ki; şu katre ile o bahir arasında bir fark yoktur. Çünkü şu katre, din-i İslâm’ın halis pınarını izhar ve ifaza etmiştir. Ve hakikatta kendisi de o çeşme-i İslâmdan çıkıp yine olna dönüyor ve ona dökülüyor.
İşte Allahü Teâlâ’ya (C.C.) çok şükürler olsun ki, tevhid denizlerinden tefeyyüz edip İslâmın memesinden hakikî ve halis bir süt alıp emmeğe muvvaffak olmuş olan biraderimiz Bediüzzaman Said Efendi, bu eyyamda emsalsiz bir allâme-i garibdir. Bu gariblik ve bedi’lik ise Peygamber Aleyhi ve Alâ Âlihissalâtü Vesselâm’ın ferman buyurduğu فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ 2 hadîsinin sırrını izhar ediyor. Elhamdülillahi Rabb-il Âlemin.
اَلْفَقِيرُ اِلَيْهِ سُبْحَا نَهُ تُرَابُ اَقْدَامِ الْعُلَمَاءِ Safvet” (M.Nu. 105)
(Risale-i Nur’un müceddidliği, bak: 2690/1.p.)
3254- Eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi’nin, Bediüzzaman ve eserleri hakkında bir takrizidir:
“İstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci Şua İşarat-ı Kur’aniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin’e demiş ki:
“Bediüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini; ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şayan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur, müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmin” diyerek; bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin pederleri olan Sultan-ül Ülema’nın bir kıssası ile onu müdafaa edip, demiş:
“Bu misillü, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır.” demiştir.” (K.L. 194) (Risale-i Nur’un müceddidliği, bak: 2690/1.p.lar)
3255- Yukarıda bahsi geçen sakal bırakmama meselesini medar-ı tenkid yapanlara Bediüzzaman Hazretleri verdiği cevabında diyor ki:
“Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sakalsız olanların içinde küçüktenberi sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmi hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım bir hikmet, bir inayet-i İlahiye olduğunu isbat etti. Eğer sakal olsaydı traş edilseydi, Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünki ölecektim, dayanamıyacaktım.
Bazı âlimler “Sakalı traş etmek caiz değildir” demişler. Muradları sakalı bıraktıktan sonra traş etmek haramdır demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terketmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebireden çekinmek için, bu terk-i sünnete mukabil, Risale-i Nur’un irşadıyla, yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşaallah o sünnetin terkine bir keffarettir.
3256- Hem bunu kat’iyyen ilan ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’anın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahib olayım; ta ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkanının bir dellalıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona doku-namaz. Zaten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnettar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, -fakat garaz ve inad olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile- kabul edip minnettar oluyoruz.” (E.L.I 48)
3257- Bu mektubdan da anlaşıldığı gibi; müslümanlar arasında daima sulh yolunu takib ederek uhuvvet-i İslâmiyeyi korumaya çalışan ve bütün hayatını din yolunda ve sünnetin ihyası için feda eden ve en şiddetli baskılar karşısında hatta idam planlarıyla muhakeme edildiği zamanlarda dahi sarık, cübbe gibi İslâmî kıyafetini -zorlamalara rağmen- değiştirmeyen bir mücahid-i ekberin bilâ-ma’zeret ve hâşa sünnete ehemmiyet vermediğinden sakal bırakmadığını iddia etmek insafa çok zıd düşen bir hareket olur. Eserlerinin çok yerlerinde bilhassa Lem’alar namındaki eserinin sünnete ittiba etmek dersi olan Onbirinci Lem’asında, Sünnete uymak en büyük gaye-i insaniyet gösterilerek “Sünnete ittiba etmiyen tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” (L.59) deyip Sünnet yolunu gaye-i hayat gören (Bak: Sünnet) bir zatın bilâ-sebeb Sünnete muhalefet edeceğini düşünmek ve işaa etmek büyük hatadır. İnsaf olan odur ki, bu meselede bu büyük mücahidin bildiği bir sebeb vardır demeli... (Daha fazla bilgi için bak: Sakal)
3257/1- Yine buna benzer zararlı bir itiraz ve gıybete karşı, Bediüzzaman Hz.nin verdiği cevabın bir kısmı:
“Onsekiz sene müddetinde Sünnet-i Seniyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından, onsekiz senedir haps-i münferid hükmünde ihtilattan men’ ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususi ibadetgâhında ezan-ı Muhammedî okuyup “Allahü Ekber” dediğinden ve “Lâ ilahe illallah” hakikatını güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan ve mahkûm edilen bir adamı, yüzer emare ve karinelere istinaden inayet-i İlahiyeden geldiğine kat’i bir kanaatı ile işarat-ı Kur’aniyeden bir müjde hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir teselli niyetiyle beyan ettiği için onu gıybet ve galiz tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran masum şakirdlerini ondan tenfir edip şübheler vermek; güya ortalıkta medar-ı inkâr hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o biçarenin mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla galiz tabirler ile zemmetmek; elbette bu asırda, bu memlekette Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir.” (K.L.191)
3258- Said Nursî Hazretleri yüksek seciyelere sahib idi. Ezcümle, âlim ve fâzıl talebelerinden Ali Ulvi Kurucu, onun tevazu’ ve mahviyetkârlığını anlatırken şu ifadelere yer veriyor:
“Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü Üstad, sohbet ve te’liflerinde kendine bir “Kutb-ul Arifin” ve bir “Gavs-ul Vâsilîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvi gayesini benimsemiştir. Meselâ: Ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegane muhatabı öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına -bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan- gönüllere yayılır.” (T.H.15)
3259- Aynı mevzu ile alâkalı olarak, müttaki ve hoca bir talebesi de şöyle diyor:
“Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilm-i hali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın bir derya kesiliyor. Me’zun olduğu mikdarı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok, kıymet yok der. Bu hasleti de, tam tevazu’dur ve مَنْ 3 تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّٰهُ hadisiyle tam âmil olmasıdır.
İşte bu haslet icabatındandır ki; bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini içinde arar, hak bulduğu vakit, kemal-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. Maşaallah der. Siz benden daha iyi bildiniz der, Allah razı olsun der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hatta ben bazı mes’elelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet multefit, memnunane bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel bir şey söylemiş isem çok memnun olur.” (B.L. 148)
3260- Cihad-ı maneviyesindeki muvaffakıyeti, şahsına değil daima şahs-ı manevîye vermeyi düstur edinen Bediüzzaman hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
“Cenab-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuz-lara bindirdi. Kemal-i kereminden yükümü hafifleştirdi.
O mübarek cemaat ise; -Hulusi’nin tabiriyle- telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve -Sabri’nin tabiriyle- Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymetdar muhtelif hasiyetleriyle beraber,-yine Sabri’nin tabiriyle- bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.
Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i halisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddi samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevisi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.
3261- İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’anda arkadaşlarım! Bir kal’ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de: Şahs-ı manevinizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye veremezsiniz!” (M.371)
3262- “Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet Rahmet-i İlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimerin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir. Meselâ: Risale-i Nur’un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Husrev, Re’fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler. Üstadına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i Kur’anîde verdiği nimet-i istiifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki. “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir.” Ben de derim: “Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakk’ın bana da sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de Rahmet-i İlahiyedir. Bende sizin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmi bir biçare nasıl hizmet edecekti. Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmeti muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.” (L.134) (Bak: 2734,2735.p.lar)
3263- Said Nursî Hazretleri, dinimizde çok büyük ehemmiyeti bulunan sırr-ı ihlasın muhafazası hakkında gösterdiği hassasiyetin bir nümunesi olarak, yazdırdığı bir vasiyetnamesinde şöyle der:
“Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”
Biz de Üstadımızdan sorduk: Kabri ziyarete gelenler fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?
Cevaben Üstadımız dedi ki: “Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Fir’avunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki azamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun okudukları fatihalar o ruha gider. Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek.” dedi.” (E.L.II.204) (Bak: İhlas)
3264- Hem yine Bediüzzaman kendisi hakkında yapılan kasdî bir ihanete karşı, Kur’an (3:136) âyetinde tavsiye edildiği gibi yüksek bir sabırlılık dersini veren tahammülünü şöyle ifade eder:
“İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi. Sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helal ettirdi. O hakikat şudur:
Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet ben nefsim ile musalaha etmemişim. Çünki terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir. Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur’ana hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ana havale ediyorum. O Azizdir, Hakîmdir. Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev’inden ise; o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garib ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti. (40:44) وَاُفَوِّضُ اَمْرِى اِلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur’an onu helal etmemiş.” (M.64)
3265- Hem “ben, Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibariyle, bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, hatta beddua da edemiyorum. Hatta en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde; değil maddi, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor.
Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi ve manevi darbe gelmemek için, o dört-beş masumun hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum; bazan da helal ediyorum.” (T.H. 526)
3266- Hem “... Eğer Risale-i Nur’u tenkid fikriyle tedkik eden adliye me’murları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idam ile mahkûm etseler; şahid olunuz, ben hakkımı onlara helal ediyorum. Çünki biz hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmiyerek, hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmağa mükellefiz.” (Ş. 393)
Bediüzzaman Hazretleri, öylesine bir müsamaha sahibi idi ki, “hapishanede -zehirlenerek- ölüm döşeğinde iken, fırsat bulup ziyaretine varabilen bir talebesine şöyle demiştir: “Belki hayatta kalamıyacağım, bütün mevcudiyetim vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslâm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğrunda feda olsun. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar!” (T.H. 545) (Bak: Afv) Bütün bu hâdise ve beyanlar gösteriyor ki: Bediüzzaman daima şefkat, afv, asayişi muhafaza yolunda hareket etmiştir.
3267- Dahilde müsbet hareket etmeyi esas alan Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son dersten bir parça:
“Aziz kardeşlerim,
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Meselâ:
Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor.
Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.
3268- Evet meselâ: Seksenbir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumuminin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevi tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
3269- Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. (6:164) وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى düsturu ile ki: “Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bunun içindirki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dahildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlal edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’andan ders almışım.
3270- Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevi tahribata karşı manevi, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.” (E.L.II.241)
3271- Said Nursî Hazretlerinin diğer bir seciyesi de, en zor şartlarda dahi cesaret-i imaniye ile hakkı söylemekten çekinmemek ve izzet-i diniyeyi korumaktaki gayretidir. Hayatı boyunca bunun pek çok örneklerini vermiştir. Ezcümle 1907 senesi içinde, rakiplerinin ifsadatı ile Toptaşı’na götürülen Bediüzzaman, kendisini muayene ile vazifelendirilen doktora şöyle der:
“Ey tabib efendi, sen dinle ben söyliyeceğim. Cinnetime bir delil daha senin eline vereceğim. O da sual olunmadan cevaptır. Antika bir divanenin sözünü dinlemeyi şüphesiz arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme suretinde istiyorum. Senin vicdanın da hakem olsun. Tabibe tıp dersi vermek fuzuliliktir. Fakat teşhis-i illete yardım edecek noktaları anlatmak, hastanın vazifesidir. Hem de istikbal sizi tekzib etmemek için elbette dinlemeyi lüzumlu görürsünüz. İşte şu dört noktayı nazar-ı mütalaaya alınız:
3272- Birincisi: Ben Şarkın dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvalimi o yerlerin kapanı ile tartmalısınız. Hassas olan medeni İstanbul mizaniyle tartmamalısınız. Öyle yaparsanız bir maden-i saadetimiz olan Dersaadet’ten önümüze sedçekmiş olursunuz. Hem de ekseri hemşehrilerimi tımarhaneye sevk etmek lâzım gelir. Zira Anadolu’da en revaçlı olan ahlâk; cesaret, izzet-i nefis, salabet-i diniye, muvafakat-ı kalb ve lisandır. Medeniyette nezaket denilen umûr, onlarca müdahenedir, dalkavukluktur.
3273- İkincisi: Benim elbisem gibi ahval ve ahlâkım da nâsa muhaliftir. Hak ve nefs-ül emri mehenk itibar ediniz. Zamanın ve âdatın revaç verdiği bazı ahlâk-ı seyyieyi görenek vasıtası ile nümune-i imtisal olmuş, mikyas et-meyiniz.” Neme lâzım başkası düşünsün” feryad-ı meyyitanesi gibi, ben derim ki: Müslümanım, İslâmiyet cihetine manen memurum ve sadakatle mükellefim. Millete, din ve devlete nâfî’ olan birşey düşüneceğim.
3274- Üçüncüsü: Şaz ve nadir olarak, istidad-ı zamanın fevkinde çok kimseler gelip geçmişler. Nâs, başlangıçta onlara cünun veya abes isnad etmişler. Sonradan sihir veya hârikaya hamletmişler. Birinci ve ikinci noktanın mabeyninde olan tezad, cinnetime hükmeden zevatın delil ve müddealarında olan tezada işarettir ve imadır. Zira ef’alleriyle demişler: “Divanedir çünki her mesail-i müşkileye cevab veriyor.” Böyle delil getiren elbette delidir!
Eğer dalkavukluk ve temelluk ve kedi gibi yalvarmak, menfaat-ı umumiyeyi, menfaat-ı şahsiyeye feda etmek, aklın muktezasından addedilmek lâzım geliyorsa, şahid olunuz, ben o akıldan istifamı veriyorum. Divanelik bence bir mertebe-i masumiyet gibidir, iftihar ediyorum.
Doktor bunları dinledikten sonra: “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.” diyerek raporunu tanzim eder.
