673- DEMOKRASİ ده موقراسى : (yu.i.) (Demos: halk. Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:
1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kanunları kendisi yapar, suçluları kendisi muhakeme eder, idareyi kendisi yürütür. Bu usül ancak küçük cemiyetlerde tatbik imkânına sahiptir.
2- Yarı vasıtasız hükümet şekli: Halk reyi ile temsilciler meclisi seçilir. Meclisin çıkardığı kanunların tatbik edilebilmesi için, halkın reyine baş vurulması (referandum) şarttır.
3- Temsilî hükümet şekli: Cumhuriyet. Halk seçim yolu ile hâkimiyet ve iktidarı, belli bir zaman için seçtiği temsilciler meclisine devreder. İktidarı halk adına meclisler kullanır.
Demokrasinin temsilî şekli olan cumhuriyetin de üç ayrı tatbik şekli vardır:
1- Meclis hükümeti sistemi: Hükümet, meclis iradesiyle teşekkül eder. Eğer hükümet, meclisin itimadını kaybederse meclis tarafından düşürülür.
2-Parlementer hükümet sistemi: Hükümetle meclis, belli ölçüler içinde birbirine karşı müstakildir.
3- Başkanlık hükümeti sistemi: Hükümet başkanını halk seçer. Başkan, hükümet üyelerini kendisi tayin eder ve kendisi azleder.
673/1- Demokrasi, hukuk devletine ve millet ekseriyetinin hâkimiyetine dayalı olup, kişi veya azınlık hâkimiyetini reddeder. Bu idare sisteminde, demokrasinin temellerine aykırı olmayan herhangi bir inanış ve fikir sahibleri; zora, tehdide baş vurmamak veya idareyi ele geçirmek üzere isyana teşebbüs yahut açıkça teşvik etmemek şartlarıyla, kendi inanış ve fikirlerini neşir, tebliğ ve telkin etmekte hürdür. Bu, demokrasinin temel bir prensibidir. Ancak din, vicdan ve söz hürriyetleri, serbest seçim, hukuk devleti ve kanun hâkimiyetine dayanmak gibi, demokrasinin temellerine aykırı düşen fikirler, fikir hürriyeti sahasında dahi yasaklanır. Çünki temel hürriyetleri tahrib etme hürriyeti olamaz.
673/2- Serbest seçim, insanın insana hâkim olmasını kaldıran hukuk devleti olmak prensibi, din vicdan ve söz hürriyetleri gibi esasları 14 asır önce en ekmel ve hakka müstenid şekliyle İslâmiyet getirdi. O halde demokratlık iddia edenler, iddialarında sâdık olmaları halinde, İslâmiyet’e muhalefet etmeleri şöyle dursun, aksine ona hürmet etmeleri gerekir. Amma hukukun menşeini İlahîlikten beşerîliğe, Hakk’ın hâkimiyetini halkın hâkimiyetine çe-viren demokrat milletler ise, bu cihette İslâmiyet’e ters düşmektedirler.
Demokrasiye dayanmış bir idarede en önemli unsur, halk ekseriyetinin vicdanî olan temayülünü birinci derecede nazara almaktır. Aksi halde idare eden ve edilenler arasında milli bir ahenk sağlanamaz. Bu ise tabansız ve demokrasiye dayanmamış idare olur.
Türk milleti asırlardan beri dine bağlı yaşayışının neticesi olarak din duygusu vicdanlarda yerleşmiştir. Bu millî temayül devlet sisteminin temelinde açıkça yerini bulmalıdır. Aksi halde devlet makamlarında bulunan bazı ideolojik temayül sahibleri din, vicdan ve fikir hürriyetlerinin elastikliğini istismar ederek istedikleri istikamette ve millî temayülü rencide edecek şekilde daraltma ve genişletme yoluna sapacak ve millî ahenk düzelemiyecektir.
