1143 HALK خلق : İnsan topluluğu, İnsanlar. *Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratma, ibda’ eylemek. *Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek.
Halk ile ca’l arasındaki fark için (6:1) âyetinde “görülüyor ki, semavat ü arz hakkında “halk”, zulümat ve nur hakkında “ca’l” tabir olunmuştur.
Müfessirîn diyorlar ki; “ca’l” de “halk” gibi bir inşa ve ibdadır. Şu kadar ki, “halk, inşa-yı tekvinîye muhtass ve bir takdir ü tesviye manasını da mutazammındır. Yani halkta mahlukun her vecihle mekadir-i mahsusasını ibda’ ve takdir eden mütekaddim bir ilm-i muhit ve ona göre gerek bilâ-madde ve gerek bir maddeden tekvin ve tesviye manası vardır. Ve bu suretle fıtrat mefhumu, halk ve hilkat mefhumundan bir cüz’dür Ca’l ise bu âyette olduğu gibi inşa-i tekvinî ile (5: 103) مَا جَعَلَ اللّٰهُ مِنْ بَح۪يرَةٍ âyetinde olduğu vechile inşa-i teşriîden eamm olduğu gibi bundan başka ca’lde bir tasyir ü tazmin manası yani mef’ulünün diğer bir şey ile zarfiyet veya gaiyet veya mebdeiyet veya diğer herhangi bir vechile mülabesesi manası dahi vardır ki, bu şey arada kâh zımnî bir kayd olarak ve kâh ikinci bir mef’ul suretinde mude-i kelâm olarak mülâhaza olunur. Evvelkinde ca’l velev zımnî olsun, mukayyed bir mef’ule taalluk eder. وَجَعَلَ بَيْنَهُمَا بَرْزَخًا *وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ * جَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ * وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِىَ gibi. İkincisinde ise, وَجَعَلَ الَّيْلَ سَكَنًا 1*يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓى اٰذَانِهِمْ2 gibi iki mef’ule taalluk eder. Ve makamına göre bu ikinci şeyin bir kayd-ı zımnî veya umde-i kelâm olup olmadığını tefrik etmek lâzım gelir ki, bu manalar lisanımızda “yapmak” ve “kılmak” kelimeleri ile ifade olunabilir.” (E.T. 1866)
1144- “Ca’l ifadesi Kur’anda muhtelif manada kullanılmıştır. Ezcümle:
1- Tafak ve ahz (inşa ve ikbal) manasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup başlamak ve işler olmak.
2- Halketmek, yaratmak.
3- Kavl ve irsal.
4- Tehiyye ve tesviye (tanzim ve düzeltme)
5- Takdir
6- Tebdil
7- Bir şeyi birşeye dahil etmek
8- Bir şeyi kalbe ilka ve ilham eylemek
9- itikad
10- Tesmiye
11- Bir şeyi diğer bir şeyden icad ve tekvin
12- Bir şeyi, bir sıfat ve haletten diğer bir sıfat ve halete döndürmek, kılmak tasyir.
13- Bir nesne üzerine hükmeylemek, gerek hak ve gerek bâtıl olsun vaz’ eylemek, bir hususu bir kimse ile bir vecih üzere şartlaşmak ve azv ve nisbet eylemek ve hükm-ü şer’î” (Lügat-ı Remzi) (Bak: Fıtrat, İcad, İnşa, Kâinat)
1145- En küçük bir şeyi yaratan, en büyük bir şeyi de halk edebilir. “Nasılki bir elmayı halkedecek;elbette dünyada bütün elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgahta dokunuyor. Bir elmayı icad eden bir baharı icad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır. Hem sanat itibariyle koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san’attır ki: Onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de; bugünü halkeden, Kıyamet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek Haşrin icadına muktedir bir Zat olabilir.” (S. 79)
1146- Hem “hangi masnuun olursa olsun esbaba havale edildiği vakit, bütün yer ve göklerdeki esbab da toplansa.
