1917- KÂİNAT كائنات : Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler. (Bak: Arş, Arz, Halk, Semavat)

Bu mevzu hakkında pek çok ansiklopedi ve alâkalı kaynaklar daha çok maddi cephesini ön plana alarak, lüzumlu lüzumsuz malumat verirler. Biz ise burada mevzuumuzu câlib-i dikkat bazı hususları cihetiyle ele aldık ve fennî teferruata yer vermedik.

Kâinat, hududları bilinemiyen ve daima tekemmül eden büyük bir ağaca benzemektedir. Evet “şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemalata doğru yürümektedir.” (İ.İ. 117)

1918- Kâinatın teşkili, ref’ ve tevsii ile alâkalı bir âyetin tefsirinde şu izahat veriliyor:

“... Yaradılmak cihetiyle siz mi daha zor ve çetinsiniz (79:27) اَمِ السَّمَٓاءُۜ yoksa sizden yüksek ve sizi muhit sema mı? Belli  ki o daha çetin değil mi? Çünki siz onun içinde bir zerre demeksiniz. Öyle iken بَنٰيهَ۠ا O Allah, onu bina etti. Bina, müteferrik eczayı yekdiğerine zamm u rabt ile mecmuundan bir küll inşa etmektir. Sema da böyle latif ve kesif nice mevadd ve ecramın türlü kuvvetlerle suret-i mahsusada terkib ve rabt olunarak mecmuundan husule getirilmiş bir yapıdır ki onu Allah yapmıştır. Şöyle ki رَفَعَ سَمْكَهَا boyuna irtifa’ verdi. Direksiz olarak yükseğe kaldırdı. (Kur’an (13:2) (88:18) âyetlerine de bak)

Semk, bir şeyin irtifa’ ta’bir ettiğimiz boyu, aşağıdan yukarıya imtidadı ve yüksekliğidir. Yukarıdan aşağıya mülahaza edildiği zaman, umk ta’bir olunur. Enine boyuna olmak üzere (sihan) ile de tefsir edenler olmuştur. فَسَوّٰيهَۙا sonra da onu tesviye etti.

وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَۙ ( 55:7 ) mantukunca mizanını vaz’edip denkleştirdi, nizamına koyup düzeltti. Bundan semanın şekli tam küre olduğunu anlamak isteyenler olmuş ise de bütün semanın hey’et-i umumiyesinin şekli tam küre olduğu sabit değildir. Tafsilini Allah bilir.

وَاَغْطَشَ لَيْلَهَا Gece karanlık olmak ma’nasına “gatş”tan olduğuna göre gecesini karanlık etti, muzlim kıldı diye ma’na verilmiştir.1

Bir de gatş ve gataşan, Kamus’ta mezkûr olduğu üzere, hastalıktan veya ihtiyarlıktan naşi aheste aheste yürümek ma’nasına gelir. Bundan (ıtgaş) ahesbte aheste yürütmek demek olacağından, gecesini tedricen giderdi demek olur. Bu ise şu ihrac ile pek mütenasibdir. وَاَخْرَجَ ضُحٰيهَۖا  Ve duhasını çıkardı. Ziyasını çıkarıp gündüzünü yaydı

1919- ... Zulmet esası i’tibariyle ademî olduğundan güneşi ve sair ecram-ı münire yaratılmazdan evvel sema elbette muzlim, gece halinde demek idi. Ecram-ı muzie yaratılmağa başlandığından i’tibaren gitgide o gece giderilmiş ve gündüzü çıkarılmıştır... Bundan sonra söyleneceği cihetle buradaki geceyi ve gündüzü dediğimiz gibi semanın kendisinin gecesi ve gündüzü diye anlamak bize daha muvafık görünüyor. وَاْلاَرْضَ Arza gelince  بَعْدَ ذٰلِكَ دَحٰيهَۜا ondan sonra da onu bast edip döşedi. Arzın üzerinde yaşadığımız kışrını ondan sonra yaratıp döşek halinde döşedi.” (E.T. 5564-5566)

Kur’an (51:47) âyetinde geçen “mûsiûn” ifadesinden, Allah’ın bu kâinatı tevsi’ ettiği manasını anlayanlar vardır. Cevşen-ül Kebir namındaki meşhur ve hârika münacat-ı Ahmediye’nin 63. ve 92. ukdesinde geçen “Ya Râfi’assemai” ifadesi de aynı manayı te’yid eder.

1920- Âlemimizin ilk yaradılışı mes’elesine ait âyetler vardır. Ezcümle:

هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ

(2:29) âyetinde geçen ثُمَّ ifadesiyle “Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delalet eder ve (79:30) وَ اْلاَرْضَ بَعْدَ ذلِكَ دَحَيهَا âyeti de semavatın arzdan evvel halkedildiğine dâldir. Ve كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا ( 21:30 ) âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırd edilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da,  tecellisiyle tekâsüf edip زَبَدْ (köpük) kesilmiştir; sonra  arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla, herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur; sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir; ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat inikad etmiş, vücuda gelmiştir.