Anayasanın referandumdan geçmesi halkın, ilmî inceleme neticesi olarak görüşlerinin alınması için değildir. Çünkü avam tabakası demokrasinin, tarihi gelişme ve doğuş sebeblerini ve sosyoloji ve hukuk felsefesini bilmez ki incelesin. Şu halde referandum; halkın vicdanî temayüllerine mutabakatının sağlanması hikmetine dayanır. Tâ ki idare mekanizması, tabana istinadsız kalmasın ve halkın tepkisiyle ezilmesin veya idare eden ve edilenler arasında daimi anlaşmazlıkla içtimaî huzur bozulmasın.
Demokrasi’nin temel prensiplerinden birisi olan halk hâkimiyeti prensibi; bir İslâm cemiyetinde halkın kendisini Allah’ın emirlerine uygun olarak idare etmek istemesi şeklinde ortaya çıkar. Bunun aksini düşünmek tenakuz olur. Çünki İslâmiyet’e bağlı bir milletin bilerek Allah’ın insan hayatındaki hâkimiyetinin tahakkukunu sağlayan kanunlarının ilgasını istiyeceği düşünülemez. Bunun da mantıkî neticesi şudur: İslâm cemiyetinde demokrasi, ancak bir İslâm Cumhuriyeti olarak ortaya çıkar. (Bak: 2196. p.sonu)
Çünkü Demokrasi, değişmez esasları dışında kalan her şekle ve anlayışlara şekillenen bir sistemdir. Mesela halk çoğunluğunun tercih ettiği sisteme ve anlayışa uyar ve şekillenir. Halk çoğunluğunun tercihi değiştikçe o da değişir.
(Bir İslâm Cumhuriyetinde yaşıyan azınlıkların hak ve hürriyetleri için, Hürriyet-i Vicdan maddesinde 1418-1420.p.lara bakınız.) Demokrasi mevzuu ile alâkalı olan Aristokrasi, Cumhuriyet, Teokrasi maddelerine de bakınız.
673/3- Bediüzzaman Hazretlerinin demokratlık ve millet hâkimiyeti hakkındaki bazı beyanlarından birkaçı şöyledir.
«Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir.» (H.93)
«Cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adâlet ve meşveret ve kanununda cem’i kuvvet» (İ.M.Ş.61)
«Hem de meşrutiyet-i meşrûa denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi te’min ile makina-yı hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyyeyi, istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşveret-i şer’iyyenin mâyesiyle mayalandıran, meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasiye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor.» (İ.M.Ş.52)
«S-Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?
C-Saatçı ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vâli reis değiller belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur.» (Mün. 33)
Evet «İslâmiyetin bir kanun-u esasisi olan Hadis-i Şerifteسَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ1 yani: Me’muriyet emirlik ise: Reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasisine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad mutlak keyfi olur.» (E.L.II.163)
673/4- Zamanımızın ehemmiyetle üzerinde durulan mes’elelerinden biri de, demokrasinin İslâmla bağdaşıp bağdaşmadığı mes’elesidir. Mevzuyu ana yapısı itibariyle ve avam seviyesinde ele alacağız.
Evvela, tatbikatta görülen demokrasi ile nazariyattaki demokrasiyi karıştırmamak gerekiyor. Bundan sonra nazariyattaki demokrasinin hür seçim, hukukun hâkimiyeti, kanun karşısında müsavat, din ve vicdan hürriyetiyle fikir ve kelâm hürriyetleri gibi temel yapısının tesbiti lâzım geliyor. Tâ ki tatbikatta görülen demokrasinin, nazariyattaki demokrasiye nisbetle eksiklikleri ve zıt tarafları görülebilsin. Böylece ana hatlarıyla tesbit ve tayin edilen nazarî demokrasi, eksik ve bazan hürriyet rejimine muhalif giden tatbikattaki demokrasiden ayrılsın, iltibas edilmesin ve demokrasi adına icra olunan antidemokratik tatbikatları görülebilsin.