3275- Bundan sonra Bediüzzaman tekrar Zaptiye Nezaretine geri gönderilmiştir. Hikâyenin gerisi ise tevkifhanede Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa ile olan konuşmadır ki; onu da dinleyelim.
Bunu da Bediüzzaman anlatıyor:
“Zaptiye Nâzırı: Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış, sonra da memleketine döndüğün vakit, o maaşı otuz lira yapacak. Ve bu seksen altını da ihsan-ı şahane olarak sana göndermiş.”
Cevaben dedim: Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul etmem. Kendim için gelmedim, memleketim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz hakk-ı sükûttur.
Nâzır: İradeyi reddediyorsun, irade reddolunmaz.
Ben dedim: Reddediyorum, ta ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyliyeyim.
Nâzır dedi: Neticesi vahimdir.
Cevaben dedim: Neticesi deniz olsa geniş bir kabirdir. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz. Bunu da ciddi söylüyorum. Ben isterim ki, vatandaşlarımı bilfiil ikaz edeyim ki; bu da devlete intisab, hizmet içindir. Maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü tesir iledir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i şahsiye iledir. Binaenaleyh ben maaşın kabulünden mazurum.
3276- Nâzır: Senin memleketinde neşr-i maariif olan maksadın, Meclis-i Vükelada derdest-i tezekkürdür.
Cevaben dedim: Maarifi tehir, maaşı tacil etmeniz acaba ne kaide iledir? Neden menfaat-ı şahsiyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz?
Nâzır hiddet etti. Ben dedim: Ben hür yaşamışım, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Anadolu’nun dağlarında büyümüşüm, bana hiddet fayda vermez. Nafile yorulmayınız. Beni nefyedin, Fizan olsun, Yemen olsun razıyım. Siz de pinedüzlükten ve yamalakçılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.
Nâzır: Ne demek istiyorsun?
Cevaben dedim ki: Sigara kağıdı kadar ince ve nizam namıyla bir perdeyi, feveran eden bu kadar efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemi idim, o perdenin altına girmedim, üstünde kaldım.” (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, N.Şahiner, shf: 89 ve Nurculuk Davası, Av. B.Berk, shf: 280. Asıl me’haz ise Bediüzzaman’ın eski eserlerini cem’eden Asar-ı Bediiye nam kitabın içinde bulunan İki Mekteb-i Musibet eseridir. shf: 324)
3277- Mezkûr cünuniyet isnadının mantıksızlığını Bediüzzaman şöyle beyan ediyor:
“Kırk sene evel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkata isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum; o çeşit akıldan istifa ediyorum; وَ كُلُّ النَّاسِ مَجْنُونٌ وَ لكِنْ عَلَى قَدَرِ الْهَوَى اِخْتَلَفَ الْجُنُونُ kaidesini sizlerde görüyorum demiştim:..
Hadis-i sahihde vardır ki: “Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nâsın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delalet eder.” diye ferman ediyor.” (Ş. 345)
Evet “Said Nursî filvaki ifrat-ı zeka itibariyle hudud-u cünunda idi. Fakat öyle bir cünun ki, “onun ulvi ruh ve kemal-i aklına işarettir” diye bir zat şu mısralarında tercüman-ı zişanı olmuştur:
Cünun başımda yanar, ateş-i maalidir
Cünun başımda benim bir zeka-i âlîdir.
Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyyet,
Benim cünunumu bekler azîm bir niyet..” (İ.M.Ş.5)
İşte böylece Bediüzzaman ihlas, şefkat ve hak yolunda cesaret gibi pek çok yüksek meziyetleri yalnız nasihatlarla değil, aynı zamanda bilfiil yaşayarak ders vermiş ve hayatı boyunca aynı yolda yürümüştür.
Atıf notları:
-Bediüzzaman Hazretleri inziva hayatında manevi cihadda bulunmuş ve zahmetlere karşı sabretmiştir, Bak. 3179-3181.p.lar.
-Bediüzzaman Hazretlerinin mücerred kalması, bak: 415-417.p.lar
1 Yukarıda geçen "Kendimi ona muhatab addederek okudum" gibi ifadelerden anlaşıldığı üzere; kitab, başkasına bilgi vermek gayesiyle değil, kendi ihtiyacını hissetmenin sâikiyle okunmalı. (Bak: 3069.p.)
2 1289.p.ta izah edilen bu hadîs, ehadiste haber verilen süfyaniyet cereyanının tahribatını tamir edecek olan mehdiyet cereyanını haber verir. Safvet Efendi, bu hadisi hatırlatmakla, Bediüzzaman'ın manen vazifedar şahsiyat olduğuna işaret eder. (Hazırlayanlar)
3 H.G. hadis: 397 ve K.H.hadis: 2445