1921- Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi’ buhara inkılab etmiştir; sonra o buhardan, mayi-i narî hasıl olmuştur; sonra o mayi-i narî bürudet ile tasallub etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:

1922- “İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” manasında olan كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.وَ كَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ ( 11:7 ) âyeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakkın Arş’ı, (Bak: Arş) su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş.

Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın -hepsinden evvel tekâsüf ve tasallub etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle- hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir.

Fakat arzın bastedilmesiyle nev’-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebde’de ikisi beraber imişler. Binaenalâhâza o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılab eder.

1923- İkinci Bir Cevab: Ey arkadaş! Kur’an-ı Kerim tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak, âlemin nizam ve intizamından bahisle Sani’in ma’rifet ve azametini cumhur-u nasa ders veren mürşid bir kitabdır. Binaenaleyh bunda iki makam vardır:

Birinci Makam: Ni’metleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delail-i zahiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla arz, semavattan evveldir.

İkinci Makam: Azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, arzdan evveldir.

1924- ثُمَّ maba’dinin makablinden bir zaman sonra vücuda geldiğine delalet eder ki, buna “terahi” denilir. Demek burada arz ile semavat arasında bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, arzın semavattan evvel halkedildiğine göre zatîdir. Aksi halde rütebî ve tefekkürîdir. Yani semavatın hilkati birinci ise de, tefekkürce rütbesi ikincidir; arzın hilkati ikinci ise de, tefekkürü birincidir. Yani evvela arzın tefekkürü, sonra semavatın tefekkürü lâzımdır.

Buna göre ثُمَّ ile اِسْتَوَى arasında اِعْلَمُوا وَ تَفَكَّرُوا mukadderdir. Takdir-i kelâm: ثُمَّ اِعْلَمُوا وَ تَفَكَّرُوا اَنَّهُ اسْتَوَى ilââhirdir.” (İ.İ. 187-189)

1925- Cenab-ı Hak en evvel Nur-u Muhammedî’ye (A.S.M.) halketti. Nur-u Muhammedî’den de madde-i aciniyeyi ve o cevherden de kâinatı yarattı. Evet “(21:30) اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَۜا âyetinde avam için safha-i ûla budur ki: اَىْ هُمَا رَتْقَوَانِ Yani gökler safi, yağmursuz ve kuru iken, yerler katı, ölü ve hayatsız olduğu halde, Cenab-ı Hakk’ın izniyle bu ikisi izdivac edip gökler yağmuru, zemin çiçekleri doğurup evlat verdiler diye anlar. Bu safhaya delil ise şu âyettir: (21:30) وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّۜ Bu safha ve sahifenin arkasında şu safha vardır ki; Seyyid-ül Enam olan Peygamberimiz’in (A.S.M.) nurundan halkedilen bir maddenin acin ve hamuruyla, herşeyin aslı bitişik ve beraber iken, seyyarat güneşleriyle birlikte o maddeden ayrılıp fasledilmiştir, diye fehmeder. Bu safhanın delil ve alâmeti de şu hadis-i şeriftir:اَوَّلَ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِى2 Yani Cenab-ı Hak, herşeyden evvel benim nurumu halketti.. ilh.” (M.Nu. 243) (Bak: 2607.p.)

İşte kâinat böylece bir çekirdekten yaratılan ağaç gibi halk edilerek inbisat ettiriliyor.

1926- Evet “şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin anasır, dalları; nebatat ve eşcar, yaprakları; hayvanat, çiçekleri; insan, meyveleri hükmünde görünür. Sani-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i azamda da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını cami’ olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nev’den başka şecere yok. Öyle ise ona menşe’ ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş, elbette âhirde o libası giyecektir.

Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sabıkan isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dik-katini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi ya  nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise: Zat-ı Muhammediye Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zatında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.” (S.579)

1927- Baştan buraya kadar yapılan izahlarda görüldüğü üzere böylesine ref’ü tevsi’ olunan semanın kıyamette terkib ve nizamı bozularak merkezine doğru çöküp yıkılacağı hakkında muhtelif âyetlerin işaretleri vardır. Meselâ semanın zat-ür ric’ tabir edilen geriye dönüş sahibi (fıtratında) olduğu  (86:11) ve açılıp genişlemiş olan semanın dürülüp evvel-i halk’a iadesi (21:104) ve semavatın toplanıp dürülmesi (39:67) ve semanın inşikakı (55:37) (69:16) ve semanın mühl’e, yani eriyip dibe çökmüş madene döndürülmüş gibi olması (70:8) ve semanın infitarı, yani infitar lâzım fiilinin ihsas ettiği manaya göre kendi bünyesinde merkezine doğru yıkılışı (82:1) ve kıyametin arzdan semaya doğru intikali, yani merkezden icad edilen semanın yine merkezden bozulmasına işaret (75:18) ve inşikak-ı sema (81:1) ve semanın ferc olunması, yarılması (77:9) âyetleri örnek verilebilir. Bu inşikak ve ferc, cennet ve cehennem taraflarına taksimine de işaret olabilir.