İslâmiyetle münasebeti ve tevfiki bakımından ele alıınacak nazarî demokrasinin esaslarına girmeden önce, önemli bir hususa temas etmek gerekiyor. Şöyle ki:
Nazarî demokraside -ana yapısı ve esasları itibariyle- İslâmî yani semavî menşee, diğer bir tabirle vahye dayanmak veya dayanmamak mecburiyeti yoktur. Vahye dayanmamak mecburiyeti ancak lâik demokraside aranır. Nazariyattaki demokraside böyle bir mecburiyet mevzubahis değildir. Genel şekliyle demokrasi, vahye dayanıp dayanmamayı mevzu etmediği ve ikisine de eşit manada ve değerde baktığı müddetçe de semavî dinlerden ayrılıp, beşerîlik vasfını alır. Halbuki İslâmiyet, siyasî iktidar sahibi değilken, yani tabi’leri cemiyette azınlıkta iken de prensip ve itikadî vechesiyle vahye dayanmayı esas alır hem vahyin tebliğini ister ve hâkimiyetine yani bütün kâinata hâkim olan Allah’ın ahkâmının beşerin şahsî ve içtimaî hayatına da hükmetmesini ve tebliğ yoluyla bu hâkimiyete zemin hazırlanmasını emreder.
Demokrasinin bîtaraflık yapısı itibariyle siyasî hayatta demokratik iktidar, vahyi esas almayan bir topluluğa dayanıyorsa, kendini iktidara getiren bu topluluğu temsil eder. Zira demokrasinin temel prensiplerinden biri, halk hâkimiyetidir. Bu sebeble halkın iradesini temsil etmeyen bir iktidar demokrat olamaz. Eğer cemiyette çoğunluk olarak vahyi esas alan bir topluluk mevcutsa, iktidar da bu topluluğun temsilcisi olmak bakımından vahyi esas alan ve vahye dayanan bir iktidar olmak durumunda ve mecburiyetindedir. Bu iki durumun dışında ne lâik, ne de antilâik azınlık yani muhalefet grupların bir fırsat ele geçirme, aldatma veya kuvvet kullanarak iktidar olma şekli, demokraside kabul edilemez.
Tatbikatta gördüğümüz demokrasilerde ise, zaman zaman bu tarz dolambaçlı yollara başvurma, demokrasi adı altında, ideolojik maksad ve menfaatlere göre hareket ve icraatlar yapmak, asrın siyaset dünyasında bir nevi maharet addedilir olmuştur. Oysa İslâmiyet, mütecaviz olmayan ve cemiyette ekseriyet olan bir topluluğa tasallut etmez, sadece tebliğde bulunur. Çünkü tebliğ, demokrasinin de reddedemiyeceği, en meşru bir yoldur. Hür rejimlerde fikir ve söz hürriyetine, tebliğe karşı çıkılamaz. Aksi hal tecavüz olup, demokrasinin en mühim bir esası çiğnenmiş olur.
İnsaniyeti mesh eden (Bak: Mesh) hayvanî hürriyetlerinden burada bahsedilmedi. Bir derece bilgi için Medeniyet maddesine bakınız.
673/5- - Bilindiği gibi aristokrasi ihtisas, dirayet ve liyakat esasına dayandığından halkın iktidarına yer vermez. İktidarı, imtiyazlı azınlığın hakkı olarak kabul eder. Demokrasi ise halk ekseriyetine dayanır. İslâmiyet ise, -şer’î ahkâmla tayin edilmemiş sahalarda teşri’ için- havastan kurulan şûra heyeti vasıtasıyla ihtisas, dirayet ve ahlâk cihetlerinden liyakatlı olan meb’us namzetlerinin tesbitinden sonra bu şahısları, milletin re’yine arzeder. Seçilen vazifeyi deruhte eder. Böylece İslâm, kendine has ulvî meziyetleri yanında hem aristokrasinin liyakat ve hem de demokrasinin halk iradesi gibi maslahatlı taraflarını da cem’ eder.