لَمْ يَاْتُو بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا bütün o esbab birbirine yardımcı da olsalar, yine o masnun benzerini getiremezler ve icad edemezler. Zira bir incir meyvesinin içindeki zerrecik olan bir tohumu, cezalet-i san’atça incir ağacından aşağı olmadığı gibi, insan dahi küre-i arzdan san’at ve cezaletçe geri değildir. Öyle ise bir tohum ve bir insanı icad edip getiren zat, elbette ağaç ve âlemin ibrazı ona zor gelmez.” (M.Nu. 188)
1147- Hem “göz ve beyindeki acib vazifeleri gören bir zerre, bir yıldızdan ve bir cüz’, küll mecmuundan... meselâ; dimağ ve göz, insanın tamamından ve cüz’î bir ferd, hüsn-ü san’atça ve garabet-i hilkatça umum bir neviden ve bir insan, acib cihazlarıyla küllî cins hayvandan ve bir fihriste ve proğram ve kuvve-i hâfıza hükmünde olan bir çekirdek, mükemmel masnuiyeti ve mahzeniyetçe koca ağacından ve küçük bir kâinat olan bir insan, kemal-i hilkati ve cemiyetli hârika cihazlarının binler acib vazifeleri görecek bir tarzda mahlukiyeti kâinattan aşağıya değiller. Demek zerreyi icad eden, yıldızın icadından âciz kalamaz. Ve lisan gibi bir uzvu halkeden, elbette insanı kolayca halkeder. Ve birtek insanı böyle mükemmel yaratan, herhalde bütün hayvanatı kemal-i sühuletle yaratabilecek ve gözümüz önünde yaratıyor. Ve çekirdeği bir liste, bir fihriste, bir defter-i kavanin-i emriye, bir ukde-i hayatiye mahiyetinde yaratan, elbette bütün ağaçların hâlikı olabilir. Ve âlemin bir nevi manevi çekirdeği ve cemiyetli meyvesi olan insanı halk edip bütün esma-i ilahiyeye mazhar ve ayine ve bütün kâinatla alâkadar ve zeminin halifesi yapan zatın, elbette ve elbette böyle bir kudreti var ki, koca kâinatı insan icadının kolaylığı ve sühuleti derecesinde halkedip tanzim eder.
Öyle ise; zerrenin ve cüz’ ve cüz’î ve çekirdek ve bir insanın hâlikı, sânii, rabbi kim ise, elbette bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kâinatın hâlikı, sânii, rabbi aynen odur. Başka olması muhal ve mümteni’dir.” (Ş.664)
1148- Kur’anda “ (36:82) اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ hem (36:53) اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ gibi âyetler, vücud-u eşya, sırf bir emr ile ve def'î olduğunu ve صُنْعَ اللّٰهِ الَّذِى اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ( 27:88 ) hem (32:7) اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ gibi âyetler; vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san’atla tedricî olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: Kur’anın feyzine istinaden deriz: Evvela, münafat yoktur.Bir kısım öyledir: ibtidadaki icad gibi. Bir kısmı böyledir: Mislini iade gibi... (1929.p.da beyan edilen semavatın altı günde hilkati sırrı, bir manada mevzumuzla alâkalıdır.)
Saniyen: Mevcudatta meşhud olan sühulet ve sür’at ve kesret ve vüs’at içinde nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san’at ve kemal-i hilkat, şu iki kısım âyetlerin vücud-u hakikatlarına kat’iyyen şehadet eder. öyle ise, şunların hariçte tahakkukları medar-ı bahs olması lüzumsuzdur. Belki yalnız “sırr-ı hikmeti nedir” denilebilir. Öyle ise, biz dahi bir kıyas-ı temsilî ile şu hikmete işaret ederiz. Meselâ: Nasılki terzi gibi bir san’atçı, birçok külfetler, meharetlerle musanna birşeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir. Hatta bazan öyle bir derece sühulet peyda eder ki, güya emreder yapılır ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder, (saat gibi) güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler. Öyle de: Sani-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilatıyla beraber bedi’ bir surette yaptıktan sonra cüz’î ve küllî, cüz ve küll herşeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî ile bir mikdar-ı muayyen vermiştir. İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı bir model yaparak mu’cizat-ı kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giydiriyor. Herbir seneyi bir mikyas ederek, havarik-ı rahmetiyle musanna, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor. Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor.” (S.195)
“Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler, eşyada hususan bidayet-i icadında gayet derecede hüsn-ü san’atı ve nihayet derecede kemal-i hikmeti ilan ediyor. Diğer kısmı; eşyada hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede sühulet ve sür’atini, nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder.” (S.197)
1149- Kur’anda “Ahsen-ül Hâlikîn” “Erham-ür Râhimîn” gibi tabirler, başka hâliklar, râhimler bulunduğunu iş’ar etmez mi? sualine beş işaretle verilen cevab:
“Birinci işaret: Kur’an baştan başa tevhidi isbat ettiği ve gösterdiği için bir delil-i kat’idir ki; Kur’an-ı Hakîm’in o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki “Ahsen-ül Hâlikîn” demesi, “Hâlikıyet mertebelerinin en ahsenindedir.” demektir ki; başka Hâlik bulunduğuna hiç delaleti yok. Belki hâlikiyetin sair sıfatlar gibi çok meratibi var. “Ahsen-ül Hâlikîn” demek, “meratib-i hâlikıyetin en güzel, en münteha mertebesinde bir Hâlik-ı Zülcelal’dir demektir.