1928- Kıyamette esbab perdesinin kaldırılmasıyla tahakkuk edecek olan “keşt-i sema”yı, Elmalılı Hamdi Efendi şöyle tefsir eder:

“Keşt-i sema (81:11) وَاِذَا السَّمَٓاءُ كُشِطَتْۙ Ve sema sıyrıldığı vakit. “Keşt”; kesilmiş bir hayvanın derisini yüzmek ve ağacın kabuğunu soymak ve yüzden nikabı sıyırmak gibi, örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü yüzünden bertaraf edip açmaktır. Semanın böyle sıyrılması da, hayvanın derisi soyulur gibi kal’u izalesiyle tefsir edilmiştir.

Bundan ilk nazarda (21:104) يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِۜ gibi âlem-i ulvinin tahribi ile fena-i küllî manası tebadür ederse de, bu mana tekvir-i şems ve inkidar-ı nücum mazmunlarından da anlaşılmış olduğu cihetle, bundan murad semanın tayyından sonra كَمَا بَدَاْنَٓا اَوَّلَ خَلْقٍ نُع۪يدُهُۜ  buyurduğu üzere, yeni kurulacak olan o âlemde keşf-i gıta ve arz-ı küllî ile her hakikatın tecellisi manası olmak siyak-ı beyana daha muvafıktır.

Demek ki o gün... hakikatı örten hiçbir şey kalmayacak, arş-ı Hak zâhir olup her hakikat hakkalyakîn münkeşif olacaktır ki, bu mana Sure-i Kaf’da 22. ve Sure-i Hakka’da 18. ve Sure-i İbrahim’de 48 ve Sure-i Mü’min’de 16. âyetleriyle beyan olunan manadır.” (E.T. 5607)

İşte böylece kâinat, kıyamet hâdisatından sonra âhirette ebedî bir şekilde tahakkuk edip istikrar bulacaktır. (Bak: Kıyamet)

1929- Hilkat-ı semavat âyetlerinden (7:54) (10:3) (11:7) (25:59) (50:38) (54:7) âyetleri semavat ve arzın (eyyam-ı Kur’aniye ile) (Bak. Eyyam-ı Kur’aniye) altı günde (altı devrede) halkedildiğini beyan ediyor. (32: 4) âyeti ise, kâinatın altı günde halkından sonra, “Arşta istiva” tabiriyle de derin bir sırrı ifade ediyor.

Evvela Nur-u Muhammedî (A.S.M.)sonra esir maddesi ve atomlar, sonra bir nevi büyük gaz grubları ve kürelerin yaratılışından ta dünyalardaki hayat şartları ve hayatın halkına kadar istihale devrelerine uğratılan âlemde herşey mukadder olan mertebe-i kemaline vardırıldı. Böylece bütün umûrun idare merkezi diye bir cihette ve mecazen tarif edeceğimiz arşta istiva ile İlahî tasarruf, bütün kâinatı mukannen bir nizam altına aldı. 1148 p.da da eşyanın ilk yaratılışından sonra bir nizam altına alındığı izah edilir.

1929/1- Kâinatın altı günde, yani ani değil de zamanla ve tedricî yaratılmasının İlahî bir hikmeti, (11:7) âyetinde de işaret edildiği gibi, sebeblerin konulması ve zıdların ihtilatıyla bir âlem-i tagayyür ve imtihanın açılmasıdır. (Bak: 2018,2019.p.lar) İbn-i Mace Mukaddime 13. bab 182. hadis ile S.B.M. 1317. hadiste, varlığı ezelî olan Allah’ın, mahlukatı yaratmadan önce “Allah’ın arşı” (esir maddesi) olarak tefsir edilen “su” üzerinde olduğu (tecelli ettiği) beyan ve ifade edilmektedir.

 

1 Atmosfer dışında fezaya bakıldığında, ışıklı veya aydınlanmış gök cisimleri hariç olmak üzere, feza vâsi' bir karanlık olarak gözükür. Bu itibarla  وَاَغْطَشَ لَيْلَهَا  kelam-ı İlahîsinin küllî manalarından biri de, bu hususa bir işaret olsa gerektir. Yani ecram-ı münire (ışık enerjisi saçan küreler) yaratılmadan evvel, feza karanlık idi. Sonra ecram-ı münireden mesela güneşten yayılan ışık enerjisinin atmosferimize ve diğer ışıksız cisimlere çarpmasıyla, o enerji bir kanun-u İlahî ile ışık olarak görünür ve yalnız bu ışık enerjisinin çarptığı yerler aydınlanır, diğer feza sahası yine karanlık görünür. Kur'an (92:1) ayetinin çok geniş olan mana-yı küllîsinden bir ferdi, bu mezkûr hakikata, yani fezada gecenin (karanlığın) istilasına işaret eder. (Bak: Duhan) (Hazırlayanlar)

2 K.H.hadis: 827

Yukarı Çık