673/6- İnsanların ekserisi nefsanî temayüllere sahip oldukları cihetle, böyle bir ekseriyeti temsil eden demokrasilerde içtimaî hayattaki neticelerinin müsbet olması ihtimali zayıftır. Bu mevzu ile alâkalı olarak, Prof. Dr. İbrahim Canan tarafından kaleme alınan “Âhirzaman Fitnesi ve Anarşi” adlı eserin 404. sahifesinde şu ifadeye yer verilmiştir:
«Yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir: Siyasî tarih araştırıcıları, demokrasinin en eski yurdu sayılan kadîm Yunanistan’dan zamanımıza kadar cereyan eden hâdiseleri değerlendirince -her seferinde muttarid ve kesin olmamakla beraber- umûmiyet itibariyle demokratik idarelerin peşini anarşinin takip ettiğini, anarşinin de yerini kan ve diktatör idarelere bıraktığını müşahede etmişlerdir.» (Parkinson, L’Evolution de la Pensée Politique, 1,22; 2, 60, 211.)
Cemiyette ekseriyetçe yaşanan hayat tarzı, çok defa cemiyetin ekserisine tesir eder ve aşılanır. Bu müessiriyet içtimaî (sosyolojik) bir kanundur. Eğer cemiyetin hayat tarzı kısmen de olsa nefsanî ise, daha çabuk yayılır. Bediüzzaman Hazretleri âhirzaman fitnesine ait bir hadîsi izah ederken der ki: “Müştehiyat ise, nefisler taraftar olduğundan çabuk sirayet eder.” (Ş.586) Bozuk cemiyetlerde fikir yoluyla yapılan müsbet telkin ve tebliğler, az olan bazı iyi niyetliler için fayda sağlar. Fakat mezkûr kaide ve nokta-i nazara göre, sefih ve nefisperest bir cemiyeti düzeltmeye alâkasız kalan ve böyle bir cemiyetin ekseriyetine dayanan demokrasilerde, ıslahtan daha çok ifsad ve anarşi artar. Ancak şu husus var ki, kuvvetli ve müessir bir İslâmî ıslah ve tebliğ faaliyetine mümanaat etmeyen bir demokrasi anlayışı tatbik edilse durum değişebilir. Böyle müsbet faaliyetlerin neticesi olarak cemiyette umumî bir ıslah ve düzelmenin mümkün olacağını beyan eden Bediüzzaman Haz-retleri bu hususu şöyle ifade eder:
«Ma’lûmdur ki; bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve te’siratı pek hârikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mucizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecektir.» (K.L.149)
Yani tatbikattaki demokrasi, nazariyattaki demokrasiye muhalif şekil ideolojik bir gaye takibiyle dini hizmetlere ve hakikî ıslah faaliyetlerine mümanaatı ve bahanelerle müdahalesi olmasa idi, hiç değilse bîtaraflık prensibi ile ifsad ve ıslah faaliyetleri arasında hakem makamında kalsa idi, anarşik hâdiselerin önlenmesinin mümkün olacağını bazı hâdiseler münasebetiyle devlet ricaline ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri Eskişehir Mahkemesinde de şunu hatırlatır:
«Evet Hükûmet-i Cumhuriye, o gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır efkârlarını elbette terviç etmez ve tarafdar olamaz. Menetmek, Cumhuriyetin kanunlarının muktezasıdır. Ve öyle müfsidlere tarafdarlık ile, Cumhuriyetin esaslı prensiblerine zıddı zıddına gidemez.
Hükûmet-i Cumhuriye, bizim ile o müfsidler mabeyninde hakem hükmünü alsın. Hangimiz zâlim ise ve tecavüz ediyorsa; o vakit hakem hükmünü versin ve hâkimlik noktasında hükmünü icra etsin.