1150- İkinci işaret: “Ahsen-ül Hâlikîn” gibi tabirler, Hâlikların taddüdüne bakmıyor. Belki; mahlukiyetin envaına bakıyor. Yani “herşey’i, herşey’e lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halkeder bir Hâliktır”. Nasılki şu manayı; (32:7) اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ gibi âyetler ifade eder.
1151- Üçüncü işaret: “Ahsen-ül Hâlikîn”, “Allahü Ekber”, “Hayr-ül Fâsilîn”, “Hayr-ül Muhsinîn” gibi tabirattaki müvazene, Cenab-ı Hakk’ın vakideki sıfat ve ef’ali, sair o sıfat ve ef’alin nümunelerine mâlik olanlarla müvazene ve tafdil değildir. Çünki bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemalât, onun kemaline nisbeten zaif bir gölgedir; nasıl müvazeneye gelebilir? Belki müvazene, insanların ve bahusus ehl-i gafletin nazarına göredir. Meselâ: Nasılki bir nefer, onbaşısına karşı kemal-i itaat ve hürmeti gösteriyor. Bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte böyle bir nefere karşı denilir. “Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et.” Şimdi şu söz, vakideki padişahın haşmetli hakiki kumandanlığıyla, onbaşısının cüz’î, sûrî kumandanlığını müvazene değil; çünki o müvazene ve tafdil, manasızdır. Belki neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibatına göredir ki, onbaşısını tercih eder; teşekküratını ona verir, yalnız onu sever.
İşte bunun gibi, Hâlik ve Mün’im tevehhüm olunan zahirî esbab, ehl-i gafletin nazarında Mün’im-i Hakiki’ye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, ni’met ve ihsanı onlardan bilir. Medih ve senalarını, onlara verir. Kur’an der ki: “Cenab-ı Hak, daha büyüktür, daha güzel bir Hâliktır, daha iyi bir Muhsindir. Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz.”
1152- Dördüncü işaret: Müvazene ve tafdil, vaki mevcutlar içinde olduğu gibi; imkânî, hatta farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasılki ekser mahiyetlerde, müteaddid meratib bulunur. Öyle de; esma-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibariyle hadsiz meratib bulunabilir. Halbuki Cenab-ı Hak, o sıfât ve esmanın mümkün ve mutasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemalâtıyla bu hakikata şahiddir.
لَهُ اْلاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ Bütün esmasını ahseniyyet ile tavsif, şu manayı ifade ediyor...
1153- Beşinci İşaret: Şu müvazene ve müfadele; Cenab-ı Hakk’ın masivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.
Biri: Vahidiyyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî suretinde tasarrufatıdır.
İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir teveccüh ile tasarruftur. İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ; nasıl bir padişahın -fakat veli bir padişahın- ki, umum me’murları ve kumandanları sırf bir perde olup bütün hüküm ve icraat onun elinde farzediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir.
Birisi: Umumî bir kanunla, zahirî me’murların ve kumandanların suretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.
İkincisi: Umumî kanunla değil ve zahirî me’murları da perde yapmıyarak, doğrudan doğruya ihsanat-ı şehanesi ve icraatı; daha güzel, daha yüksek denilebilir. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Hâlik-ı Kâinat, çendan vesait ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i Rububiyetini göstermiş. Fakat ibadının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp doğrudan doğruya ona teveccüh etmek için, ubudiyet-i hassa ile mükellef edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir.
İşte “Ahsen-ül Hâlikîn” “Erham-ür Râhimîn” “Allahü Ekber” meanisi, şu manaya da bakıyor.” (S.617-619)
Bir atıf notu:
-Hilkatte ziyadelik, bak: Kur’an (7:69) (35:1) ve 1689.p. tâ âyet notları.