Evet inkâr edilmez ki; kâinatta, dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu mes’elemizin künhüne vakıf olan herkes, bize olan bu hücumun, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın garbda ve Avrupa’da zuhuru; ve agleb-i Enbiyanın şarkta ve Asya’da tulu’ları kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya’da hâkim, galib, din cereyanı-dır. Elbette Asya’nın ileri kumandanı olan bu Hükûmet-i Cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hasiyetinden ve madeninden istifade edecek. Ve bîtarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.» (T.H.241)
673/7- Çok icmalen ele aldığımız hakiki hürriyet rejiminin yapısında gayr-ı meşru, haksız tecavüzlere yer yoktur, yasaktır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatında mevzu ile alâkalı bahislere yer verilmiştir. Ezcümle, milletler arası umumî sulhun ve hakikî hürriyet rejiminin korunması için, mütecaviz vahşet ehlinin tecavüzüne karşı kuvvet kullanılabileceğini, fakat medenilere karşı ikna usulünün esas alınmasının lüzumunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri Kur’ana istinaden diyor ki:
«Eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def’etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.» (H.Ş.35)
«İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet’in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.» (H.Ş.36)
«Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlâhiyeden bekliyebilirsiniz.» (H.Ş.37)
«Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-ı İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve ruy-i zemini temizlemeğe ve sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.» (H.Ş.43)
«Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî, adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz olmamak şartıyla- adavetinizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara... » (H.Ş.52)
«Amma cihad-ı hâricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.» (İ.M.Ş.57)
«Husumet ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz ikna’dır. Zira onları medeni biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvi göstermektir. Zira onları munsıf zannediyoruz.» (İ.M.Ş.60)
«Ecnebilerin vahşi oldukları kurun-u vustada; İslâmiyet, vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medeni ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassub zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbub ve ulvî olduğunu evamirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır.» (H.Ş.96)
Mezkûr nakillerde görüldüğü üzere, Kur’an en yüksek medeniyeti, yani farklı anlayışlara veya dinlere bağlı olup mütecaviz olmayan milletlerin, sulh içinde yaşamalarını te’min eden umumî düsturları câmi’dir.
Bediüzzaman Hazretlerinin bir mahkeme müdafaasında, bu hükmü te’yid eden şu beyanları dikat çekicidir:
«Ma’lumdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.
Dininde çok mutaassıb ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’an ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri, şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.
Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tabi oldukları memleketin dinine, kudsî rejimine muhalif, zıd ve mu’teriz bulundukları halde o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.
Hazret-i Ömer, hilafeti zamanında, âdi bir hristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmayan şarkta, garbda, bütün dünya adalet müesseselerinde cari ve hâkimdir.» (T.H.651)
673/8- Beynelmilel meşhur hukukçular da, İslâm dininin vaz’ ettiği umumî düsturların, sulh-u umumîyi ve beynelmilel asayişi te’min eden bir külliyete sahip olduğunu tasdik ederler.
Ezcümle, «Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cemiyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiş ki: “Ben itikad ediyorum ki: Muhammed’in misli, yani siretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse bu yeni âlemin müşkilatını halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husûlüne sebeb olacak. Evet bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihtiyacı var olduğunu herkes anlar!» (M.215)
«Bugünkü medeni cemiyetler, Kur’anın yüksek hakikatlarını, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı, meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti:
“Demokrasiyi en ileri götüren millet, İngilizlerdir. Bunun daha ötesi, Müslümanlıktır.” » (N.Ç. 184)
«Müslümanların dini, Kur’an dinidir. Bu din müsalemet, emniyet ve huzur dinidir.» (Piskopos Volter Meron’un “Müsalemete en doğru yol” adı ile Petersburg kilisesinde irad ettiği konferanstan)
«Fransa’nın en ma’ruf müsteşriklerinden Gaston Care (Gaston Kar), 1913 senesinde Figaro gazetesi’nde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsalemetin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:
“Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur’an, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir; o kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından vücud bulduğunu söyleyebiliriz. Filhakika bu âlî din; Avrupa’ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları te’min etmiştir. İslâmiyetin bu fâikiyetini teslim ederek, ona medyun olduğumuz şükranı tanımıyorsak da, hakikatın bu merkezde olduğunda şek ve şüphe yoktur.”
Fransız muharriri, daha sonra, Kur’anın umumi müsalemeti muhafaza hususundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki: İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır... buna imkân yoktur! ... Gaston Care» (İ.İ.221)
673/9- İslâmiyet nazarında harp, ancak bir mecburiyet neticesidir. «Nasıl, bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir....» (Ş.230)
Aynen öyle de mütecaviz bir milletin zalimane ve sulh-u umumiyi ihlal eden tecavüzüne karşı zulmünü durdurmak için -müsamaha ve şefkatle- harb açmamak, büyük bir haksızlık olur.
«Cihadın hikmeti insanları ikrahtan korumak, hakkın bil’ihtiyar kabul ve intişarına sed çekmek istiyen ve gücünün yettiğine cebr ü ikrah eden hak düşmanlarının def’i ve mevaniin ref’idir...» (E.T.864)
Evet «سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ2 , hadîsinin sırrıyla; şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.» (İ.M.Ş. 60)
İslâm âlimleri harb hukuku ile alâkadar olarak, (29:46) âyetinden, kendilerine tam tebliğ yapılmasına rağmen yine de mütecaviz olanlara müdahale etmek; (4:90) âyetinden de, mütecaviz olmayan gayr-ı müslimlere dokunmamak gerektiğini anlamışlardır.
673/10- Mezkûr hür rejim esaslarını 1400 sene önce İslâm getirmiş ve fıkıh kitablarında tafsilâtıyla kaydedilmiştir.
Ancak şu var ki, bu prensip ve hürriyetlerin şekil ve hududlarının tayininde beşerî ve semavî ölçülere göre farklılık vardır. Bu farklılığın en ciddî ciheti şudur ki:
Prensip ve kanunlar, hak ve adaleti, iyiyi ve faydayı koruyan; bâtılı ve zulmü, şer ve zararı durduran mahiyette olmalıdır. Fakat iyi ve kötünün tayininde semavî ve beşerî nokta-i nazarlardan hangisi tercih edilecek? Bilinen bir gerçektir ki, cemiyet dine bağlı değilse, beşerî anlayış, cemiyet dindar ise, semavî kıstaslar hükmedecektir. Bu demokrasinin icabıdır. Meselâ: Bir İslâm cemiyetinde millî ahlâkı bozan ve manevî hukuka ve değerlere zarar veren durumlar, önlenecektir. Zira sosyal hayatın tesiri inkâr edilemez. (Bak: 673/6) Meselâ, açık-saçık gezmek hürriyeti isteyen bir gayr-ı müslim kadın, bu haliyle müslümanların manevî hayatına ve en kudsî varlığı olan uhrevî saadetine zarar verip hukukuna dokunuyor. Hattâ böyle serbestlikler, bir İslâm cemiyetinin bozulmasına dahi yol açabilir. Beşerî nokta-i nazar ise, böyle bir zararın varlığını düşünmüyor. O halde müslüman ekseriyetine istinaden kurulan bir İslâm devletinde bu ve buna benzer manevi zararların önlenmesi lâzımdır. Bu müdahale, halk ekseriyetine dayanan hür rejimin icabıdır. Çünkü azınlıkla ekseriyet arasındaki bu tarz durumlar ve mes’eleler tezadîdir. Her iki tarafın isteğini yapmak mümkün değildir. Bu itibarla azınlığın istediğini yapmak, ekseriyetin hakkını ilga etmek demektir. Bu da İslâma zıd olduğu gibi aynı zamanda da antidemokratiktir. Azınlıkta olanlar, başkalarına zarar vermeyecekleri sahada serbest olabilirler. Böylece bir icraatı, hür rejime aykırı görmek, azınlık hâkimiyetini getirmek demektir. Amma gayr-ı müslimler, başkasına zarar vermeyen ve vicdan hürriyeti içinde yerini alan hareket, fikir ve inançlarında serbest ve hürdürler. Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
«(9:6) وَاِنْ اَحَدٌ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ اسْتَجَارَكَ Ve eğer müşriklerden biri sana isticare ederse -yani mühlet-i mezkûre çıktıktan sonra sana istiman eder, senin kendisine eman verip câr olmanı, yani taarruzdan himayeyi taleb ederseفَاَجِرْهُ sen de ona eman ver,حَتّٰى يَسْمَعَ كَلاَمَ اللّٰهِ tâ ki Allah kelâmını dinlesin.
Hâsılı öyle, o maksadla eman ver, ثُمَّ اَبْلِغْهُ مَاْمَنَهُۜ sonra da onu me’menine iblağ eyle -istima’ ettikten sonra iman etmezse canı ve malı taarruzdan masun olarak onu eman yeri olan mahalline, vatanına yetiştir.» (E.T.sh: 2458)
Mezkûr âyetin tefsirinden anlaşılıyor ki: İslâmiyetin bazı insaniyete uygun şartlara göre gayr-ı müslimlere tanıdığı hukukî teminat, bütün insanlık dünyasının ciddiyetle bakacağı emsalsiz bir ibret levhasıdır.
Bir müslüman azınlığı da, gayr-ı müslim bir devlette aynı hürriyete sahip olma hakları vardır ve olmalıdır. Medenilik iddia edenler, bu hakları çiğneyemezler.
Eğer insanların insanca yaşama hak ve temel hürriyetleri, değişmez ve değiştirilemez prensipler olarak görülmezse; kuvvetlinin zayıfı, ekseriyetin azınlıkta kalanların ihlâkini istiyen ve insanlığı canavar hayvanlar derekesine indiren bir anlayış hâkim olur.
Medenilik iddia edip, gerçekte ona karşı olanların garip bir durumu da şudur ki: Lâikliği kendi maksatlarına vesile yapıp, gerekirse demokrasinin lâikliğe feda edilebileceğini telkin ederler. Yani halk ekseriyetini azınlık sultasına, zümre hâkimiyetine mahkûm kılmayı isterler ve bu arzularını da demagojilerle meşru göstermeye çalışırlar. Sonra dönerler hür rejimin, millî iradenin muhafızı kesilirler. Böylece, bu kadar açık bir tenakuzu anlamıyacak kadar da milleti saf ve anlamaz zannederler.
673/11- Netice olarak diyebiliriz ki: Nazariyattaki demokrasi ile İslâmî idare arasında esaslar bakımından bir şekil benzerliği vardır. Ne var ki demokrasilerde hem semavîliğe hem de beşerîliğe kapı açıktır.
Demokrasi sistemi bir araç olup, bunun kendi başına bir talebi olamaz. Önemli olan husus, onun kimler tarafından kullanıldığıdır. Dünyada demokrat namını alan miletlerin, cemaatlerin, cemiyetlerin hayatta gaye ve ideolojileri vardır. Ve o yolda çalışırlar, bazan da çarpışırlar. Bunlardan umumî sulh ve huzur beklenmez. Sulh-u umumî, kâmil insanların işidir. Bir Fransız müsteşriki şöyle diyor: «İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir müslüman kalmayacak olursa, barışı devam etrirmeye imkân kalır mı? Hâyır... buna imkân yoktur.» (İ.İ. 221)
Evet sistemleri, rejimleri tatbik edecek ve mütecavizleri durdurabilecek kâmil insanlar yoksa, mücerred sistemler bir şey yapamaz. İslâm, vahye dayanan hayat nizamiyle birlikte daha çok kâmil insan yetiştirmeyi hedef alır. Cemiyetlerde faziletli insanların çoğalması gerekir. Bediüzzaman Hazretleri bu neticenin esas olduğunu gösterir. İnsan bolluğunda kaht-ı ricalin önlenmesini ister. Bunun da ancak Allah’a inanmak ve O’na bağlı olmakla mümkün olduğunu beyan eder. Allah’a bağlılığı olmayan insanın, kendi menfaat ve zevkine bağlı olacağı âşikârdır. Dünya insanların sonu gelmez isteklerine kâfi olmadığından hodgâm (egoist) insanlar arasındaki mücadeleler de bitmez. Bu çeşit insanlar daha çok arttıkça da dünyada sulh ve huzur azalır. Hâl-i âlem buna şahittir.
En kısa şekliyle ve ehemmiyet kazanmış bazı prensip ve hususiyetleriyle mukayesesi yapılan İslâm ve demokrasi arasında görülen şeklî benzerlik ve farklılıktan anlaşılır ki; hiçbir hür rejim adı altındaki siyasî sistemler, 1400 sene önce hakiki hür rejimi getiren İslâmiyete kem gözle bakamaz.